M. Latif SALİHOĞLU |
|
Tam 101 sene geçti |
Bugün adına "demokrasi" dediğimiz meşrûtiyetin ikinci kez ilân edilmesinin (24 Temmuz 1909) üzerinden tam 101 yıllık bir zaman dilimi geçti. Türkiye, esasında yaklaşık 150 yıldır hürriyet ve demokrasi mücadelesi veriyor. 1965'te Genç Osmanlılar Cemiyetinin (Jön Türkler/Fr: Jeunes Turcs) kurulmasıyla meydana çıkan bu mücadele, 1876 yılı sonlarında ilk meyvesini vermeye başladı. Henüz yeni tahta çıkmış olan Sultan II. Abdülhamit, 23 Aralıkta Kànuni Esâsiyi (anayasa) kabul ile meşrûtiyet sistemini ilân etmiş oldu. Ardından, Mebûsan ile Âyân Meclisleri kuruldu ve böylece meşrûtî yönetime geçilmiş oldu. Ne var ki, bu demokrasi bayramının ömrü çok kısa sürdü. Osmanlı–Rus harbi (1878) dağdağası içinde Meclis feshedildi, anayasa askıya alındı; böylelikle meşrûtiyetin birinci faslı kapanmış oldu. Sultan II. Abdülhamid, otuz yıl müddetle meşrûtiyetin önünde setler oluşturup engeller koymakla meşgul olurken, Ahrarlar denilen Osmanlı hürriyetçileri ise, bugünkü anlamıyla demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermeye devam etti. Bu uğurda çok büyük bedeller de ödendi. Ancak, yine de hürriyet ve meşrûtiyet bir türlü avdet etmiyordu. Asker ve sivil kesimden birçok Osmanlı aydını meşrûtiyet mücadelesi vermeye kararlılıkla devam ediyordu. Ancak, ortada çok büyük bir eksiklik vardı: Medrese cenahından, yani ulemâ canibinden hemen hiç destek yoktu. Meşrûtiyetin Kur'ân'a uygun, İslâmla barışık bir sistem olduğunu izah edecek âlimler bulunmuyordu. Yani, bu cihette ürkütücü olduğu kadar, pek düşündürücü bir boşluk var. İşte, o büyük boşluğu da, 1907 yılı sonlarında Osmanlı devlet merkezine, yani Dersaadet'e gelen Bediüzzaman Said Nursî doldurdu. İstanbul'a gelir gelmez hükümete maarif konusunda bir dilekçe veren genç Said, ayrıca Şekerci Handa kendisine tahsis edilen ofisi bir cihette "meclis–i efkâr"a çevirerek, ulemâ ve hükemâya meydan okuyarak, gerek ilmî ve gerekse siyasî meselelerde fikir ve hatta inisiyatif sahibi olduğunu kamuoyuna ilân etti. Bediüzzaman, bununla da yetinmeyerek, İstanbul'un en gözde camilerinde vaazlar verip hitabelerde bulunarak, hürriyet hakikatini ve meşrûtiyetin faziletini kitlelere mal etmeye çalıştı. Tutuklanıp hapse atılmasına rağmen, o bu dâvâsından asla vazgeçmedi. Hapiste mahkûm iken dahi, hükmetmeye devam ediyordu. Her büyük dâvâ bir bedel gerektiriyordu; Üstad Bediüzzaman da bedel ödüyor ve hayatı pahasına bu bedeli ödemeye hazır olduğunu bilfiil ispat ediyordu. Jön Türklere mensup Niyazi ve Enver Bey gibi gözüpek subaylar, Bediüzzaman'ın bu cesurane hizmetinden cesaret alarak, 1908 Temmuz'unda Sultan Abdülhamid'in mutlakiyet rejimine karşı direnişe geçtiler. Rumeli'de yıllardır Balkan çeteleri ile Makedon komitacılarına karşı yiğitçe mücadele veren Kolağası Niyazi Bey Manastır'da, Binbaşı Enver Bey de Selanik'te askerleriyle birlikte dağa çıkarak, Sultan