25 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

YENİ BİR SABAHA KURMALI SAATLERİ


A+ | A-

Evet, yeni bir sabaha…

Ardından ”Bismillah” aydınlığa… Işığa…

Gece bir Kâbe örtüsüdür siyah, kaplar bütün mevcudatın üstünü şefkatle…

Geceler konuşur… Kalbi ve kulağı olana, duyana konuşur.

Sen hangi gecelerde saklısında bu sesi duymuyorsun? Nerdesin? Hangi perdelerin ardındasın?

Bak, bir yıldız aktı az önce yine görmedin. "Yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri.”

Yine bilmedin, niye bilemedin?

Neden?

Sen niçin buradasın?

Neden bu dünyadasın?

Sen nerdesin?

Her şey, herkes görevinin başında, sen niye yoksun?

Niye kaçıyorsun?

Yönün, yanın nereye çevrili?

Hâla bedenine değer veriyorsun, üstüne titriyorsun, ama ruhun üşüyor farkında mısın?

Ceplerini değil ruhunu bir yokla, çaldırmış olmayasın…

Her yer boş kafeslerle dolu, ruh kuşları uçmuşta gitmiş kimsenin haberi yok.

Ruhsuz bedenler dolaşıyor orta yerde. Elinde kuşsuz bir kafes, ne yapacaksın onu?

Hâlâ bedenin emrindesin. Ruhun sesine ne zaman kulak vereceksin?

Geceler kara değildir. Kararların anıdır, geçişlerin odağıdır. Her an kendi hakkını ister.

Bizi uyandırır. Geceler uyumak için değil, uyanmak içindir.

Geceler konuşur, kalbi ölmemiş ruhu sönmemiş olanlarla.

Geceler söylenmeyen sırlar gibidir. Sırlar denizidir, uyanmamızı bekler konuşmak için…

Gökyüzü bahçesinin ışıktan yollarını gör artık.

Tadına doyamayacaksın bu şehrayin. O gözle bir bak hele. Kaçırdığın güzelliklere bin pişman olacaksın.

Biri çıkıp sormadan o zor soruyu: "Bana ay'ı, yıldızları anlat, gökyüzünü geceyi, siyahı anlat” derse bir gün, ne cevap vereceksin.

Susuyorsun, susmakta bir konuşmaktır biliyorsun. Hazırla kendini, sorulacak o zor sorulara. Gece, bir kabirdir… Herkesin aydınlığı inancı kadardır.

Gece bir Kâbe örtüsüdür siyah. Bütün renklerin ve beyazın anası siyah.

Gece uyarma anıdır, uyarılma anıdır ve uyanış zamanıdır. “Geceleyin ve yıldızlar kaybolurken de O’nu tesbih et.” (et-Tûr, 49)

Dillerin tutulduğu, özürlerin geçersiz kaldığı günler gelmeden önce, geceler bir fırsattır. Gündüz, kalabalıklar içinde hoyratça harcadığın zamanın kime ait olduğunu düşünmek vaktidir, muhasebe anıdır geceler. Getir bakalım ömür defterini, çevir bakalım gün gün, saniye saniye yazdığın sayfalarını, denmeden önce, uyuma değil uyanma vaktidir geceler.

Bak bir yıldız aktı, akıp giden senin ömrün. Gözlerinin önünden geçip, giden senin hayatın. Hangi suya, hangi aynaya baksan aynı gerçeği göreceksin. Geçip giden her an, senin hayatından.

….

Serin kumlara uzanıp bir yatsı vakti; "Allah” demeli diller…

Gece dalgalı bir deniz. Gökyüzü sanki yeryüzüne inmiş zannedersiniz. Ve köpük köpük içmek istersiniz bir yudumda. Kelimeler bir duâ olur dökülür dilimizden ve şarkılardan kurtaramazsınız yakanızı; "Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey / Yıldızların altında ibadet ne güzel şey”…

Yeni bir günün doğumu için her şey. Her hazırlık onun için. Eski bir gün gidiyor, ümitlerle dolu yeni bir gün geliyor. Gecenin, yani karanlığın ta içinden. Gecenin içinde oluyor bütün bunlar.

Geceler uyumamızı değil, uyanmamızı bekliyor.

Haydi, toparlan, bir vazifen var. Sana Hayatı Verene karşı, sonsuz bir borcun var.

Kalk hadi, vefalı ol. Seni seveni, seni bir damla sudan halk edeni, bekletme. Çağrılısın huzuruna, kıymetini bil bu dâvetin.

Sen ve Rabbin birde melekler var şahidi bu gecenin. Kalk hadi, bin yıllık uykudan kalkar gibi. Ağırdır bu uykular, ağırdır bu yataklar, davran vakit varken, aç gözünü, yıldızlar seni bekliyor. Kâinat korusu şefini bekliyor. Senin bir kerecik olsun “Allah” demeni, eğilmeni, yüzünü secdelere sürmeni bekliyor.

Hiç bir ses, senin sesin kadar güzel değil bu kâinatta. Hiçbir müzik aleti, hiçbir varlığın sesi, hiçbir ses insan sesinin anlatma gücüne sahip değil. Sen öyle ulvî bir sesin ve nefesin sahibisin.

Kalk hadi, nazlanma, sahibin Efendin bekliyor.

Kurtul nefsin esaretinden, şeytana kölelikten, kurtul gecenin bu vaktinde.

Ümit, açık denizlerin ve o karanlık gecelerin uyumayan gözleridir. Feneridir açıklarda seyreden ruhların. Her şey yerli yerinde bir sen yoksun burada, bu koroda.

Nerdesin? Yıldızlar seni soruyor.

Denizler, dalgalar ve melekler seni soruyor. Nerdesin?

Seslerine ses vermeni bekliyorlar.

Yıldızlar konuşuyor:

”Bizler boşlukta duruyor değiliz, Allahın tayin ettiği yerdeyiz. Nerde bizim kumandanımız. Nerde hâlimizden ibadetimizden anlayanımız? “

Soruyor yıldızlar nerdesin?

Yarınlara ışık, yarınlara ümit dolu aydınlık, hep gecelerde saklı.

….

Yeniden bir uyanışa sabahla beraber var mısın?

Yeni bir sabaha kurmalı saatleri.

Hazır mısın?

Uyanışa geceden başlamalısın. Geceler uyanmak içindir.

Gece bir Kâbe örtüsüdür. Üşüyen ruhumuzu örtüp saralım. Gecenin rengine boyanalım. Geceler ihmale gelmez. Geceleri unutmayalım.

Bir kuyruklu yıldızın aydınlığı deymeli yüreğimize. O yürek derinden ‘Allah’ demeli.

Her zaman olduğu gibi, Allahı anmak o aşkla yananlara vergi. Allah'la olmak, Allah'la yaşamak o ruhlara has. O ruhlardan biri, niye sen olmayasın?

Niye biz olmayalım? Yeter ki uyanmayı isteyelim.

Geceyi bir Kâbe örtüsü bil. Yapış o mübarek örtünün eteğine. Gücünü tazele tövbelerle. Gözyaşıyla abdest almanın vaktidir. Bil ki, geceler altından kıymetlidir.

Duyuyor musun gecenin sesini, Ağustos böceklerinin zikrini, tek falso ses yok. Nasıl bir uyum, nasıl bir ahenk bu?

Hâlâ uykularda mısın, kör kuyularda mısın?

Hâlâ düşünmeyecek misin?

Can dedikleri can, içre can, hanisin, nicesin, nerdesin?

