Basından Seçmeler |
Bir adam, çok cinayet...
Bazen kendinizi bir roman kahramanı gibi hissetmiyor musunuz? Öyle olaylar yaşıyoruz, öyle gerçeklerle karşılaşıyoruz ki ancak polisiye bir “romanda” olabilir bunlar diye düşünüyor insan. Alper Görmüş, geçen gün bir yazı yazmıştı. “Sabancı cinayetinin tetikçisinin Can Dündar’la görüşmesini engelleyen bürokrat, Ali Suat Ertosun muydu?” diye sormuştu. Can Dündar da dün bir yazı yazıp “evet, oydu” dedi. Alper, bugünkü yazısında bütün gelişmeleri detaylı bir şekilde anlatıyor. Ve, o gelişmeler ancak bir romanda olabilecek türden. Düşünün, bu ülkenin en karanlık cinayetlerinden biri Sabancı cinayeti. O cinayetleri işleyen ekipten Fehriye Erdal’ı Sabancı Center’daki işine, Susurluk kazasında Abdullah Çatlı'yla birlikte ölen bir polis şefinin yerleştirdiği anlaşılmıştı. Polis şefinin “yerleştirdiği” kız, silahlı bir “sol” örgütün militanı çıktı. Tetikçilerin içeri girmesine yardım etti. Cinayeti işleyenler hep birlikte kaçmayı başardılar. Erdal, hâlâ Belçika’da. Cinayeti işleyen Mustafa Duyar ise daha sonra Suriye’de Türk makamlarına teslim oldu. Getirilip hapishaneye kondu. Duyar hapishanedeyken, “itirafçı” olmak istediğini, olayın içyüzünü anlatacağını bildirmiş resmî makamlara. “Resmî makamlar” bu isteğe “hayır,” diye cevap vermişler, “itirafçı olamazsın, geç kaldın” denmiş. Devlet, cinayetin aydınlatılmasını önlemiş. Tabii burada şunu da sormalıyız, “devleti temsilen” hangi görevli Duyar’ın konuşma isteğine “hayır” dedi. Eğer, bu “resmî kişi” de Ertosun çıkarsa hiç şaşırmam. Duyarı devlet dinlememiş ama Can Dündar, “devletin dinlemediğini bari ben dinleyeyim” deyip Mustafa Duyarla konuşmak için Adalet Bakanı’ndan izin istemiş. Bakan izin vermiş. Ama görüşme gerçekleşmemiş. Ali Suat Ertosun görüşmeyi engellemiş. Böylece Sabancı’nın katili ne devlete, ne de bir gazeteciye “cinayetin içyüzünü” anlatabilmiş. O sırada Ertosun, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü olarak görev yapıyormuş. Nuri ve Vedat Ergin kardeşlerin yönetimindeki “Karagümrük Çetesi” diye tanınan grubu, konuşmasına izin vermediği Mustafa Duyar’ın bulunduğu hapishaneye nakletmiş. Karagümrük Çetesi, iki hafta sonra Mustafa Duyar’ı hapishanede öldürmüş. İki hafta sonra. Gitmişler Duyar’ı öldürmüşler ve sonra başka bir cezaevine nakledilmişler. Sonra ne olmuş? Can Dündar’ın yazdığına göre ondan sonra “susturulma sırası” Ergin kardeşlere gelmiş. Bu iki kardeşin bulunduğu hapishaneye onların “kanlısı” olan Alaaddin Çakıcı’nın adamları “nakledilmiş.” “Nakilleri” ayarlayan adam iki düşman grubu aynı hapishaneye koymuş. Ergin kardeşler, neyin tezgâhlandığını anlamışlar. Ayaklanma çıkartıp, bu sefer hapishanede beş kişiyi öldürmüşler. İsyan sırasında Nuri Ergin kameralara, “bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü” diye bağırmış. Kardeşi Vedat Ergin de “Veli Küçük’ü arayın, beni sorun, başka bir şey demiyorum” demiş. Kimse Nuri Ergin’e “ne demek istedin” diye sormamış. Kardeşine de soru soran olmamış. İşin bence en tuhaf taraflarından biri, basın da olayın üstüne çok fazla gidip işi derinleştirmemiş. Bir roman gibi, değil mi? Gerçek hayatta böyle şeyler olabileceğine kaç ülkenin insanı