Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
ORDUYU YANLIŞ YÖNLENDİRMEK İSTİYORLAR |
“Üst düzey askerler içinde de hukuksuz yapılanmalardan rahatsız olan birçok asker var. Bu insanlar askerin siyasete müdahalesinin ters teptiğini düşünüyor. Bu tip işlerle uğraşmak istemiyorlar. Üstlerinin yaptıkları hatalardan dert yanıyorlar. Menderes, Özal ve 28 Şubat deneyimlerinden çıkarımları var. Bu tür şeylerin yanlış olduğunu düşünüyorlar. Ancak ordu içinde hırslı kişiler var. Bunlar orduyu yanlış yönlendirmeye çalışıyor. Diğerleri bundan rahatsız.” ORDU YANLIŞ İŞLER YÜZÜNDEN YIPRANIYOR
“Türk toplumu nasıl tartışıyorsa asker de öyle konuşuyor. Aynı rütbede olanlar meseleleri daha rahat konuşuyor. Sonuçta bir değişim var. Toplumun içinden çıkan ordu da bu değişimden payını alıyor. Bugün yapılanlar on sene sonra savunulamaz bir noktada olacak. Ben bu tür haberler yaptığım için ordu yıpranmıyor. Ordu bu tür işlerle uğraştığı için yıpranıyor.”
Haberlerimizin hangi karargâh bilgisayarından çıktığı belli
Albay Çiçek'in irticayla eylem planı, kayıp üsteğmen haberi, dağlıca baskını gibi otuza yakın habere imzasını atan ve Genelkurmay'ı her defasında açıklama yapmaya zorlayan bir gazeteci Mehmet Baransu. Biz de Baransu'ya belgelere nasıl ulaştığını ve Ergenekon sürecini nasıl gördüğünü sorduk. Ordu düşmanı olmadığını söyleyen Baransu, "ordu biz böyle şeyler yazdığımız için yıpranmıyor. Yaptığı şeyler yüzünden yıpranıyor diyor…" Ayrıca Baransu çok tartışılacak bir iddiada bulunarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün AK Parti'nin başında bulunması halinde Ergenekon sürecinin kapatılabileceğini ifade ediyor.
Taraf Gazetesi'nde Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin düştüğü hukuksuz durumları gözler önüne seren haberler yaptınız. Daha önceki meslekî hayatınızda buna benzer haberler yapıyor muydunuz?
28 Şubat döneminde Aksiyon Dergisi'nde çalışıyordum. O dönem kaçakçılıkla ilgili haberler yapıyordum ama 28 Şubatçıların yaptığı şeyleri yazamıyorduk, inanılmaz bir baskı vardı medya üzerinde. On sene önce Türkiye'de azınlığın çoğunluğu yönettiği Suriye'deki BAAS rejimine geçilmesi planlanıyordu.
Bu örgütlenmenin başında kim vardı?
Çevik Bir, Erol Özkasnak gibi isimler vardı. Genelkurmay İkinci başkanı olan Çevik Bir orgeneral olarak askerî okuldaki öğrencileri örgütlüyordu. Onlardan ihbar mektupları aldı, birçok şey yaptı ancak bunu yazabileceğimiz bir mecra yoktu. Askerlerle fazla bir diyaloğum yoktu. 98 ve 99'da Aksiyon'da yaptığım akaryakıt kaçakçılıklarıyla ilgili haberler sonrası mecliste bir komisyon kuruldu. Bu kaçakçılığın bir ucu da Gebze'deydi. Jandarma bölgesinde olduğu için Jandarma konuyu soruşturmaya başladı. Elimdeki belgeleri istediler. Bu konuyla ilgili kimlerle görüşeceklerini bilmiyorlardı. Biz de emekli gümrük müfettişleriyle, konuyu bilenlerle görüşebileceklerini söyledik. İsim verdik onlara. Askerle ilişkim böyle gelişti. Jandarma yaptığı araştırma sonucu Türkiye'de yönetimde bulunmuş siyasî parti genel başkanlığı yapmış bir kişinin kardeşinin bu kaçakçılığın arkasında olduğunu saptadığını belirtti. Ve bu kişiyi gözaltına alamayacaklarını söylediler. Olayı kapattılar. Bunun dışında orduya yedirilen sahte etlerle ilgili haberlerim oldu...