Bir kere verildi, bir daha verilmeyecek bu fırsat. Bu gece karar anıdır. Geceler doğuş ve uyanış zamanıdır.

….

Kalktın mı, uyandın mı? Çok şükür.

Tövbeler yakışıyor diline…

Pişmanlık yüreğini yakarken, gecelerin nurunda yıkanıp serinle.

Gör bak gecelerin içinde; ne günler, ne güneşler varmış…

“…Haydi, çevir gözünü: en küçük bir kusur görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir.” (Mülk Sûresi 3–4)

Allahım en güzel fermanla geldim kapına, gecelerin yüzü suyuna, gecelerin katına eriştim çok şükür.

Allahım bende, bu fakirde Mi'racın bir sırrına eriştim çok şükür.

Sonsuz selâm Habibine ( asm) hamd sana..

Geceler, aydınlık yarına gebeler.

Ve sabırlı bekleyişler.

Ay ışığı besliyor kanımızı, canımızı. Hasret; sana ya Rab, resulüne, kitabına ve o resulün ashabına. Hasret ki, sınırları zorluyor. Saatin tiktakları duyuluyor. Kalbimin sesini duyuyorum, o sesi dinliyorum. 'Allah Allah’ diyen zikrini.

Hayret! Geceler uyanışın vaktiymiş meğer.

Keşkelerin toplanıp ‘eyvah’ olmadan uyanmak ne güzel. Birazdan hasadı başlayacak beyazın. Aydınlığın, o nuranî ışığın. Usulca geç gecenin kenarından; ağaran sabahı, o bembeyaz günü izle. Gün doğmuyor. Senin günün doğuyor. Hayata yeniden başlayacağın günün doğuyor. En karanlık geceden, en aydınlık bir sabah doğuyor.

Mu'cizemi arıyorsun? Gözler önünde, ölü ruhlar nasıl diriliyor gör işte. Ölü ruhlar dirilirde ölü bedenler dirilmez mi?

Bak yıldızlar, günü karşılayan ve rahmeti alkışlayan kuşlar o küçük ağızlar, son bir şey daha söyleyecekler:

“Remzen onlar derler: “Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: / Şefkatle perverdeyiz, hâlimizden memnunuz. / Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer avaz-ı pür-naz / güya kâinat ulvî bir musikîdir / iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri…’’

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allaha ısmarladık. Gel, beraber bir duâ ederiz, sonrada buluşmak üzere ayrılırız…

“Allahümme ihdinassırâtal mustakîm.” Âmin.

( Sözler Shf 744–745 Bediüzzaman Said Nursî).

Sevgili kardeşlerim bin bir rahmetle kuşatılan gün ve geceniz mübarek olsun.

Duâlarınızı bekleyerek İnşallah

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Mehmet Kılıçoğlu Hakk’a yürüdü


A+ | A-

En güzel yolculuk ve en yüce makama yükseliş olan Mi’rac Gecesinin sabahında, bir güzel insan daha Hak’ka yürüdü. Bu “yürüme” arzusu, Kılıçoğlu Abimizin kendi ifadesi ve arzusu olarak sanki bir duânın kabul olduğunu gösteren bir işaret şeklinde gerçekleşti. Mehmet Abimizin abisi olan ve hastalığının her aşamasında yanında bulunarak her türlü hizmetini en güzel şekilde yerine getiren muhterem Mahmut Kılıçoğlu’nun anlattığına göre, son gün Mehmet Abimiz “ben yarın yürüyeceğim” demişti. Halbuki hastalığının şiddetinden vücudunun alt tarafı şişmiş, ayaklarını oynatacak hali kalmamıştı. Mahmut Abimiz, rahmetlinin ayaklarını hareket ettiriyor ve biraz rahatlamasını sağlamaya çalışıyordu. Mehmet Kılıçoğlu ise, ebedî yolculuğuna çıkmadan bir kaç saat önce “Abi ayaklarımı biraz hareket ettir ben yürüyeceğim” diyordu. Demek ki “Hak’ka” yürüyeceğini hissi kablel vuk’u ile hissetmiş ve bunu dile getirmişti.

Mehmet Kılıçoğlu Abimiz, bir buçuk yıl önce mide şikâyeti ile hastaneye başvuruyor. Yapılan ileri tetkikler sonucu, midesinde ur olduğu belirleniyor ve hemen ameliyata karar veriliyor. Hastalığı kendisine açıkça söyleniyor ama o, en ufak bir sarsıntı ve telâş göstermiyor. Sarsılmaz bir iman ve tam bir tevekkül içinde, günlük hayatına devam ediyor. Nitekim hastanede yine bir tetkik sonucunu beklerken, orada bulunan bir hemşire hanım, “amca sizin neyiniz var” diye sorduğunda, her zamanki güler yüzü ile “midemde kanser var da tahlil sonuçlarını bekliyorum” der. Hemşire hanım bu cevap karşısında şok oluyor. Bir kanser hastasının bu kadar soğukkanlı ve metanet içinde olmasına hayret ediyor. Mehmet Abimiz ise, orada da Risâle-i Nurları ders vermeye devam ediyor. “Hastalıklar da görevini yapacak, biz de yapacağız, neticede Allah’ın dediği olacak, telâşa hiç gerek yok”.

Mehmet Kılıçoğlu, hayatını iman ve istikamet dairesinde geçirmiş, iyi bir eğitimci, iyi bir Nur Talebesi, güzel bir insandı. Kendisini tanıyan herkes, onun dürüstlüğüne, ihlâsına ve istikametine şahitlik etmektedir. Eğitimci olması hasebiyle, bir çok genç insanın kalbini Risâle-i Nur’a ısındırmış, onların Nur dairesine girmesine vesile olmuştur. Son görev yeri olan Eskişehir Millî Eğitim Müdürlüğü sırasında, bürokrasi çevresi ile iyi bir diyalog kurmuş, istikrarından ve istikametinden en ufak bir taviz vermeden hizmetlerine devam etmiştir. Pervasız tutumu, samimî ihlâsı ve mükemmel imanı ile fikirlerine muhalif olanların bile itimadını ve iltifatını kazanmıştır.

Nurculuğu Eskişehir’de lise yıllarında tanımış, dersanelerin huzur dolu ortamını görünce kalmakta olduğu yurttan ayrılarak dersaneye yerleşmiştir. Nurculuğun “şevk aşaması” olan ilk yıllarında tam bir şevkle kendini okumaya vermiştir. Daha sonra öğretmen olarak görev yaptığı her yerde Nur fidanları dikmiş, kendisi gibi güzel insanların yetişmesine vesile olmuştur. Her hal ve şart altında tavizsiz istikrar çizgisinde kalarak hizmetlerine devam etmiştir.

Emekli olduktan sonra zamanının büyük kısmını yine hizmetlere ayırmıştı. Eskişehir Yeni Asya Temsilciliğinde günlerini geçirir, oraya uğrayan herkese Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nurları anlatıyordu. Onu tanıyan, onunla konuşan herkes, kendisinden çok istifade ettiğini söylerdi.

Hastalığı süresince de cemaate ve derslere fiilen katılamadığı halde, her zaman nurlarla meşgul olur, derslerine, duâ ve zikirlerine devam ederdi. Ağır hastalığına rağmen, her gün 15 dakika dostlarına ismen duâ ederdi. Kendine böyle bir görev tahsis etmişti. Ömrünün son dakikalarına kadar da bu görevine devam etmiştir.