inanır? Ama biz bütün bunların gerçek olduğunun bilindiği bir ülkede yaşıyoruz. Ve, bütün bu kanlı olayların arkasında hep aynı ismi görüyoruz. Ali Suat Ertosun. Duyar’ın konuşmasını engelleyen o, Ergin kardeşleri Duyar’ın hapishanesine nakleden o, Çakıcı’nın adamlarını Ergin kardeşlerin hapishanesine nakleden gene o. Bu kadar tuhaflık “devletin” dikkatini çekmemiş. Ya da çekmiş, çünkü AKP’li Cemil Çiçek’in önerisiyle Ertosun’a madalya verilmiş, kendisi Cumhurbaşkanı Gül tarafından Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na atanmış. Şimdi aynı Ertosun, Ergenekon davasının savcılarının değiştirilmesi için kendini “deşifre” etme pahasına canla başla mücadele ediyor. Alper’in bu konudaki çağrısına katılıyorum ben de. “Duyar dosyası yeniden açılmalı.” Fehriye Erdal’ın Sabancı Center’a bir polis şefi tarafından yerleştirilmesi de yeniden soruşturulmalı. Sanırım, “Duyar cinayeti” Susurluk ile Ergenekon arasındaki “bağı” gösterebilecek bir olay. “Devlette devamlılık var” anlayacağınız. Duyar’ı susturmaktan Ergenekon savcılarının elini kolunu bağlamaya uzanan bir olaylar zinciri sürüyor. Bu zinciri kırıp, geriye doğru sarmanın zamanı geldi bence. Bu zincir kırılmazsa ülkenin ayağına dolanacak çünkü.
Taraf, 24 Temmuz 2009 |
Ahmet Altan 25.07.2009 |
Bir korku filmi ve gerçek devlet
Türkİye’de yaşananlar, basından öğrendiklerimiz, duyduklarımız en korkunç korku filmlerinden de daha korkunç. Taraf gazetesinde Sayın Alper Görmüş geçtiğimiz günlerde Milliyet gazetesi yazarı Sayın Can Dündar’dan tatil dönüşü ilk yazısında kendisinden HSYK üyesi Sayın Ali Suat Ertosun’un Bakan iznine rağmen yaptığı bir bürokratik tasarrufu ile açıklama beklediğini yazmış idi. Can Dündar da gerçekten tatil dönüşü ilk yazısında, ‘Evet! Oydu’ başlıklı yazısında, HSYK üyesi Sayın Ali Suat Ertosun’un Sabancı cinayeti zanlısı Mustafa Duyar’ın hapishanede öldürülmesi sürecinde, Karagümrük çetesinin Afyon Cezaevi’ne ‘kendilerini naklettirme’ sürecinde oynadığı iddia edilen rolü yazıyor. Yukarıda ‘kendilerini naklettirme’ süreci diye bir komik ifade kullanıyorum. Mehmet Altan, asıl mesleği gazetecilik olmasa da bu konuda geçtiğimiz günlerde Star gazetesi başyazısında çok ilginç bir nokta yakalıyor ve yayınlıyor. İnternette google’a Mustafa Duyar diye yazdığınızda karşınıza sayısız kaynak çıkıyor ve bunlardan biri de Hürriyet gazetesinin 16 Şubat 1999 tarihli sayısında ‘Güvence’de infaz’ başlıklı, Mustafa Duyar’ın Afyon Cezaevi’nde Karagümrük çetesi tarafından öldürülmesi meselesini konu alan bir haber. Prof. Mehmet Altan’ın dikkatli ve tecrübeli gözüne de bu haberde kullanılan ‘tutuklandıktan sonra kendilerini Afyon Cezaevi’ne naklettiren Karagümrük çetesi’ biçiminde bir ifade çarpıyor. Bir çetenin kendini bir cezaevinden başka bir cezaevine kendi kendine ‘naklettirmesinin’ ne anlama geldiğini Mehmet’in yazısından beri Hürriyet gazetesi yönetiminden bekliyoruz. Oysa anlaşılan, daha doğrusu o günden beri bilinen basit gerçek bu nakil işinin o günün Ceza ve Tevfikevleri Genel Müdürü, sonrasının Yargıtay üyesi, bugünün de HSYK üyesi Sayın Ali Suat Ertosun’un direktifi ya da en azından bilgisi dahilinde olduğu. Mustafa Duyar öldürülmeden hemen önce Can