M. Latif SALİHOĞLU |
|
Misafirim kaplumbağa |
Bu seneki tatil notlarımızı sizlerle yeterince paylaşamadık. Araya çeşitli maniler girdi, tehir ettirdi. Şimdi fırsat bulmuşken, o hatıralardan bir "lâtif nükte"yi daha sizinle paylaşmak istiyorum. Bazılarınızın bildiği gibi, yaz–bahar aylarında emanet küçük bir bahçe işiyle de meşgul olmaya çalışıyorum. Küçüklüğümden beri meşgul olduğum bu san'atı icra etmekte herhangi bir zorluk çekmiyorum. Çalı ve fundalıklar arasındaki bu küçük bahçemin misafirleri hiç eksik olmuyor. İnsan taifesi dışında, ayrıca boz ayıdan ardıç kuşuna, sincaptan porsuka, gelincikten kaplumbağaya, yengeçten çeşit çeşit minik kuşlara varıncaya kadar hemen her çeşit mahlûkat gelir, bahçemizi ziyaret eder, gider. Bunlardan bazıları ufak tefek zarar–ziyan verse de, önemi yok. Gördüğüm kadarıyla, bir hayli berekete vesile oluyorlar. İşte, bu dâvetsiz misafirlerden biri de kaplumbağa ile yavrularıdır. Orta büyüklükteki bir kaplumbağa, hemen hergün gelir, özellikle taze fasulyeden bir tutam yer, karnını doyurduktan sonra tekrar yuvasına döner, gider. Bazen de onun küçücük yavruları gelir. Farklı zamanlarda ve tek başına gelen bu yavruların büyüklüğü, şimdilik ancak bir ördek yumurtası kadar. Öylesine hoş, güzel ve şirindirler ki, bakmaya doyamazsınız. Hele, kıtır kıtır öyle bir fasulye yiyişleri var ki, aman Allah'ım seyretmekten kendinizi alıkoyamazsınız. O anda sizin de canınız daha çok istiyor, iştahınız daha bir açılıyor. Ne kadar yeseler de onlara hiç karışmıyor, müdahale etmiyoruz. Değil mi ki Üstad'ımız demiş: "...Bu bağdan çıkan mahsülâttan kim yese—insan olsun hayvan olsun, inek olsun sinek olsun...—sana bir sadaka hükmüne geçer." (21. Söz'ün 1. Makamı) Üstad burada gerçi doğrudan kaplumbağa dememiş, ama olsun. Kaplumbağa da inek ile sinek arası bir mahlûk nasıl olsa. Dolayısıyla, bilmânâ o da aynı listeye dahildir. Bu arada, bahçe içinde ressam Osman Hamdi Beyin tasvir ettiği "Kaplumbağa Terbiyecisi" rolünü üstlenmeye de çalıştık; ancak, bunda şimdilik muvaffak olamadık. Hem anne, hem yavru kaplumbağayı ara ara yanımıza aldık, sırtlarını okşadık, tatlı sözlerle sevdik, yiyebilecekleri hemen her şeyi önlerine serdik, ancak onlar yine de birşey yemeyip bir an evvel gitmek ve bizden uzaklaşmak istediler. Ne yapalım, bu sene diyalogtan ümidimizi kestik, fakat seneye Allah kerim. Belki onlarla daha yakından, daha samimî bir dostluk ve köprüsü kurmaya muvaffak oluruz. Bu işin sırrını Sefer Abimiz bilir mi acaba? Ona sorup danışmakta fayda var.
Tarihin yorumu 24 Ağustos 1517
Silâhlı elçiyi bir uyuz eşeğe bindirdi Sultan Selim'in iki yıldan fazla süren meşhûr "Mısır Seferi"nin (1516–18) en mühim safhalarından birini Suriye'de yaşanan Mercidabık Meydan Savaşı teşkil ediyor. 24 Ağustos 1516'da yaşanan bu kanlı savaş, Halep şehri yakınlarındaki "Merc–i Dâbık/Dâbıkçayırı" denilen bir ovada vuku buldu. Bu tarihlerde, Mısır ve Suriye topraklarının da dahil olduğu geniş bölge Kölemenlerin hakimiyeti altında bulunuyordu. Bu tarihten tam iki sene evvel (23 Ağustos 1514) yaşanan Osmanlı–İran Çaldıran Savaşından sonra, Osmanlı ile Kölemenler sınırdaş olmuşlardı. Bu sebeple, iki ülke arasında hem bazı sınır anlaşmazlıkları yaşanmaya, hem de aralarında hakimiyete dayalı ciddî bir rekabet hali zuhur etmeye başlamıştı. Bir de, Kahire'de bulunan ve Abbasî hanedanında bulunan Hilâfet makamı, gayet sönük ve aciz bir durumda bırakılmış durumdaydı. İslâmın ittihad ve inkişâfını hedef alarak sefere çıkan Osmanlı tahtında 46 yaşındaki Yavuz Sultan Selim, Kölemen Devletinin başında ise 86 yaşındaki Kansu Gavri bulunuyordu. Kölemenler, ekseriyetle Sünnî Müslüman olmasına rağmen, Osmanlıya karşı—her nedense—İran'daki Şiî Safevilerle müşterek politikalar yürütmeye başlamıştı. Bu durum, Yavuz Selim açısından harbi meşrû kılan önemli bir başka sebepti. Savaşa tutuşmadan evvel, iki taraf arasında diplomatik münasebetler başladı. Ne var ki, bu diplomatik münasebetlerde yaşanan bazı münasebetsizlikler, savaşı daha da kızıştırıp çabuklaştırmış oldu. Kansu Gavri, Sultan Selim'e on kişilik bir elçi heyeti göndererek ona savaşmak yerine sulh teklifinde bulunur. Ne var ki, Sultan'ın huzuruna gelen bu heyetin—karşı tarafa gözdağı verircesine—pür silâh şekilde olduğu görülür. Onların bu tarz silâh kuşanmış vaziyetlerine sinirlenen Yavuz Selim, heyetin başındaki şahsın (Moğolbay'ın) sakalını ve bıyığını traş ettirdikten sonra, ayrıca onu uyuz ve topal bir eşeğe bindirerek geri gönderir. Bu durum, o zamanki telâkiye göre savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterir. 24 Ağustos'ta başlayan ve iki gün kadar devam eden savaşta, Kölemenler kesin bir mağlûbiyete düşer. Üstelik, asker sayısı daha fazla olan Sultan Gavri bile canını kurtaramaz. Ordusuyla birlikte iki gün sonra büyük bir zafer edasıyla Halep'e giren Sultan Selim, şehri teslim alır ve burada iki hafta kaldıktan sonra Şâm–ı Şerif'e doğru yoluna devam eder. 24.08.2009 E-Posta: [email protected] |