Mehmet Kılıçoğlu, hizmette o kadar fâni olmuştu ki, Hak’kın rahmetine kavuştuktan sonra da hizmetine devam etmiş, son dersini cenaze namazını kıldıran hoca efendi vasıtasıyla musallada vermişti. Kendisini yakından tanıyan hoca efendi, cenaze namazı öncesinde yaptığı kısa konuşmada Mehmet Kılıçoğlu’nun ne kadar muteber ve mübarek bir insan olduğunu anlattıktan sonra, sözlerini şöyle tamamladı.

“Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”

Mehmet Kılıçoğlu Abimizi anlatmaya, onun meziyetlerini methetmeye ifadelerim iktifa etmiyor. O, son nefesine kadar görevini yaptı, bizlere duâ etti. Biz de kendisini toprağa vermekle son görevimizi yapmış olmadık. Bundan sonra da duâlarımızda her zaman onun da ismini anarak kendisine karşı olan vazifemizi yapmaya devam edelim İnşallah. Onun vazifesi bitti, bizimki ise devam ediyor.

Kendisine Rabbimden sonsuz rahmetler diliyor, kederli ailesine de taziyelerimi tekrar sunmak istiyorum.

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Seçtiğiniz eş, sadık, dürüst, doğru ve vicdanlı olmalı


A+ | A-

Evlenmek için doğru kişiyi bulmalısınız. Yani, hem size denk, hem de gerçekten dürüst ve sadık olmalı. Neden?

Eşler, doğrulukları, sadakatleri, dürüstlükleri derecesinde biribirlerine olan sevgi ve aşklarının yanında, yardım ve desteklerini devam ettirebilirler. Meselâ, bey, eve niçin geç geldiğini gayet net bir şekilde izah edebilmeli.

Her seferinde hanımı, “Niçin geç geldin, nerede idin?” diye sıkıştırır. Bir seferinde öylesine üstüne üstüne gider ki, bey, “Bu kadar üstüme gelme, dur, bir bahane bulacağız elbette!” diyecek kadar gülünç durumlara düşmemeli.

Evet, erkekler evlerine vaktinde gelip eşine yardım etmeli, çocuklarıyla ilgilenmeli, evin ihtiyaçlarını karşılamalı, eşinin iç dünyasını paylaşmalı. Yoksa televizyon kumandasını eline alıp kanal kanal gezmemeli. Geç vakitlere kadar arkadaşlarıyla takılmamalı.

Hanım ise, yapması gereken işleri, savsaklamak veya görevlerini aksatmak ve hanımlığını bir silâh olarak kullanmak için, “Hastayım, başım fena ağrıyor, hiçbir tarafım tutmuyor!” gibi bahaneler ileri sürmemeli.

Öte yandan doğruluk iman ile doğrudan ilgili. Çünkü, iman ve İslâmın esası doğruluktur. Ulvî seciyeleri, hasletleri, huyları biri birine bağlayan doğruluktur. İnsanlığın ilerlemesi ve terakkîsi doğruluktadır. Kurtuluş yalnız doğruluktadır.

Doğruluk, Allah ve Resûlüne inanmak, açıkça da, zımnen de doğruyu tasdik etmek, sahip çıkmak “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” 1 “Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sözün doğrusunu söyleyin.” 2 fermanları istikametinde hareket etmektir.

Eşler doğru, sadık, dürüst ve açık olmalı. Olumsuz da olsa bir olayı gizlememeli; arkadan iş çevirmemeli. Unutmayalım ki, hem doğruluğun, hem sadakatin hem de yalanın yaydığı dalgalar, muhatabın radarlarına çarpar. Veya bir zaman gelir, dürüstsüzlük veya eğrilik açığa çıkar. İşin mahiyeti anlaşılınca güvensizlik başgösterir. Güvenin olmadığı yerde huzur barınamaz!

Doğruluk, dürüstlük, sadakat yalnızca söz, namus meseleleriyle sınırlı değil; hayatın bütün safhalarına nüfuz eder. Bir eş, yaptığı bir işi veya yaşadığı duygusal bir haletini dürüstçe ortaya koymalı. İslâm, namazdan niyaza, insanlarla olan münâsebetlerden diğer bütün fiillere kadar, her şeyin dosdoğru yapılmasını ister. Sırat-ı müstakîm, yâni gerçek ve dosdoğru yol, Kur’ân’ın tarif ettiği, aynı zamanda “akıl, gadap (savunma mekanizması) ve şehvet gücü gibi temel yetenek ve duyguları da ifade eder.

Yani, bunların aşırılıklarından korunarak, akılda “hikmet”; gadapta “şecaat”; şehvette “iffet” demektir. Yani, hakkı hak bilip ona uymak, akılla cerbeze yapıp saptırmamak veya aklını kullanmayıp geri bırakmamak. Şecaatta, kendi hakkını ve hemcinslerinin hukuku için meşrû gücünü kullanmak; gerektiğini hayatını feda etmek. Şehvette ise, meşrû ve helâline iştahı (yiyecekten içeceğe bütün zevk ve lezzetlerde) olmalı; gayr-ı meşrû ve harama tevessül etmemeli.

Siz doğru olursanız, işiniz doğru olur, işiniz doğru olursa eşinizde doğru olur. Bu da aile hayatına huzur ve mutluluk olarak yansır. Ve saadet, dalga dalga topluma da yayılır.

***

Rus Bilimler Akademisi Beyin Araştırmaları Merkezi Müdürü Svjatoslav Medvedev, “Beynimizde bizi bir şeyi yanlış yaptığımız konusunda bilgilendiren bir mekanizma var. Bu mekanizma vicdan azabı ya da pişmanlık olarak bilinen olguyu devreye sokuyor ve gerçekten de vicdanımızdan nefret etmemize yol açan pişmanlığımız. Birçok insan bu yüzden bundan kurtulmaya çalışıyor. Ve bunun en popüler yolu da alkol tüketimidir. Ancak genelde pişmanlık içki mahmurluğu sırasında çok daha güçlüdür” diyor.

Moskova Dilbilimsel Programlama Merkezi’nden Andrey Kenig ise, “Vicdan azabından kurtulmak için bazı fikirler bulmak gerekir. Sözgelimi, kişi ülkesi için bir şey yaptığını söyleyerek, yaptığı şeyden dolayı başkasının acı çektiğini düşünüp çekeceği vicdan azabından kurtulmayı tercih edebilir. Bu telkin, çok sayıda ülkenin ordularında yaygın olarak kullanılıyor. Sözgelimi ABD ordusu yetkilileri, Amerikan askerlerinin Irak savaşında suçluluk ve vicdan azabı çekmemeleri için telkin uygulamasına gitmiştir” diyor. -Gazeteport, 16.06.2009.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Hûd, 112.; 2- Age, Ahzâb, 70.

25.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Yerlerin ve göklerin yaratılışı


A+ | A-

Meryem Hanım: “1- İşaratü’l-İcaz’ın 237. sayfasında 2. Meselede yeryüzünün yaratılışı anlatılırken yeryüzünün yaratılma maddesi olarak “köpük”ten bahsediliyor. Bu ne demektir? 2- Yine İşaratü’l-İcaz’ın 250. sayfasında ‘Câılün’ kelimesi açıklanırken insan oğluna verildiği bildirilen “arzın tamiri” görevi ne demektir?”

Bediüzzaman Hazretleri bahse konu yerde, “İnkâr edenler görmedi mi ki, gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık. Her canlı şeyi de sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?” 1 mealindeki ve “O’nun arşı su üzerindeyken, hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur.”2 mealindeki âyetleri tefsir ediyor.