Dündar’ın görüşme talebini kabul ediyor, söyleyeceği çok önemli şeyler olduğunu ifade ediyor, Adalet Bakanı Sayın Hasan Denizkurdu izin sağlıyor ama bugünün HSYK üyesi Sayın Ertosun bu görüşmeyi engelliyor, arkasından Karagümrük çetesi kendilerini Afyon Cezaevi’ne naklettiriyor (Hürriyet, 16 Şubat 1999) ve Özdemir Sabancı cinayeti sonrası hapiste evlenip çocuk sahibi olan, çocuğuna öldürdüğü adamın ismini, Özdemir ismini koyan Mustafa Duyar öldürülüyor. Karagümrük çetesi lideri de cezaevi damından, daha o tarihlerde ‘bu meseleyi Veli Küçük’e sorun’ (televizyon kayıtları mevcut) diye bağırıyor. Ne ilginç bir hikâye değil mi? Bendenize de seneler önce Fehriye Erdal’ın Belçika’dan iade taleplerinin neden yanlış maddeye istinaden yapıldığını sorduğum bir yazıma Adalet Bakanlığı’ndan çok ilginç bir açıklama gelmiş idi; Bakanlık yazısı Fehriye Erdal doğru maddeden istenir ise Rahşan affı nedeniyle Fehriye Erdal’ın Türkiye gelir gelmez serbest kalacağından bahsediyordu. Yanlış maddeden istenip hiç gelmemesi anlaşılan Fehriye Erdal’ın Türkiye dönmesinden daha istenen bir durum. Yine ne ilginç bir hikaye değil mi? Sabancı cinayetinin iki faili (Fehriye Erdal, İsmail Akkol) daha muhtemelen (?) henüz hayattalar. Bu iki kişiyi sağ olarak ülkeye getirmek, gerekirse tanık koruma programına almak, estetik ameliyatı ile yeni bir yaşam sağlamak Türkiye Devleti’nin gücünü çok aşan konular mı? Yoksa böyle bir durum hiç istenmiyor mu? Bugün ise Cemil Çiçek’in Devlet Üstün Hizmet madalyası verdirdiği, Karagümrük çetesini Afyon cezaevine naklettiren Ali Suat Ertosun HSYK üyesi olarak Ergenekon savcı ve hakimlerini başka yerlere tayin ettirmeye çalışıyor. Lafı evirmeye, çevirmeye gerek yok, soru çok net: ‘Burada gerçek bir devlet var mı?’
Star, 24 Temmuz 2009 |
Eser Karakaş 25.07.2009 |
Derecik Taburu Katliâmı ve Kürt Açılımı
Bugünlerde iyice sıcaklaşan “Kürt Açılımı” projelerini değerlendirir, tartışmalara katılırken Derecik Taburu katliamını hiç unutmayın.Derecik taburu katliamı münferit bir olay değildir. O topraklarda devletin yıllar yılı sistematik bir şekilde uyguladığı baskı ve zulüm politikasının şans eseri açığa çıkarılabilen bir örneğidir yalnızca. Mesela, aranızdan kaçı bundan 8 yıl önceki Akkise olayını hatırlıyor? Kafasının tası atan jandarma komutanının belde meydanında masanın üstüne çıkıp meydanda toplanan köylüleri kaleşnikof ile tarayışını hatırlayanız var mı? (...) PKK ile savaş 25 yıldır bitmediyse, PKK’lılar öldür öldür tükenmediyse, işte Derecik Taburu Katliamı gibi, Akkise olayı gibi olaylar yüzünden tükenmedi. Asker bir öldürdüyse yerine 3 genç dağa çıktı. Köyleri yakılan, köy meydanlarında meydan dayağı atılan, pislik yedirilen, dipçiklenen; yakınları jandarma karakollarında yok edilen, kurşuna dizilen, işkence edilen, Diyarbakır Cezaevi’nde cayır cayır yakılan insanlar bu cehennemde yaşamaktansa ölümle kucaklaşmak üzere dağlara koştular. Şimdi, gündemde olan “Kürt Açılımı”nı tartışırken bunu sakın unutmayın. PKK’lılar sizin de bir yakınınızı şehit etmiş olabilir; sizin de canınız yanmış olabilir estirdikleri terörden. Onları belki affedemeyebilirsiniz. Ama anlamaya çalışmalısınız. Eğer ceza hukukunda ağır tahrik diye