Sahte et bile içeri giriyorsa "Ordu her şeyi bilir" imajı aslında çok da geçerli değil bu durumda?
Bir yerde emir komuta zinciri varsa bu çok zor! Alt kademede neler olduğunu bilemeyebilirsiniz. Bugün Çevik Bir'i ve 27 Nisan Muhtırasını ben yazdım diyen Büyükanıt'ı kim yargılayacak? Eğer yargılayacak merci yoksa alt kademede bir sürü bozukluk, çürüme olması normal. Siz üst kademeden birini görevden aldığınızda bütün askerlerin yükselme çizgileri değişiyor, yapı başkalaşıyor. Ordunun bütününü değerlendirirken bunları göz önünü almak lâzım. Hilmi Özkök'ü karargâhta yalnız bırakmak için Kara Kuvvetleri Komutanı olacak Edip Başer'i emekliye sevk ettiler. (Aytaç Yalman bu göreve atandı) Hüseyin Kıvrıkoğlu başta olmak üzere bazı askerler bu planı yaptı. Bunu Özden Örnek'in günlüklerinde (açıkça görmek de mümkün) Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök karargâhta yalnız kaldı. Kendisinin zehirlenme ihtimaline karşın sefer tasıyla evinden yemek getirdiği artık sır değil. Bu iddiayı Reha Muhtar Beşiktaş maçında Özkök'e sorar ve Özkök karargâhta çıkan yemeklerdeki yağ oranının midesine dokunduğunu ifade eder. Muhtar suikast planını yalanlamasını bekler ancak yalanlamaz. Bunun üzerine Muhtar bir yazısında 'paşa isterde o karargâhtaki yemeğin yağının yağı alınmaz mı?' diyerek kendi görüşünü ortaya koyan bir yazı yazdı. Türkiye'de bunlar oldu. Ordu içinde demokrat insanlar olduğu gibi antidemokratik düşünceye sahip gruplar da var.
Yaptığınız haberlerde birçok askerî belge yayınlıyorsunuz. Bu gazeteci olarak askerle temasa geçmenin zor olmadığını gösterir mi?
Ben uzun zaman güneydoğuda gazetecilik yaptım. K. Irak'ı karış karış gezdim. Güneydoğuda o dönem OHAL vardı. Şırnak'taki olaylar sırasında muhabirdim. İster istemez askerle görev yapıyorsunuz. Gazetecilik yaparken binbaşıyla, albayla tanışıyorsunuz. Bir dönem sonra bu insanlar sizin karşınıza yüksek rütbeyle çıkıyorlar. İlişkinizi koparmıyorsunuz. Bayramdan bayrama da olsa görüşüyorsunuz. Tanıştığınız askerler sizi başka askerlerle tanıştırıyor. Beraber yemek yerken başka askerlerle de tanışıyorsunuz. Gün geçtikçe tanıdığınız asker sayısı artıyor. Şunu açıkça söyleyebilirim ki üst düzey askerler içinde de hukuksuz yapılanmalardan rahatsız olan birçok asker var. Siz bir subay olarak vatan hizmeti yapıyorsunuz, kariyer olarak belli bir beklentiniz oluyor. Ancak garip yapılanmalar ister istemez sizin geleceğinizi de etkiliyor. Üç kişinin emekli olması sizin terfinize etki ediyor. Edip Başer olayında olduğu gibi birileri bir askerin geleceğiyle oynuyor.
Alt kademedeki askerlerin üst kademedeki askerlerden dünya görüşü olarak farklılaştığını söyleyebilir misiniz?