Bu âyetler bize şu hususları bildiriyor:

1- Gökler ve yerler ilk önce bitişikti ve tek bir maddeden ibaretti.

2- Allah’ın arşı su üzerindeydi.

3- Allah her şeyi sudan yarattı.

Bedîüzzaman Hazretleri burada bildiriyor ki, Cenâb-ı Hak bir cevher yarattı. Ardından o cevhere tecellî etti ve bu cevherin bir kısmını buhar, bir kısmını sıvı kıldı. Sonra sıvı kısmı Allah’ın tecellisiyle köpük kesildi. Cenâb-ı Hak yeryüzünü ve yedi kat yerküreyi bu köpükten yarattı. Her bir yerküre için bir sema halk etti. Diğer yandan buharı yaydı, genişletti, yedi kat gökyüzünü böylece düzenledi ve içine yıldızları ekti. Yıldızlar tohumunun yaratılış emirlerine boyun eğmesiyle gökyüzü meydana geldi.

Bediüzzaman Hazretleri günümüz ilminin bu konuda şunları söylediğini de haber veriyor: Kâinât ilk önce basit bir cevherdi. Sonra bu cevher bir nev'î buhara dönüştü. Ardından o buhar yoğun bir sıcaklığa ulaştı. Sonra bu yoğun sıcaklık soğuyarak katılaştı. Sonra şiddetli hareketiyle bazı büyük parçaları fırlattı. O parçalar birleşerek gezegenler oluştu. Dünyamız da o gezegenlerden birisidir.

Bediüzzaman, ardından, bu iki görüşün “Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık” 3 âyetiyle esasta birleştiğini, dünya ile birlikte güneş sisteminin Allah tarafından esir maddesinden yoğrulan bir hamurdan ibaret olduğunu, esir maddesinin maddeye göre akıcı bir su gibi varlıkların ve maddenin içine ve aralarına aktığını, “O’nun arşı su üzerindedir.” 4 âyetinin esir maddesine işaret ettiğini, esir maddesinin Allah’ın icatlarının tecellisine merkez olduğunu kaydediyor.

Burada bahsi geçen cevher, buhar, sıvı, köpük, yoğun sıcaklık ve katılaşmak tabirleri yaratılışı anlatan birer kozmik ünvandırlar. Bu ünvanlarla anlatılmak istenen, kâinâtın ilk maddesinin yoğun sıcaklıkla tetiklediği gaz kütlelerinin, Allah’ın emriyle kozmik bir çorba halinde dereceden dereceye ulaştığı, halden hale geçtiği, hep yeniden yeniye devreler, dönüşümler, başkalaşımlar gösterdiğidir. Her girdiği yeni şekil onu hayata bir adım daha yaklaştırmış ve nihayet yeryüzü bir beşik gibi insan hayatına elverişli hale gelmiştir.

İnsanoğlu yeryüzünün halifesi sıfatıyla yeryüzündeki her şeyi, kullanma yetkisine sahip olarak kullanıyor. Mahşerdeki büyük sorgusu bu yüzdendir. Doğru ve yerinde kullanıp kullanmadığından sorulacaktır. Taşlardan, mermerlerden evler, köşkler yapıyor, çeşit çeşit madenleri kullanıyor, araçlar gereçler yapıyor. Yaptığı araçlar ve gereçlerle yeryüzünün şeklini değiştiriyor. Düzenler yıkıyor, düzenler kuruyor. Maddeye şekil veriyor, mekâna şekil veriyor, zamanı dilediği gibi kullanıyor. Ömrünü harcadığı gibi, maddeyi de harcıyor, zamanı da harcıyor.

Sonunda kullandığı her şeyi Allah’a teslim etmekten başka çaresi olmayan insan, kullanım esnasında da kullandığı şeylerin Allah’ın mülkü olduğunu bildiği oranda kazançlı çıkıyor. Aksi takdirde hiçbir şey elinde kalmıyor.

DİPNOTLAR:

1- Enbiya Sûresi: 30, 2- Hûd Sûresi: 7,

3- Enbiya Sûresi: 30. 4- Hûd Sûresi: 7.

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Tam 101 sene geçti


A+ | A-

Bugün adına "demokrasi" dediğimiz meşrûtiyetin ikinci kez ilân edilmesinin (24 Temmuz 1909) üzerinden tam 101 yıllık bir zaman dilimi geçti.

Türkiye, esasında yaklaşık 150 yıldır hürriyet ve demokrasi mücadelesi veriyor.

1965'te Genç Osmanlılar Cemiyetinin (Jön Türkler/Fr: Jeunes Turcs) kurulmasıyla meydana çıkan bu mücadele, 1876 yılı sonlarında ilk meyvesini vermeye başladı.

Henüz yeni tahta çıkmış olan Sultan II. Abdülhamit, 23 Aralıkta Kànuni Esâsiyi (anayasa) kabul ile meşrûtiyet sistemini ilân etmiş oldu. Ardından, Mebûsan ile Âyân Meclisleri kuruldu ve böylece meşrûtî yönetime geçilmiş oldu.

Ne var ki, bu demokrasi bayramının ömrü çok kısa sürdü. Osmanlı–Rus harbi (1878) dağdağası içinde Meclis feshedildi, anayasa askıya alındı; böylelikle meşrûtiyetin birinci faslı kapanmış oldu.

Sultan II. Abdülhamid, otuz yıl müddetle meşrûtiyetin önünde setler oluşturup engeller koymakla meşgul olurken, Ahrarlar denilen Osmanlı hürriyetçileri ise, bugünkü anlamıyla demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermeye devam etti.

Bu uğurda çok büyük bedeller de ödendi. Ancak, yine de hürriyet ve meşrûtiyet bir türlü avdet etmiyordu.

Asker ve sivil kesimden birçok Osmanlı aydını meşrûtiyet mücadelesi vermeye kararlılıkla devam ediyordu. Ancak, ortada çok büyük bir eksiklik vardı: Medrese cenahından, yani ulemâ canibinden hemen hiç destek yoktu. Meşrûtiyetin Kur'ân'a uygun, İslâmla barışık bir sistem olduğunu izah edecek âlimler bulunmuyordu. Yani, bu cihette ürkütücü olduğu kadar, pek düşündürücü bir boşluk var.

İşte, o büyük boşluğu da, 1907 yılı sonlarında Osmanlı devlet merkezine, yani Dersaadet'e gelen Bediüzzaman Said Nursî doldurdu.

İstanbul'a gelir gelmez hükümete maarif konusunda bir dilekçe veren genç Said, ayrıca Şekerci Handa kendisine tahsis edilen ofisi bir cihette "meclis–i efkâr"a çevirerek, ulemâ ve hükemâya meydan okuyarak, gerek ilmî ve gerekse siyasî meselelerde fikir ve hatta inisiyatif sahibi olduğunu kamuoyuna ilân etti.

Bediüzzaman, bununla da yetinmeyerek, İstanbul'un en gözde camilerinde vaazlar verip hitabelerde bulunarak, hürriyet hakikatini ve meşrûtiyetin faziletini kitlelere mal etmeye çalıştı. Tutuklanıp hapse atılmasına rağmen, o bu dâvâsından asla vazgeçmedi. Hapiste mahkûm iken dahi, hükmetmeye devam ediyordu.