Abdülhamid'i meşrutiyet idaresini yeniden ilân etmeye zorladılar. Padişah, ilk başta meselenin ciddiyetinin farkında değildi. Bunu basit bir isyan hareketi zannederek, asker kuvvetiyle bastırmayı düşündü. Hatta Birinci Ferik (Korgeneral) Şemsi Paşayı teftiş ve gözdağı vermek maksadıyla Manastır'a gönderdi. Ancak, umduğu neticeyi alamadığı gibi, durum daha da aleyhine döndü. Bu arada, 20 Temmuz'da toplanan Arnavutluk kurultayı da, meşrûtiyetin derhal ilân edilmesini istedi; aksi halde, İstanbul'a doğru yürüyüşe geçeceklerini bildirdi. Sultan Abdülhamid, durumun fevkalâde ciddî olduğu görüp durakladı, hatta geri adım atmak zorunda kaldı. Meselenin olgunlaştığına kanaat getiren Enver ve Niyazi Beyler, arayı hiç soğutmayarak 23 Temmuz günü Selanik ve Manastır'dan hürriyeti ilân ettiklerini İstanbul'a bildirdiler. Artık, hadiselerin fıtrî seyrine razı olmaktan başka çaresi kalmayan Sultan Abdülhamid de, ertesi gün, yani 24 Temmuz 1908'de resmî bir fermanla meşrutiyetin yeniden tesis edileceğini ilân etti.
Bunun adı "Hürriyet Bayramı"dır Doğrusunu söylemek gerekirse, bu tarihte ilân edilen şey, meşrûtiyetten ziyade hürriyettir. Meşrutiyet, tâ 1876'dan beri vardı ve sadece askıya alınmıştı. Nitekim, 23 Temmuz günü Manastır'da ilân edilen şeyin adı "hürriyet" idi ve Niyazi ile Enver Beyler de "kahraman–ı hürriyet" denilerek alkışlanıyorlardı. Üstelik, bu tarih resmî olarak da "Hürriyet Bayramı" günü kabul edildi. Öyle ki, 1935 yılına kadar bile her 23 Temmuz günü "Hürriyet Bayramı" şeklinde kutlanmaya devam etti. Hürriyetin ilânını müteakip, Kànuni Esâsi tekrar yürürlüğe kondu, ardından yeniden Mebûsan ile Âyân Meclisleri teşkil edilerek, meşrûtiyetin ikinci faslına geçilmiş oldu. Bu faslın ömrü de, nice teessüfler olsun ki pek kısa sürdü. Daha birinci senesini doldurmayan yeni meşrûtiyet, yine meşrûtiyet adına hançerlenerek katledildi. Katil ise, Jön Türklerin ve İttihatçıların içine sızıp sinsice faaliyet yürüten gayr–ı Türk, gayr–ı müslim komitacı ruhlu heriflerdi. Tetikçi ise, Selanik Ordusu da denilen bozguncu Hareket Ordusunun içindeki canilerdi. Hariçten de kuvvet alan bu şer ittifakı, hürriyet ve meşrûtiyeti bu millete çok gördüler. Serpilip boy vermesinden de ürktüler. Yegâne çare olarak bu sistemi boğazlayarak katletmeyi bildiler ve onu yaptılar. Böylelikle, Mutlakıyet devrinin hafif istibdadı, meşrûtiyette yerini tam hürriyet yerine şiddetli bir istibdada terk etti. Cumhuriyet devrinde mutlak istibdada dönüşen rejim, ancak 1950'de bir derece nefes alabildi. Neyse ki, çıkmayan candan ümit kesilmez. 1908'de ancak 10 ay hürriyet havası teneffüs eden meşrutiyet, 1950'de ise 10 yıllık bir hürriyet devresi yaşadı. Yaklaşık yüz elli yıldır düşe kalka giden demokrasi mücadelesi, ümit ediyoruz ki, önümüzdeki dönemde daha parlak bir sûrette şahlanarak istikbâle müteveccih olarak yoluna devam edip gidecek. 25.07.2009 E-Posta: [email protected] |