Dünya değiştikçe ister istemez alttakilerle üsttekilerin düşünceleri değişiyor. Bu sivil hayatta da böyledir. Bugün Deniz Baykal kadar statükoyu sahiplenen bir genç bulmak zordur. İnsanlar artık internet sayesinde birçok haber kaynağına ulaşabiliyor, haberlerin altına yorumlar yazabiliyor. 28 Şubat döneminde gazeteler karargâhtan çıkan manşetlerle çıkıyordu. Dinç Bilgin "En büyük hatam Sabah'ı Ankara gazetecilerine bırakmamdı" diyor. 2001 yılı öncesi gazeteciler 28 Şubatı savunabiliyordu. Bugün 28 Şubatta yapılanları savunan gazeteci bulmak çok zor. Sonuçta bir değişim var. Toplumun içinden çıkan ordunun da bu değişimden payını aldığını düşünüyorum. Bugün yapılanlar da on sene sonra savunulamaz bir noktada olacak. Biz orduyu ve askeri seviyoruz. Ben bu tür haberler yaptığım için ordu yıpranmıyor. Ordu bu tür işlerle uğraştığı için yıpranıyor. Medyada çok sesliliğin ortaya çıktığını düşünerek bundan sonra daha çok şeyin deşifre edileceğini düşünüyorum.
28 Şubatta bazı haberleri yazamadığınızı söylediniz. Şu an yazamadığınız bir şey var mı?
Taraf Gazetesi olarak belgesiz bir şey yazmıyoruz. Başka gazeteler ve gazeteciler duyumlarını yazabilir. Ancak ben yazamam. Çünkü her şey bana dönük şu an. Beni yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir haber yaptığımızda bütün basın dünyası bizden belge istiyor.
Hiçbir haberiniz yalanlanmadı mı?
Bazı gazeteler tarafından yalanlandı denilen haberlerimiz de yalanlanmadı. Haberin muhatabı kurum yapılan haber yalandır mahkemeye vereceğiz diyor. Ancak bugüne kadar yapmış olduğum otuza yakın haberin yalan olduğu yönünde açılmış bir mahkeme yok. Çünkü mahkemeye verildiğimiz anda belgelerimizi ortaya koyacağımızı biliyorlar. Ancak hakkımda devletin gizli belgesini ifşa etmek suçu istinadıyla açılmış mahkeme var.
Bu haberler Türkiye'nin en etkin kurumlarından olan Genelkurmay Başkanlığını hedef alan haberler. Haberleriniz gerçek olduğundan nasıl emin oluyorsunuz?
Yıllardan beri görüştüğüm haber kaynakları bana o güveni verdiler. Aldığım haberi birkaç kaynaktan teyit ettiriyorum. Ancak bazı haberleri teyit ettirmeniz gerekmiyor. Taraf Gazetesi olarak haberlerin bazılarını cd olarak alıyoruz. Yazılımı yüklediğinizde CD'nin hangi bilgisayardan çıktığını görebiliyorsunuz. CD'nin karargâhta hangi bilgisayardan çıktığı görünüyor. Bu kadar açık ve net... Bu güne kadar da hiçbir haberim yalanlanmadı!
Peki korkmuyor musunuz?