Her büyük dâvâ bir bedel gerektiriyordu; Üstad Bediüzzaman da bedel ödüyor ve hayatı pahasına bu bedeli ödemeye hazır olduğunu bilfiil ispat ediyordu.

Jön Türklere mensup Niyazi ve Enver Bey gibi gözüpek subaylar, Bediüzzaman'ın bu cesurane hizmetinden cesaret alarak, 1908 Temmuz'unda Sultan Abdülhamid'in mutlakiyet rejimine karşı direnişe geçtiler.

Rumeli'de yıllardır Balkan çeteleri ile Makedon komitacılarına karşı yiğitçe mücadele veren Kolağası Niyazi Bey Manastır'da, Binbaşı Enver Bey de Selanik'te askerleriyle birlikte dağa çıkarak, Sultan Abdülhamid'i meşrutiyet idaresini yeniden ilân etmeye zorladılar.

Padişah, ilk başta meselenin ciddiyetinin farkında değildi. Bunu basit bir isyan hareketi zannederek, asker kuvvetiyle bastırmayı düşündü. Hatta Birinci Ferik (Korgeneral) Şemsi Paşayı teftiş ve gözdağı vermek maksadıyla Manastır'a gönderdi. Ancak, umduğu neticeyi alamadığı gibi, durum daha da aleyhine döndü.

Bu arada, 20 Temmuz'da toplanan Arnavutluk kurultayı da, meşrûtiyetin derhal ilân edilmesini istedi; aksi halde, İstanbul'a doğru yürüyüşe geçeceklerini bildirdi.

Sultan Abdülhamid, durumun fevkalâde ciddî olduğu görüp durakladı, hatta geri adım atmak zorunda kaldı.

Meselenin olgunlaştığına kanaat getiren Enver ve Niyazi Beyler, arayı hiç soğutmayarak 23 Temmuz günü Selanik ve Manastır'dan hürriyeti ilân ettiklerini İstanbul'a bildirdiler.

Artık, hadiselerin fıtrî seyrine razı olmaktan başka çaresi kalmayan Sultan Abdülhamid de, ertesi gün, yani 24 Temmuz 1908'de resmî bir fermanla meşrutiyetin yeniden tesis edileceğini ilân etti.

Bunun adı "Hürriyet Bayramı"dır

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu tarihte ilân edilen şey, meşrûtiyetten ziyade hürriyettir. Meşrutiyet, tâ 1876'dan beri vardı ve sadece askıya alınmıştı.

Nitekim, 23 Temmuz günü Manastır'da ilân edilen şeyin adı "hürriyet" idi ve Niyazi ile Enver Beyler de "kahraman–ı hürriyet" denilerek alkışlanıyorlardı.

Üstelik, bu tarih resmî olarak da "Hürriyet Bayramı" günü kabul edildi. Öyle ki, 1935 yılına kadar bile her 23 Temmuz günü "Hürriyet Bayramı" şeklinde kutlanmaya devam etti.

Hürriyetin ilânını müteakip, Kànuni Esâsi tekrar yürürlüğe kondu, ardından yeniden Mebûsan ile Âyân Meclisleri teşkil edilerek, meşrûtiyetin ikinci faslına geçilmiş oldu.

Bu faslın ömrü de, nice teessüfler olsun ki pek kısa sürdü. Daha birinci senesini doldurmayan yeni meşrûtiyet, yine meşrûtiyet adına hançerlenerek katledildi.

Katil ise, Jön Türklerin ve İttihatçıların içine sızıp sinsice faaliyet yürüten gayr–ı Türk, gayr–ı müslim komitacı ruhlu heriflerdi.

Tetikçi ise, Selanik Ordusu da denilen bozguncu Hareket Ordusunun içindeki canilerdi.

Hariçten de kuvvet alan bu şer ittifakı, hürriyet ve meşrûtiyeti bu millete çok gördüler. Serpilip boy vermesinden de ürktüler. Yegâne çare olarak bu sistemi boğazlayarak katletmeyi bildiler ve onu yaptılar.

Böylelikle, Mutlakıyet devrinin hafif istibdadı, meşrûtiyette yerini tam hürriyet yerine şiddetli bir istibdada terk etti. Cumhuriyet devrinde mutlak istibdada dönüşen rejim, ancak 1950'de bir derece nefes alabildi.

Neyse ki, çıkmayan candan ümit kesilmez. 1908'de ancak 10 ay hürriyet havası teneffüs eden meşrutiyet, 1950'de ise 10 yıllık bir hürriyet devresi yaşadı.

Yaklaşık yüz elli yıldır düşe kalka giden demokrasi mücadelesi, ümit ediyoruz ki, önümüzdeki dönemde daha parlak bir sûrette şahlanarak istikbâle müteveccih olarak yoluna devam edip gidecek.

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Ne kaybedersin?


A+ | A-

Mümkün olabildiğince, elimizden geldiği kadar, birazda ısrarlı ve inatçı olarak kaşlarımızı hiç çatmasak…

Yüzümüzde bir tatlı bakışı, merhamet ve şefkat karışımı gülümsemeleri hiç eksik etmesek… Ne olur? Bence saadetin, mutluluğun ve huzurun her an her yerde ilk adımını atmış oluruz diyorum.

Hani hep adreslere gidilir, aranır, soruşturulur ve bulunmaya çalışılır. Bu günün ve dünün insanının hayatında birçok kavram böyle ortaya atılmıştır. Araya araya, sora sora, takip ede ede bulunabilen temalar, kavramlar ve fikirler… Şöyle düşünsek mutluluk, saadet, huzur da böyle midir? Aranarak bulunup sahip çıkılan bir mânâ mıdır? Elbette ki hayır… Elde etmek için birçok gayret ve himmetin, çalışmanın yapılmadığı bir mutlulukla, saadet ve huzura kavuşulamaz. Zaten işin aslına bakarsak bu kavramlar yaşanır ve elde edilir. “Huzurluyum, saadet içindeyim” diyen bir kimsenin, bunu bir anlık değişme ile elde ettiğini ifade etmek biraz zor görünüyor.

Kolay elde edilebilen her kavram kolayca insan zihninden silinebilir, kaybolabilir. Emeğin ve alın terinin ise her zaman geçerliliği olduğu gibi, herhangi bir hücum ve mağlûbiyette hiç olmazsa tesirleri, izleri kalır. Yani huzurlu bir ortam, saadetli bir fikir dünyası hemen her şeyi kucaklayan bir mutluluk illa ki, bir zahmeti ister de, kalıcı olma yolunda temelden kuvvetli bir adım atılmış olur.

Huzur ve saadet ortamlarını istemek önemli olduğu gibi, bunun gereklerini ve şartlarının oluşumunu yakalayabilmek gayreti; çalışması ve uğraşası içinde olmakta en az istemek kadar önemlidir. Durduğum yerde duruyorum, başıma birdenbire bir saadet ve huzur geldi… Bunu hayal etmek bile fikri terkini ve kanunlara zıttır, muhali talep etmektir…

Evet, içimizdeki öfkeyi bastırabilmeliyiz. Hayatın yükünü, tekâlifini tebessümleriyle hafifletirken, yaygara yapar gibi kahkahalarda boğulmamalıyız. Bizim için lâzım olan mutluluğun, saadetin, huzurun çevremizdekilerle daha çok lâzım olduğunu, bunun suiistimaller, yanlış anlayış ve tatbikatlar ile bozulmaması lâzım geldiğini çok iyi bilmeliyiz.

