M. Latif SALİHOĞLU |
|
"Kürt sorunu" çıkmazı |
Dünkü (22 Temmuz) Zaman gazetesinin "Yorum" sayfasında çıkan bir öğretim üyesinin "Kürt sorunu"na dair makalesinin başlığı, kocaman harflerle şu ifadeyi taşıyordu: "Kürt meselesinin çözümünde, muhatap kim olacak?" Dünkü Taraf gazetesinin manşet haberi de, aynı konuyla bağlantılı olup Meclis'te grubu bulunan DTP'nin "Kürt sorunu" hakkındaki "çözüm önerisi"yle ilgiliydi. Parti tarafından ileri sürülen çözüm teklifi ise, sekiz sütuna yayılan şu ifade ile özetleniyordu: "Silâhı Öcalan'la, siyaseti bizimle" DTP'nin bu mânâdaki teklifi, adeta Zaman'ın "Yorum"una başlık teşkil eden sorunun cevabı mahiyetinde olmuş. Benzer mânâdaki ifadelere, sadece Zaman'da değil, bir çok basın–yayın organında rastlamak mümkün. Her önüne gelen, umumî manzaraya sathî bir nazarla bakarak "Kürt sorunu" diyerek, "Kürt meselesi" diyerek söze başlıyor. Ama, ne yazık ki, bu tarz girişlerle makas değiştirdiğinin farkına dahi varamayarak, bambaşka bir istikamete doğru sürüklenip gidiyor da, gidiyor... Eksen ve istikamet değiştiğinde ise, neticeye vasıl olmanın, çözüme ulaşmanın, imkân ve ihtimali maalesef ortadan kalkmış oluyor. Daha evvelden de defalarca ifade ettik, bilvesile tekrar edelim ki: Türkiye'de hakikatte "Kürt meselesi" diye bir mesele ve "Kürt sorunu" diye bir sorun yoktur. Şüphesiz ki, orta yerde bir mesele ve bir sıkıntı vardır. Ancak, bunun adı "Kürt sorunu" değildir ve olmamalıdır. Yaklaşık yüz yıldır birike birike önümüze gelen sıkıntı ve yaşadığımız sorun, Türkiye'nin genel ve temel bir sorunudur. Türkiye'nin bu genel sorunu ise, bir türlü sıhhatine tam kavuşturulmayan hukuk, hürriyet ve demokrasi sorunudur; bir diğer ifade ile, temel insan hak ve hürriyetleri sorunudur. Buna sebebiyet veren veya çözüme en büyük engel mahiyetini taşıyan ise, rejimin harcına yerleştirilmiş olan "Kemalist Türkçülük" zihniyetidir. Bu zihniyet, demokrasiden hazzetmediği gibi, tam hürriyeti de hazmedemiyor. Bir taraftan da "Türkçülük" yaparak, necip Türk milletini ırkçıymış gibi gösteriyor. Dolayısıyla, gayr–ı Türk unsurları kışkırtmak ve en büyük fitneyi uyandırmak sûretiyle, bu vatandaki "din kardeşliği"ni "düşman kardeşler" şekline dönüştürmeye çalışıyor. Temel sorun, işte budur ve asıl mesele bu noktadan kaynaklanıyor. Bütün bu şerirleri görmezden gelerek, hastalığın adını "Kürt sorunu" diye koyduğunuz anda, kelimenin tam anlamıyla bir çıkmaza girmiş olursunuz. Zira, "sorun" dediğiniz yerde, mecburen bir muhatap, yani bir "karşı taraf"ı da arayacak ve onunla "pazarlık masası"na oturmaya mecbur kalacaksınız. Ee, böyle bir şey de mümkün değil. Yani, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin PKK'yı, yahut DTP'yi muhatap kabul ederek, onlarla pazarlık yapma cihetine gitmesi, imkân ve ihtimal haricidir. Farz–ı muhal, böyle bir mecraya girildiğinde, DTP'nin beş misli çoğunlukta olan Kürtlerin başka partilerdeki mebuslarını, yani temsilcilerini nereye koyacaksınız? Keza, terör örgütünün katlettiği on binlerce masumun hayattaki sahipleri böylesi bir pazarlığın neresinde yer alacak ve daha mühimmi, ciğerleri dilhûn olan bu vatandaşların muhtemel pazarlığa nasıl bir tepki vereceğini kim kestirebilir? Yani, muhal ender muhal bir durum. Hasılı, "Kürt sorunu" tabiri, çare arayışlarını çıkmaz bir yola sürüklemekten başka bir işe yaramıyor. Orta yerde "sorun"dan ziyade, hürriyet ve demokrasiyi lekedar eden hastalıklar, virüsler, mikroplar var; sistemin önünde birtakım ayakbağları var. Türkiye, bir bütün halinde bu hastalıkları gidermeli ve bu ayakbağlarından kurtulmaya çalışmalı. Temel hukuk, hürriyet ve demokrasinin hakkıyla işlediği bir Türkiye'de, eminiz ki "Kürt sorunu" diye bir sorunun esamisi dahi kalmaz.