Korkmuyorum! Bir gazeteci olarak haberim açısından bir endişe taşırım, onun içinde haberime yöneltilecek bütün soruları ortaya koyar ona göre haberimi yaparım. Haberi yayınladıktan sonra Genelkurmayın ne tür bir açıklama yapacağını düşünürüm. Beni mahkemeye vermelerinden korkmam, söylediğim gibi belgelerim çok sağlam. Çünkü beni mahkemeye verecek kurumun belgeleri. Genelkurmay'dan çok Genelkurmay'ın basın halkla ilişkilerini yürüten gazetecilerin ne tür haberler ve yazılar yazacağını düşünüp onların ağızlarını açmasına fırsat vermeyecek şekilde fotoğrafın bütün karelerini yerleştiririm. Onlar konuyu kapatmak için yine de bir şeyler yazarlar ama kapatamazlar. Üsteğmenin dağda unutulduğu haberini yaptığımda Jandarma 'firar ettiğini düşünüyoruz' dedi. Medya da firar etti diye yazdı. Ancak firar eden bir insanın maaşı altı gün içinde kesilir. Bu teğmenin maaşının ödendiğini de daha sonra yazdım. Genelkurmaya 'hani firar etmişti, firar ettiyse neden hâlâ maaşını ödemeye devam ediyorsunuz' diye sordum. Genelkurmay 15 gün önce yaptığı açıklamada 'üsteğmeni şehit ilân ettik' dedi. Şimdi o dönem beni yalan haber yapmakla suçlayan gazeteciler bu durumu açıklasınlar. Hani firar etmişti. Ankara'nın anlı şanlı postal yalayan gazetecileri. Plazalarından halkın içine çıkmaya korkan genel yayın yönetmenleri, gazetecilere sesleniyorum. Hani firar etmişti bu asker, neden susuyorlar? Kimden korkuyorlar? Ben bu insanın orda unutulduğunu, operasyona giden insanlardan öğrendim. Birliğinden öğrendim. Firar etti dedikleri insan dağda unutulmadan üç ay önce orduyla sözleşmesini beş yıl daha uzatıyor. Anlaşmasını uzatan bir askerin, dağ başında firar ettiği gibi aptal saptal açıklamaya maalesef aptal saptal insanlar inandı. Gazetecilik açısından böyle aptallık olamaz. Haberimize inanmayan gazeteciler Genelkurmayı savunarak görevlerini yapmaya çalıştılar. Ancak başaramadılar. Son olarak Albay Çiçek'le ilgili ortaya konulan belgenin TÜBİTAK tarafından sahte olduğu söylenmedi. Hiçbir kurum da sahte olduğunu söylemedi. Bu belgenin fotokopi olduğu ve orijinali dışında fotokopisine bir ekleme yapılmadığı açıklandı. Medyanın, imzası taşınmış belgenin altına monte edilmiş iddialarını TÜBİTAK raporuyla yalanladı. Fotokopi olduğu için de yasal işlem yapılamadığını herkes biliyor. Ertuğrul Özkök, TÜBİTAK'ın raporunu iyi okusun. Kaldı ki yeni bir belge çıkması halinde Başbuğ soruşturmaya devam edileceğini bildirdi.
Genelkurmayın halkla ilişkilerini yürüten bu tür gazetecilerin ne tür reaksiyonları var?
Biz Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Ali Feyyaz Paksüt'ün, İlker Başbuğ'la görüşmesini yazdık. Murat Yetkin bu habere karşılık "Bir acemice psikolojik savaş" başlıklı yazı yazdı. Bu yazı basın tarihine kara leke olarak geçecek bir yazıdır. Paksüt ve Başbuğ görüşmeyi doğruladı. Ancak Enis Berberoğlu Paksüt'e görüşmeyi sorduğunda yalanlamıştı. Biz hertürlü bilgiyi açıklayınca doğrulamak zorunda kaldı. Acemi bir psikolojik savaşı kim yaptı soruyorum. Askerle birlikte demokrasiye ve halka karşı asimetrik psikolojik savaşı hangi medya veriyor, soruyorum şimdi. Ben karargâha gizlice emir almak için giden tüm gazetecileri biliyorum. Nasıl ortak psikolojik harekât planları yaptıklarını biliyorum. Ankara gazetecilerinin bazıları gazetecilik noktasında çok farklı işler yapmaya başladılar. Yaptığımız haberler sonrasında bazı gazeteciler Genelkurmay başkanlığı karargâhından birileriyle görüşüp haberimizin doğru olmadığı yönünde televizyonları gezerek açıklama yapıyorlar. İçerden aldıkları emirleri uyguluyorlar. Eğer yaptıkları gazetecilikse, yaptığım haberden sonraki süreci neden takip etmiyorlar. Yalan diyorlar, Genelkurmay mahkemede onlardan hesabını soracak diyorlar. Yalan haber yüzünden mahkemeye verildiğimi göstersinler. Dağlıca dedim, bir sürü haber yaptım. Dağlıcayla ilgili, ne oldu...Çocukların üstüne yıktılar Dağlıca'yı...
Haberinize kaynaklık eden askerler TSK içindeki kötü gidişe dur demek isteyen kişiler mi?