Kaybederken kazanılan bir yoldur mutluluk, saadet ve huzur. Yani gülsende gülmesende ne kaybedersin… Çok konuşsanda az konuşsanda ne kaybedersin… Bağırmasan da yavaş söylesen ne kaybedersin? Kızmasan da mülayim olsan ne kaybedersin? Gürlemeden önce dinlesen ne kaybedersin? Haksızlık karşısındakine sende alet olabilirsin desen ne kaybedersin? Allah için bazı vakitler sus, sussan ne kaybedersin? Allah için bazı vakitler konuşsan ne kaybedersin? Peygamberin yolunda, karşındakilere de bir hak versen ne kaybedersin? Onun sünnetine uygun olarak hayatın her halini mülâyemetle, merhametle, şefkatle, ümmet ve edeple yaşamaya çalışsan ne kaybedersin?

Gelin Allah için huzuru, saadeti, mutluluğu aramaya, kovalamaya, söylemeye, dinlemeye ve yazmaya değil, yaşamaya bakalım…

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Kördöğüşü...


A+ | A-

Meclis içi ve dışı muhalefetin ve kamuoyunun büyük ekseriyetinin karşı çıktığı “mayın yasası”nın Suriye sınırındaki toprakların mayınlardan temizlenme karşılığı yabancı firmalara kiralatmasına dair “yap-işlet-devret”in yürürlüğünü durdurdu.

Henüz konuyu esastan görüşmeyen Anayasa Mahkemesi, en azından iktidarın bu hususta halktan gelen infiâle kulak asmayarak ısrarla çıkardığı “yasa”nın bu kısmının “iptal” edileceği sinyali verildi.

Madde metnindeki “taşınmazların temizleme karşılığında tarımsal faaliyetlerde bulundurulması” hükmü hususunda verilen karar, Ankara siyasetinin kördüğüşünü de ortaya çıkardı.

Böylece, Türkiye’nin AB sürecinde demokratikleşme ve özgürlüklere dair bir dizi uyum yasasını çıkarması gereken süreçte iktidar partisi milletvekillerinin önemli bir bölümünün itirazına rağmen, Başbakan’ın tâlimatıyla bir ay boyunca inadına Meclis’in meşgul edilmesinin anlamsızlığı ortaya çıktı.

Hatırlanacağı üzere yasayı hararetle savunan Başbakan, “Yasanın neresinde İsrail var? Neredesinde yabancı firmalar?” diye soruyor; mayınların temizlenmesi gerektiğini söylüyordu.

Halbuki kimse mayınların temizlenmesine karşı değildi ve herkes yarım asrı aşkındır sınırdaki bâkir toprakların bir an önce tarımda kullanılmasını istiyordu. Tepki, yasanın üçüncü maddesinde yer alan “mayınları temizleme karşılığı 44 yıla ecnebilere kullandırılması”na idi.

Zira “hizmet karşılığı” ihâle yapılamaması halinde, Hatay’dan Nusaybin’e 510 kilometre uzunluğunda, yer yer beş kilometre derinliğe varan huduttaki büyük arazi parçası ile bu taşınmazlarla bütünlük teşkil eden Hazineye ait diğer taşınmazların ihâle edileceği firmalar dünyada sayılıydı; ve bunların çoğunu İsrail ve ABD firmaları teşkil ediyordu.

GÜNÜBİRLİK KARADÜZEN POLİTİKA…

Ankara’nın son demde saplandığı diğer bir husus, DTP’nin terör örgütü başı Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağını duyurduğu “yeni yol haritası” oldu.

Cumhurbaşkanı Gül’ün, son aylarda seslendirdiği “tarihî fırsat”ın altı bir türlü doldurulamayıp muallakta kalırken, hükûmetin bunca zamandır bu konudaki suskunluğunun ardından tam da terörist başının İmralı’dan açıklama yapacağı haberleri öncesindeki “Kürt açılımı”, dikkat çekici.

Anlaşılan o ki siyasî iktidar karadüzen içinde günübirlik politika yapıyor. Suriye ziyareti öncesi sorular üzerine Başbakan’ın, “Bunun üzerinde bir çalışmayı başlattık” cevabı, bu mesele henüz ciddî bir çalışma yapılmadığını açığa çıkarıyor.

Bu “açılım”ı, parti programındaki birbuçuk sayfalık bölüme atıfla açıklayan Erdoğan’ın, “Şu anda hükûmet olarak bundan bir hafta önce MGK üyesi arkadaşlarımla bu konuda bir çalışma başlattık” demesi, son günlerde tartışmaların alevlenmesi üzerine hükûmetin yeni yeni konuya eğildiğini gösteriyor.

Başbakan’ın, “İçişleri Bakanlığımız görüşmeleri yapıyor, yapacak, hazırlıklarını yapacak; Bunda Genelkurmay’dı, MİT’ti ve saire tüm bunlarla görüşmelerini yapmak suretiyle, bölge milletvekilleriyle görüşmelerini yapacak” ifâdesi, bunu ele veriyor.

Diğer yandan, “Ben şahsen partimin milletvekillerinin söylem birliğini zedeleyecek açıklamalara hoş bakmam” diye milletvekillerini medya yoluyla ikaz eden ve henüz partisi içindeki görüş birliği sağlanamadığını itiraf eden Başbakan, belli ki daha işin başında. Birçok önemli gündem gibi bunu da yedi yıldır hep “teğet” geçmiş. Yumurta kapıya dayandıktan sonra meseleye “eğiliyor.”

TERÖR ÖRGÜTÜ ŞANTAJI…

Bu arada, “belli bir mesâfe aldıklarını” ve “Tabiî biz siyasetçiler olarak nerede neyi yaptığımızı, kimle neyi yaptığımızı, yapmakta olduğumuzu açıklamak durumunda değiliz” cümlesi, “açılım”ın arka plânında olup bitenlerin, iç ve dış mihraklara ve aktörlerle sürdürülen gizli temasların âdeta itirafı oluyor.

Oysa AKP iktidarı bunca zaman geç kalıp daha belirli bir politika tesbit edemezken, terörist başı, bir kısım medyanın propagandasıyla, Ankara’dakileri kafasını çelmek için “laikliğe” ve “Atatürkçülüğe” vurgu yapıyor; “Atatürkçülüğün Kürt versiyonu”dan, “dinden tecrid program”dan dem vuruyor. DTP eşbaşkanları ile birlikte koro halinde özellikle M. Kemal’in, “Kürdlere özerkliği” önerisini ileri sürüyor.

Bir yandan, evvela “federasyon”a, sonra “konfederasyon”a ve peşinden de ayrılığa, bölünmeye ve parçalanmaya götürecek “özerkliği” ve Türkiye’nin etnik ayırımla eyâletlere bölünmesini önerirken, diğer yandan terör örgütü adına Türkiye’ye “şartlı “ateşkes” öneriyor.

Terör örgütünün “kayıtsız-şartsız silâh bırakmayacağı”nı ve “teröristlerin dağdan inmeyeceği”ni peşinen açık açık iletiyor. En vâhimi de “özerklik” istediği Türkiye’ye karşı PKK terör örgütünü ve terörü bir şantaj olarak kullanıyor.