Tarihin yorumu 22 Temmuz 1975
Erzurum'dan Wilson'a istiklâl muhtırası
Mahallî hüviyette görünmekle beraber, Anadolu'nun yaklaşık yarısını temsil eden Erzurum Kongresi, 23 Ağustos 1919'da açılarak faaliyete başladı. 7 Ağustos'a kadar devam eden bu kongreye, toplam 54 delege iştirak etti. Bu delegelerin ekseriyeti aylar önce (4 Aralık 1918) kurulmuş olan Vilayât–ı Şarkîye Müdafaa–yı Hukuk–u Milliye Cemiyetinin temsilcileri ve mensuplarıydı. Bunlara ilâveten Kâzım Karabekir, Rauf Orbay ve M. Kemal gibi ordu mensupları da bu kongrede delege sıfatıyla yer aldı. Kongre, Mekteb–i Sultanî'de yapıldı. Delegelerin mutlak ekseriyeti tam bağımsızlıktan yana tavır aldı. Ayrca, hiçbir devletin mandası, vesayeti, hakimiyeti altında yaşamaya rıza getirilmeyeceği gibi, hiçbir kuvvetin işgal ve istilâ teşebbüsüne karşı da ilgisiz kalınmayacağı yönünde ortak bir fikir ve kanaata varıldı. Nitekim, kongrenin nihaî kararları da aynı mânâ ve maksat çerçevesinde alındı. Bu arada, dünya gündemine damgasını vuran ABD Başkanı W. Wilson'un 8 Ocak 1918 tarihli "14 Prensibi"ne de ilgisiz kalınmayarak, buna muhtıra niteliğinde bir beyannâme ile cevap verildi. Zira, Wilson'un ortaya attığı prensiplere (Fourteen Points) göre, Türkiye'nin tam bağımsızlık hareketi şimdilik uygun görülmüyordu. Kâzım Karabekir'in 1969 baskılı "İstiklâl Harbi" isimli eserinde zikrettiğine göre, Erzurum Kongresi Heyeti adına Başkan Wilson'a 1 Ağustos 1919 tarihi itibariyle şu mânâda bir muhtıra gönderildi: "Reis Cenapları! "600 senelik bir saltanata ve 1500 senelik bir hayata malik olan Türk milleti, mevcudiyetleri tarihe karışmış milletlerin bile prensipleriniz sayesinde ihya olunduğu bir sırada, imhadan başka bir mânâ ifade etmeyen kararlara boyun eğmeyecektir... Artık mahvımızın hedeflendiğini anlıyoruz. Son kararı vermek bize düşüyor. Ve bu son karar ise, şeref ve namuslu ölmek ecdadımızın yiğitlik kanıyla yoğrulmuş olan bu topraklar üzerindeki hakimiyeti bizim ve evlâtlarımızın kanı ile müdafaa eyleyerek cihana yeni bir fedakârlık ve kahramanlık misali vermektir." (Age, s. 100) 23.07.2009 E-Posta: [email protected] |