Bir çok insanla zaman zaman haber konusu olmadan da görüşüyorum. Bu insanlar askerin siyasete müdahalesinin ters teptiğini düşünüyor. Bu tip işlerle uğraşmak istemiyorlar. Üstlerinin yaptıkları hatalardan dert yanıyorlar. Menderes, Özal ve 28 Şubat deneyimlerinden çıkarımları var. Bu tür şeylerin yanlış olduğunu düşünüyorlar. Zaten böyle tahlil etmemek cahillik olur. Ancak ordu içinde hırslı kişiler var. Bunlar orduyu yanlış yönlendirmeye çalışıyor. İşte Büyükanıt '27 Nisan Muhtırasını ben yazdım' diyebiliyor. Bunlardan rahatsız olan insanlar var orduda. Türk toplumu nasıl tartışıyorsa askerde öyle konuşuyor. Aynı rütbede olanlar meseleleri daha rahat konuşuyor...
Erbakan askerî lojmanlardan da RP'ye halkın paralelinde oy çıktığını söylemişti....
İkinci iddinamenin eklerinde AK Parti döneminde de lojmanların fişlendiğine dair bilgiler var; Subaylar içinde şeriatçılar olduğu söyleniyor. Askerî lojmanların bazılarında yüzde 60 AK Parti çıkmış. Sonuçta asker de bu toplumun içinden çıkıyor. Keşke lojmanları kaldırabilsek ve komşularımız arasında askerlerde olsa.
Sizin görüştüğünüz bütün askerler muhtemelen size haber kaynaklığı yapıyor. Ancak görüşen kişiler zor bir durumda kalmıyor mu? Ayrıca Genelkurmay istese sizinle ilişki halindeki askerlere ulaşamaz mı?
Genelkurmay bunları bulmak istiyorsa bulur, bulmak istemiyorsa bulmaz... Bazı askerler doğru iş yaptıklarına inandıkları için bu konuda bir çekincesi yok. Zaten askeriyedeki bu tür yapılanmaları kendi toplantılarında da dile getiriyorlar. Üst kademedeki askerler bunları ne kadar dikkate alıyor bu tartışılır.
ERGENEKON DÂVÂSINDA NEDEN POLİTİKACILAR YOK?
Ergenekon'un siyasî ayağının bir kısmını biliyoruz ancak dokunulmazlıkları olduğundan bir şey yapılamıyor. CHP'den Şener Paşa'yla darbe toplantıları yapan milletvekilleri olduğunu biliyoruz. Savcılıkta bunları biliyordur. Zaten iddianamenin eklerinde ulusal birlik hareketine katılan milletvekilleri var. Bunlar karşısında AK Parti içindeki RP kökenli insanların 28 Şubat'tan bu yana bu tür olaylara karşı duruş alamama sorunu var. Ya gelişmeleri algılayamıyorlar, ne yapmaları gerektiğini bilemiyorlar ya da Ankara siyasetini iyi takip edemiyorlar. AK Parti'nin başında Erdoğan olmasaydı, Bülent Arınç'ı da bir kenara ayırıyorum, Ergenekon süreci kapatılırdı. Buna Cumhurbaşkanı Gül'ü de dahil ediyorum. Bugün Gül AK Parti'nin başında olsaydı Ergenokon süreci kapatılırdı. Bunu açık ve net söylüyorum. Ben bunu Cumhurbaşkanımızın açıklamalarından ve davranışlarından görüyorum. Cumhurbaşkanlığına dâvet ettiği veya edemediği insanlardan biliyorum. AB sürecini ben yakından takip ettim. Lüksemburg ve Brüksel'deki görüşmeleri takip ettim. Herkes AB görüşmelerinde Erdoğan'ın direttiğini söyler, ancak direten Gül'dür. Bunu fazla yansıtmadılar. AB'deki temsilcilere ikili görüşmeleri sorun size anlatsınlar orda ayak diretenin Gül olduğunu söylerler. Gül'ün toplumun önünü açacak bir insan olduğunu düşünmüyorum. Bu benim kişisel görüşüm. Gül'ün herkesin cumhurbaşkanı olayım derken bazen statükonun cumhurbaşkanı olduğunu veya statükonun işine gelecek işler yaptığına inanıyorum. Biz aylardan beridir tartışıyoruz. İş son raddeye geldikten sonra Devlet Denetleme Kurulu devreye sokuluyor. Ben böyle bir cumhurbaşkanı istemiyorum. Cumhurbaşkanı toplumun önünü açacak ve bu tür olaylara anında müdahale edecek. Bunun yanında Ertosun'un nasıl biri olduğunu herkes biliyordu da Sayın Gül mü bilmiyordu? Çiçek mi bilmiyordu? Nasıl atadılar onu oraya?