Kandil’deki Karayılan ve DTP de Öcalan’la aynı ağzı kullanıp terörist başının siyasî sözcülüğünü yapıyorlar…

Ankara’nın kördüğüşü politikadan kurtulması, buna karşı ciddî bir hazırlığı ve projesi olması gerekir…

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

‘Kürt sorununda yeni dönem’


A+ | A-

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bir yurtdışı gezisinden dönerken uçakta söylediği “Kürt sorununda iyi şeyler olacak… Kürt sorunu Türkiye’nin birinci sorunudur. Sorunu kendi inisiyatifimizle çözeceğiz” sözleri üzerinden yaklaşık 80 gün geçmesinin ardından Başbakan Tayyip Erdoğan, “Kürt meselesi ile ilgili çalışma başlattıklarını” açıkladı. Hükümetin soruna ilişkin çözüm getirme konusunda alternatifli iki aşamalı plân hazırladığı söyleniyor.

Hafta başında Kürt meselesinin çözümü için “kapsamlı yollara” ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesi gerektiğini, çözümün anahtarının silâh değil, demokrasi de olduğunu söylemişti.

***

TOPLUMU AYAKTA TUTAN DEĞERLER

Sözün burasında geçtiğimiz ay yayınlanan “Kürt sorununda yeni dönem” başlıklı bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Gazeteci Aslan Değirmenci, 11 aydınla 11 soruda “Kürt sorunu”nun nasıl çözülebileceğini araştırarak, bunu bir kitapta topladı. Bir süre önce konuşmaktan dahi korkulan; ama şimdilerde devletin en tepesindeki ismin dahi “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” sözü ile konuşulmaya başlanan Kürt meselesini farklı düşünceye sahip 11 aydın, düşüncelerini ortaya koydular.

Ekonomik çözümlerin önemini ortaya koyan aydınlar, “din bağının” son derece önemli olduğunun altını çiziyorlar. “Dinî ve ahlâkî değerlere baskılar, sorunun derinleşmesine yol açtı mı?” şeklindeki soruya verilen cevaplar, meselenin çözümünde din bağına ne kadar çok ihtiyaç olduğunu ortaya çıkarıyor. Meselenin sosyal, ekonomik, kültürel birçok boyutu var. Burada meselenin “dinî yönü” ile ilgili cevaplardan birkaç örnek aktaralım.

Kırıkkale Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Acar, “Dinî ve ahlâkî değerler aslında bir toplumu bir arada tutan, kardeşlik bağlarını güçlendiren, hoşgörüyü teşvik eden değerlerdir; dolayısıyla söz konusu değerler toplumsal barış ve huzurun sağlanmasına büyük katkıda bulunurlar. Bu açıdan bakınca iç barış ve konusunda sıkıntı yaşayan toplumlarda bu değerlerin öne çıkarılması beklenir.”

Din ve Hürriyet Araştırmalar Merkezi Direktörü Doç. Dr. Bilâl Sambur, “Geleneksel dindarlıklarıyla bilinen Kürtlerin, dinî hayata yapılan müdahalelerden mutlu olmadığı açıktır… Dine ve milliyete müdahale etmekten vazgeçerek işe başlamalı, Kürt sorununun çözümü için iyi bir başlangıç olacaktır.”

Özgür Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fikret Başkaya, “1923 sonrasında rejim dine hep müdahale etti ve duruma göre manipüle etti. Oysa devletin ve siyasetin her türlü inanç, din ve düşünce karşısında tarafsız ve hepsine eşit mesafede durması gerekiyordu.”

Cumhuriyet eski savcısı Gültekin Avcı: “Kürtleri din ve maneviyatından koparmak, mukaddesatına baskı yapmak, onları anarşizme sevk etmekle eşdeğer olmuştur.”

Doç. Dr. Selçuk Özdağ, “Danimarka’da Peygamber Efendimizi hedef alan karikatürlere karşı en büyük mitingin Güneydoğu’da yapıldığını hatırlamalı ve insanımızın gönlüne açılan kapının nereden geçtiğini artık anlamalıyız.”

ASDER Başkanı emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, “Dinî kimliğe tanınacak özgürlüğün, etnik kimliğe tanınacak özgürlükten daha etkili bir şekilde sorunların çözümüne katkıda bulunacağına inanıyorum.”

Bu cevaplardan da görüleceği gibi Güneydoğu ya da Kürt sorununun çözümünde din faktörü kardeşliği pekiştirmesi açısından son derece önemli.

***

ÇÖZÜMÜN ANAHTARI: SAN’AT, MÂRİFET VE İTTİFAK...

Yazar Değirmenci’ye kitapta eksik olan bir hususu hatırlattım. Güneydoğu sorunu konuşulurken, başvurulacak en önemli kaynak Risâle-i Nur’dur. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu mesele karşısındaki çözüm teklifleri dikkate alınmadan çözümün bir ayağı hep eksik kalır. Çünkü Bediüzzaman bu sorunu 100 yıl önce görmüş ve “çareleri”ni de açıklamıştır.

Bediüzzaman önce üç problemi ortaya koymuş. Bunları “cehalet, zarûret (fakirlik) ve ihtilâf (ayrılık)” olarak açıklamış, çaresini ise “san’at, mârifet (ilim) ve ittifak (birlik ve beraberlik)” olarak saymıştır. Bu meselenin çözümü noktasında da özellikle eğitim meselesi üzerinde durmuş, Diyarbakır, Bitlis ve Van gibi merkezlerde Medresetü’z-Zehra adıyla bir üniversitenin kurulması için büyük çaba göstermiştir. İşte çözümün anahtarı da budur. Eğer Bediüzzaman’ın bu projesi hayata geçirilebilmiş olsaydı, şimdi ne bu sorunu, ne de terörü konuşuyor olurduk. Risâle-i Nurlarda konuyla ilgili daha birçok çözüm teklifleri yer alıyor. Meseleye çözüm aranırken, bu görüşlere yer vermek gerekliliği vardır.

Türkiye artık sorunlarını tartışmaktan korkmamalı. 30 yılı aşkındır bir sorun varsa, bu sorunla yüzleşmeli. Sorun görmezlikten gelindikçe, çözüm yanlış mecralarda aranıyor ve dolayısıyla da terörün beslendiği kaynak oluyor. Daha fazla hak ve özgürlüklerden, daha fazla demokrasiden artık kaçınılamaz. Kürtçe dershaneler açıldı, Kürtçe TV yayına başladı. Bu kadar bir açılımın bile çözüme katkısı olduğunu ve olacağını unutmamak lâzım.

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Netice almak için


A+ | A-

Son dönemde hak ve özgürlüklerin önünü açma yönünde yapılan her girişim, meseleyi temelden çözecek yapısal reformlar gerçekleştirilmediği ve bunu mümkün kılacak zihniyet değişimi başarılamadığı sürece, netice almanın mümkün olmadığını gösteriyor.

Genel bir sorun olan hak ve özgürlük ihlâllerini, bunlara kaynaklık eden sistem ve zihniyeti tümden etkisiz kılmadan önlemenin imkânı yok.

Ayrıca, bu ihlâllerden birini seçip öne çıkararak çözme iddiasıyla ortaya çıkmanın, öngörülen sonucu alamamak bir yana, diğer ihlâlleri ihmal ve gözardı etme ve bunun getireceği “çifte standart, nalıncı keseri” eleştirilerini davet etme gibi son derece ciddî sakıncaları da söz konusu.

Yıllardır Türkiye’nin gündemini meşgul eden ve bir türlü çözülemeyen problemlerin tümü, temeldeki demokrasi eksikliğinin ve hukuk zaafiyetinin ortaya çıkardığı sorunlar. Çare ise genel anlamda demokrasiyi geliştirip objektif hukukun hakimiyetini sağlamaktan başkası değil.