bir kavram varsa, bu en fazla dağdaki PKK’lılar için geçerlidir. Derecik’te olup bitenlerden daha ağır tahrik olabilir mi? Bir insanın gözünün dönüp her şeyi göze alarak silaha sarılması için daha başka ne yapılabilirdi? O yüzden de diyorum ki, bugünlerde Kürt Açılımı tartışmaları içinde birileri aftan söz ettiğinde, “Vay, devlete isyan eden silah çeken affedilir mi?” demeden önce, o devletin bu halkı isyan ettirmek için elinden geleni ardına koymadığını da hesaba katın. Ya da açılım tartışmaları içinde söz PKK’nın siyasallaşmasına geldiğinde; yani Kürtler şu malum suçlayıcı klişe ile söyleyecek olursak, etnik siyaset yapma haklarını güvenceye almak istediklerinde, “Etnik siyasete izin verilemez” diye karşı çıkmadan önce düşünün: Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca gerek devlet bürokrasisinin gerek iktidardaki bütün partilerin Kürtler’e karşı etnik siyaset yaptığını unutmayın. Peki şimdi, başlarına ne geldiyse etnisiteleri yüzünden gelen bu insanların etnik kimliklerini unutup kimlik siyasetini terk etmelerini nasıl bekleriz? Dağlarında hâlâ “Ne mutlu Türküm diyene” yazan bir ülkede etnik siyaset yasağı koymaya kalkmanın, hakim etnisitenin baskı ve asimilasyon politikasının sürmesini istemekten başka anlamı olabilir mi? Yine, özerklik veya federasyon lafları duyduğunuzda, “Yani ayrılmak mı istiyorlar?” diye hop oturup hop kalkmadan önce, kendinizi dipçikle karnındaki bebeği öldürülen, komşusu gözünün önünde canlı canlı ateşe atılan köylülerin yerine koyun. Anlatılanlar, Yunan ordusunun Ege köylerinde yaptıkları mezalime ne kadar çok benziyor değil mi? Ya da Ermeni tehciri sırasında yaşananlara? O köylülerin kendilerine bu mezalimi yapan devleti kendi devletleri gibi görmeleri mümkün mü? Yaşanan bunca deneyden sonra bu devletin bölgedeki memurlarına, müdürlerine, jandarmasına, komutanına güvenmelerini nasıl bekleyebiliriz? Onların “Birlikte yaşayalım ama bizim belli bir özerkliğimiz olsun; kendi yerel meclisimizi kuralım, yerel yöneticilerimizi kendimiz seçelim” demelerini nasıl yadırgarız? Bizim okurken tüylerimizi ürperten olayları bizzat yaşayan o insanların devlete güvenmeme hakkı vardır. Varlığını, kimliğini, can güvenliğini güvence altına almak için sözler ve iyi niyet beyanları dışında kurumsal ve anayasal güvencelere ihtiyacı vardır. Bunu anlayışla karşılamalıyız. Yarın öbür gün Türkiye’de demokratik ve şeffaf bir devlet yapısı kurmayı başardığımızda, onların da devlete karşı duyguları değişecek elbet. Ama bunun kolay bir iş olmadığını, Kürtler’in devlete yeniden güven duymasının çok zaman alacağını kabul etmemiz gerek. Bugün empati kurma günü... Karşımızda onuru kırılmış, çok zulüm görmüş, çok acı çekmiş yaralı bir halk var. Biz Türkler olarak devletin Kürtler’e yaptığı zulmün önüne geçmeyi başaramadık. Çoğumuz sadece seyrettik, kimilerimiz denedik, onlarla birlikte acı çektik ama zulmü önleyemedik. Ama hiç değilse şimdi bir şey yapabiliriz: Bize öğretilen bütün klişeleri elimizin tersiyle itip Kürtler’in taleplerini anlamaya çalışabilir, her şeye yeniden taze bir bakışla bakabilir, bu yaralı halkın ayağa kalkması için elimizi uzatabiliriz.
Bugün, 24 Temmuz 2009 |
Gülay Göktürk 25.07.2009 |