BİR KURUMUN BAŞINDA SAHTEKÂR VARSA O KURUMDA SAHTEKÂRLIK OLUR
Herkes tutuklu generallerin tutuksuz yargınlanmasına neden olan GATA'yı konuşuyor. GATA'nın başında bulunan Tümgeneral Mehmet Zeki Bayraktar, Dünya Göz Hastanesi'nde görev yapan Zerrin Bayraktar'ın uluslar arası makalelerini kendi makaleleriymiş gibi gösterip GATA'ya dekan oldu. Bunu ben tüm belgeleriyle ortaya çıkardım. Biliyorsunuz uluslar arası makalede ismin başharfi yazılır. Z. Bayraktar diyerek Zerrin'i Zeki yaptı. Yaptığımız bu haberin üstüne hangi medya gitti. Ömer Dinçer'in intihal olayı gazetelere manşet oldu mu? Ne farkı var bunu birisi bana söylesin. Niye yazmadılar bu haberi? Niye hâlâ Bayraktar GATA'nın dekanı olarak kalabiliyor. Yaşar Büyükanıt'a soruyorum, görev döneminde bu iddialarla ilgili ne yaptı? Başbuğ'a soruyorum, bu konuyu da bir incelesene? Emir ver Askerî Savcılığa, Mehmet Zeki Bayraktar'ın tüm rütbelerini sökerler. Adam Genelkurmaya sahte belge sunuyor. Ben Zeki Bayraktar'ın heyete sunduğu raporları ve makalelerin asıllarını buldum. Ne oldu? Hiçbir şey olmadı... İntihal'e Türk Dil Kurumu "Aşırma" der. Adam intihal bile yapmıyor, kadının makalesini alıp, sahtekârlık yapıyor. Sahte belge düzenliyor. Bu sahtekârlık ve hırsızlıktır. Bir kurumun başında sahtekârlık yapan bir kişi bulunuyorsa kimse kusura bakmasın o kurumda sahtekârlık olur. Bunlar belgeyle kanıtlanmıştır. Bu kişi hakkında hâlâ soruşturma açılmamıştır. Sonra 'Ergenekonculara GATA'da farklı muamele yapılıyor' diyoruz. Tabiî yapılır. Balık baştan kokar. |
Ailemizle birlikte gazetemizi okuyalım |
KIRK YILLIK OKUYUCUMUZ KASIM ALİ GÜNGÖR HATIRALARINI ANLATTI: 1942 Adana Karaisalı ilçesi Ebulhadi Köyünde dünyaya geldim. 1953’te köyde ilkokulu bitirdim. 1958’de Mersin 3. Ast. Sb. Hz. Ort. Okulunu bitirdim. Sonra 1960’da Ankara Mamak Elektronik teknik okulundan 1. olarak mezun olup mükâfaten istediğim yere atanma hakkı verildi ve İstanbul Eyüp Hastal’da Muhabere Destek Bölüğünde göreve başladım. Annem Adana’dan bir koli göndermişti. Gelen koliyi almak için Haydarpaşa Tren Garı’na gittim. Annem sürpriz olarak kolinin içine seccade koymuş. Daha önce anneme sözüm vardı. Okulu bitirince namaza başlıyacağıma söz vermiştim. Sözümü tuttum. Çünkü annemin bir şartı vardı, ‘Namaz kılmazsan hakkımı helâl etmem’ demişti. Babam bir buçuk yaşımda iken vefat etmiş, bu görev anneme kalmıştı. Koliyi alıp birliğime gittim. Namaz vakti girince arkadaşlarıma kıbleyi sordum, ne onlar ne de ben kıbleyi bilmiyorduk. Tahmini olarak seccadeyi serdim, kıldım. İsabet etmişim kıble doğruymuş. Askerî