M. Latif SALİHOĞLU |
|
Hesna Hanımı ağlatan selâm |
Geçen hafta (22 Temmuz) vefat yıl dönümü vesilesiyle kendisinden bahsettiğimiz Denizli hakimlerinden Senirkentli Hesna Şener Hanımla ilgili yazı pek büyük bir alâkaya mazhar oldu. Emin olun, kendim de o bahsi yazarken gözyaşlarına hakim olamamıştım. Düşünün ki, din lehinde "imâ yoluyla" dahi söz etmenin adeta cürüm sayıldığı o dehşetli zulmet (1944) zamanında, Hesna Hanım, müthiş bir cesaret göstererek, sırf "Bediüzzaman'ı beraat ettirmek" için gönüllü olarak dâvâya katılmayı kabul etmişti. İşte, bu müstesna şefkat kahramanı hakkında tesbit ettiğimiz bir başka hatırayı da, duyulan ihtiyaç üzerine burada sizlere takdim ediyoruz. 1991'de İstanbul Sarıyer'deki demir hurda dükkânında bizzat görüştüğümüz Süleyman Gültekin isimli emekli polis, Hesna Şener Hanımla ilgili olarak bize şunları anlatmıştı: "Denizli mahkemesinin nihaî karar gününden (15 Haziran 1944) bir gün evveldi. Hapishanede bulunan Said Nursî beni çağırdı ve 'Süleyman Bey, adliyeye kadar gidebilir misin?' dedi. "Memnuniyetle" diye cevap verince de, aynen şunları söyledi: 'Git, orada hakime Hesna Hanımı bul ve benim ona hususî selâmlarımı söyle. Ayrıca de ki, o benim dünya ve âhiret kardeşimdir.' "Hemen doğruca adliye vardım. Hakimler bir odada toplanmış, ertesi gün verecekleri kararı görüşüyorlardı. Ankara'dan şiddetli bir baskı gelmişti. Nursî'ye en ağır cezanın verilmesi isteniyordu. Hesna Hanım ise, vardığımda Bediüzzaman'ı pervasızca savunuyor ve mutlaka beraat kararı vermeleri gerektiğini söylüyordu. Aksi halde, vicdanlarının ve meslek haysiyetlerinin çiğnenmiş olacağını vurguluyordu. "Yanlarına vardığımda ise, Hesna Hanım, Bediüzzaman'ın 'ilm–i hakikat sahibi' olduğunu, yani duvarın ötesini de gören bir zât olduğunu ve böyle biz zâta vicdan sahibi hiçbir hukukçunun ceza veremeyeceğini söylüyordu. "Beni gördüklerinde, 'Buyur Süleyman Bey' dediler. Ben de 'Beni Bediüzzaman gönderdi' deyince, ortalık bir anda buz kesti. Ordakiler adeta donup kaldılar. Hesna Hanım ise, hüngür hüngür ağlamaya başladı ve anlat dedi, anlat o 'ilm–i hakikat sahibi zâtın ne dediğini... "Benim anlattıklarımdan öylesine etkilendiler ki, daha konuşacak halleri kalmadı."
Bediüzzaman'ın Seyyidliği
Muhtelif vesilelerle ençok muhatap olduğumuz suâllerden biri, Üstad Bediüzzaman'ın Kürtlüğü ve Seyyidliği hakkındadır. Geçtiğimiz günlerde aynı mevzuyla alâkalı suâllere bir kez daha muhatap olduk. Bu mesele, kâmil mânâsıyla cevap bulmadığı, yahut vüzûha kavuşturulmadığı takdirde, maalesef zihinler bulanmakta, kafalarda istifhamlar oluşmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerinin Âl-i Beyt'ten olduğu ve Seyyidler neslinden geldiğine dair geniş bir dosya çalışması yapmış ve bunu iki-üç sene kadar evvel dizi halinde neşretmiştik. Arzu edenlerin e-posta adresine arşivimizde kayıtlı olan bu dosyayı memnuniyetle gönderebiliriz. Burada, şimdilik çok kısa ve gayet net ifadelerle şunları söylemek isteriz ki: Başta Üstad Bediüzzaman ve ailesi olmak üzere, Nurs Köyü halkının tamamı zahirî tarih nazarında Kürttür. Ancak, onlar hakikatte Seyyiddirler. Dolayısıyla, Hz. Bediüzzaman, mânen olduğu gibi, neslen de Âl-i Beyt'tendir ve evlâd-ı Resûl'dür. Anne tarafından Hüseynî, baba tarafından Hasenîdir. Keza, Kuleönü'lü "Büyük Ruhlu Küçük Ali" kat'î ifadesiyle, Üstad Bediüzzaman'ın omuzları üzerinde sarih olarak "kadem-i Resûl-i Ekrem"in (asm) izi vardır. Ayrıca, Üstad Nursî, Kürtlerin ilk akrabalarının Araplar olduğunu söylerken, bizim yaptığımız araştırmalara göre de, Kürtlerin neredeyse yarısına yakını Seyyidler nesline karışmış, dahil olmuştur. Bilhassa, Emeviler'in zalim Basra valisi Haccac-ı Zalim zamanında kıyıma uğrayarak yerlerinden yurtlarından olan Seyyidlerin çoğu, daha ziyade Kürtlerle meskûn yukarı Mezopotamya'ya doğru hicret edip gelmiş ve yerli halktan da büyük hürmet gördükleri için buralara yerleşmişlerdir. Bunların bir kısmı da, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine hicret edip gitmişlerdir.
NOT: Sıklıkla muhatap olduğumuz bir diğer suâl ise, Mehdiyet meselesiyle ilgilidir. Bu mevzuda suâl–cevap tarzında hazırladığımız bir çalışmayı, yarından itibaren takip edebilirsiniz.
Tarihin yorumu 27 Temmuz 1953
Yaklaşık üç yıldır süren ve bütün dünyayı yakından ilgilendiren Kore Savaşı, 27 Temmuz 1953'te nihayet sona erdi. Daha önce başlayan sınır çatışmaları neticesi, 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore ordusu, 38. paraleli geçerek Güney Kore topraklarını işgal etti. Bu istilâ sebebiyle Birleşmiş Milletler Teşkilâtı harekete geçerek üye devletlerin iştiraki ile meydana gelecek bir silâhlı gücün derhal Güney Kore’nin yardımına gönderilmesini kararlaştırdı. Yaklaşık üç sene devam eden savaş, pekçok insanın hayatına mal oldu. BM tarafından 450 bin, komünist Kuzey Kore tarafından da 1.5 milyon olmak üzere yaklaşık iki milyon insan öldü. 17 Ekim 1950 tarihinde 5090 kişilik bir kuvvetle bu çetin savaşa katılan Müslüman Türk ordusu da 900 kadar vatan evlâdını şehit verdi. 27.07.2009 E-Posta: [email protected] |