“Güneydoğu-terör-Kürt” gibi isimlerle anılan kronik problem için de bu geçerli; yargısız infaz, işkence, dayak, başörtüsü yasağı, katsayı zulmü, iş hayatındaki adaletsizlikler gibi durumlarda da.

Çözümün anahtarları demokrasi ve hukuk.

Türkiye bu kavramları gerçek anlamlarıyla hakim kılmayı bir türlü başaramadığı içindir ki, açıktan veya örtülü müdahalelerle etkinliğini hâlâ sürdüren baskıcı ve dayatmacı statükonun ürettiği çok yönlü sorunları bir türlü çözemiyor.

İşin kötüsü, perakende çözme girişimleri de yine statükonun koyduğu bariyerleri aşamıyor.

Başörtüsü yasağını üniversite öğrencileriyle sınırlı olarak anayasa değişikliği yoluyla kaldırma yolunda hem konuya yaklaşım biçimi, hem de yöntem olarak yanlış olan teşebbüsün, yasakçı zihniyeti daha da güçlendirecek biçimde gündeme getirilip akamete uğraması, bunun düşündürücü ve ibretli örneklerinden yalnızca biriydi.

Şimdi 28 Şubat’ın koyduğu ve o zamandan beri çok ciddî mağduriyetlere yol açan katsayı haksızlığını bitirmeyi amaçlayan bir karar alındı.

Kapatma dâvâsında katsayı

Göründüğü kadarıyla, başörtüsü meselesindekine benzer hatalar bu kararda söz konusu değil gibi. Gerçi konuya, ÖSS sisteminin yerine getirilmesi öngörülen yeni uygulamanın detaylarıyla ilgili birtakım belirsizlikler ve açık arayanların kullanmasına elverişli gibi gözüken boşluklar açısından bakıldığında yine çok rahat olmak mümkün değil. Ve asıl tedirginlik kaynağı ise, özellikle katsayı kararının, bu konudaki tavrı belli olan Danıştay’a götürülerek iptali ihtimali.

AKP hakkındaki kapatma dâvâsında verilen “ağır ihtar” kararının gerekçesinde, partiyi laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı olarak gören üyelerin dayanaklarından biri, AKP iktidarının katsayıyı kaldırma girişimleri olarak kayda geçmişti.

Şimdi YÖK’ün kararı için yapılan “İktidarın amaçlarıyla örtüşüyor” yorumları, katsayı kararını iptalin de ötesinde, AKP için çoktandır fısıltı gazetesiyle yayılan “yeni bir kapatma dâvâsı”na altyapı oluşturma planının işaretleri olmasın!

Bunları yazmamızın sebebi, katsayı kararının getirdiği ferahlığa “turp sıkmak” veya herşeye olumsuzdan yaklaşma saplantısı gibi bir psikoloji değil; ülkenin AKP iktidarıyla birlikte tedrîcen derinleşen bir yargı vesayetine alındığı gerçeği.

İşin garibi, AKP kendisinin de mağduru olduğu ve kapatma dâvâsında ecel terleri döktüğü bu durumu düzeltmek için hâlâ kayda değer birşey yapmadı. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, evvelce “Meclis tatile girmeden sonuçlandıracağız” dediği “yargı reformu stratejisi”ni son açıklamalarında bir kez daha telâffuz etti, ama bu yönde bir hazırlığın işaretleri hâlâ ufukta görünmüyor.

Meseleyi zihinlerde daha da netleştirmek için hatırlatalım: Anayasa Mahkemesinin AKP kararı açıklanalı, yani parti ipten döneli bir yıl geçti.

Peki, bu bir sene içinde yargı reformu ve demokratikleşme yönünde hangi yeni adım atıldı?

25.07.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Amerika’ya en az güvenen millet kim?


A+ | A-

Washington’da bulunan Pew Araştırma Merkezi tarafından 24 ülkede 26 binden fazla insanla konuşularak yapılan bir ankete göre, Amerika’ya en az güvenen millet Türkler. ABD’ye güvenen Türklerin oranı yüzde 14. Halbuki bu oran Endonezya’da yüzde 63, Hatta Çin’de bile yüzde 47. Türkiye’yi Pakistan ve Filistin izliyor.

Obama Türkiye’deki kanaati yüzde 2 etkileyebilmiş. Halbuki Türkiye’de 2000 yılında ABD’ye olumlu gözle bakanların oranı yüzde 52 imiş.

Pew Küresel Yaklaşımlar Projesinin bu anketine göre, Obama’ya Almanlar Angela Merkel’den, Fransızlar ise Nicolas Sarkozy’den daha fazla güveniyorlar. En çok güvenenler ise İngilizler. Bush’a güvenenlerin oranı geçen yıl yalnızca yüzde 16 iken, bu yıl Obama’ya güvenenlerin oranı yüzde 86.

Aynı anketlere göre Obama’nın Kahire’den İslam âlemine hitaben yaptığı konuşmanın ne Mısır ve Filistin’de ne de Türkiye’de olumlu bir etkisi olmamış.

Ankette Müslümanlar arasında ilginç bir soru daha değerlendirilmiş:

“Oama’ya mı güveniyorsunuz yoksa bin Ladin’e mi?”

Türklerin yüzde 2’si bin Ladin derken yüzde 33’ü Obama diye cevap vermiş bu soruya. Filistin’de ise bu oran yüzde 52’ye karşı yüzde 22.

Yine ankete göre Amerika’nın en çok beğenilmeyen dış politikası Afganistan’a asker göndermesi.

Yalnızca bu anket bile Obama’ya dış politikasını gözden geçirmesi gerektiğini göstermelidir. Yalnızca Kahire’den İslam dünyasına verilecek sıcak mesajların, somut eylemlerle desteklenmediği sürece hiçbir anlamı olmadığı açıkça görülüyor. Irak’a özgürlük getirmek için giren ABD’nin, geriye kan gölü bıraktığını, şimdi ise Afganistan ve hatta Pakistan’ı aynı kaosa sürüklediğini İslam âlemi gayet iyi görüyor.

Filistin konusunda da görüntünün aksine, İsrail’in Doğu Kudüs’te kurduğu yeni yerleşim yerleri konusunda görüldüğü üzere, ABD’nin politikasında bir değişiklik yok. Olmasını da beklemek mümkün değil.

Afganistan’da son haftalarda çatışmaların şiddetlenmesiyle birlikte Batılı güçlerin can kayıplarının artması, özellikle İngiliz kamuoyunu ayağa kaldırdı. Ancak bu harekatın genişletilerek süreceği, bu yüzden Afganlı ve Pakistanlı masumların çile ve kana karışan gözyaşlarının senelerce daha akmaya devam edeceği aşikar.

ABD’nin petrol, küresel nüfuz paylaşımı, silah ticareti üzerine kurulu dış politikasında aslında insan hakları, özgürlük ve barışın yeri yok. Dün yazdığımız gibi Hindistan’la varılan silah ve nükleer teknoloji satışına ilişkin anlaşma, bu yeni politikayı çok açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu politikalar sürdükler sıcak mesajlar, siyahî olmak ve sempatik imaj Amerika’nın İslam ülkelerindeki imajını değiştirmeye yetmeyecektir. Ne zaman ki Obama samimi olarak İslam dünyasını anlamaya ve bu ülkelere yönelik politikasını yalnızca kendi çıkarları üzerine kurmamaya başlarsa, ABD’nin de Obama’nın da imajı yükselecektir. O zamana kadar ise Obama Avrupa’daki hayranlarıyla yetinsin.

25.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.