üniformayla camiye gitmeye başladım. Namazdaki eksiklerimi cemaatin yardımıyla düzelttim. Cemaatteki yaşlı amcalar hatalarımı yumuşak bir dille düzeltiyorlardı. Annemin duâsı kabul olmuş, seccade bana uğurlu gelmişti.. Bugünlerde 3 aylar orucunu tutmaya başladım. Bu arada Yassıada’da görevlendirildim. Ailem kökten demokrat olduğu için duruşmalara dinleyici olarak katılıyordum. Mithatpaşa Stadyumu yanındaki Dolmabahçe Camii, irtibat bürosu idi. Bu cami kışla olarak kullanılıyordu. Askerler camide yatıp kalkıyorlardı. Halılar kaldırılmıştı. Bu camiden Yassıada’ya gidip geliniyordu. Yassıada’da görevli subaylara çifte maaş veriliyordu. Ben de çifte maaş alıyordum. Astsubaydım, ama yüzbaşıya denk maaş idi bu. Bütün vasıtalar askerlere ücretsizdi. Özel forsumuz vardı. Bu forsu gören herkes ister istemez saygı gösteriyordu. Sonra birliğimiz Bursa’ya (Mudanya) nakledildi. Mudanya’ya geldikten 1-2 ay sonra tekrar geçici görevle İstanbul’a istediler. 6.2.1961 günü Ramazan’da gece 2.30 (imsak vaktinde) 1. Ordu Komutanı Cemal Tural biz sahur hazırlıkları yaparken sarhoş bir şekilde teftişe geldi. 1. Muhabere Merkezinde kalıyordum. Bekârdım. Tam sahur sofrasına oturacaktım, ayağımda terlik olduğu için sahura kalktığımıza bahane bulamayıp, terliğe bahane buldu. Ertesi gün kızılca kıyamet koptu. 40 asker sürgün edildi. Birliğime iade edildim. 15 gün ceza aldım. Ortaköy’de camide namazlarımı kıldım. Ramazan çok güzel geçti. Mudanya’ya döndüm. 2-3 ay sonra Bandırma’ya geçici görevle gittim. Bir Cuma günü Haydar Çavuş İskele Camiinde Cuma namazını resmî üniforma ile kıldım. İrfan Bulçum Özer isimli bir astsubay (sivil kıyafetli) elini uzattı: ”Allah kabul etsin” dedi. Yanındaki arkadaşı ile tanıştırdı. Derviş Kısakürek, Cahit Erdoğan ve Ahmet Nizam (Havacı Astsubaylar ) ile tanıştırdı. İrfan Bey sordu: ”Kur’ân-ı Kerim okumayı biliyor musun?” “Hayır” dedim. “O zaman sizinle birlikte Tillo’lu Taha Gültekin sana öğretir.” Muhabere Merkezi Elektrik Teknikeri ben idim. Birlik Komutanı bir gün odama geldi. Kur’ân Elifbası (alfabe) görünce odada, bana kızdı. ”Biz kaldırmaya çalışıyoruz, sen getirmeye çalışıyorsun bu harfleri” dedi. (25 yıl sonra Bursa’ya gelmiştim. Çarşıdan bazı eşyalar aldım. Kese kâğıdının yapıldığı gazetede bu binbaşının vefat ilânı vardı!) Bu binbaşı: ”Kur’ân, Arapça anlıyor musun, niye okuyorsun” dedi. Ben de ”Türkçe Kur’ân ve namaz fikri, mason ve komünistlere aittir” dedim. 1962 yılında Bandırma’da tanıştığım astsubay arkadaş beni bir eve götürdü: ”Ben ikindi namazını kılmadım. Ben namazı kılıncaya kadar sen şu kitabı (Meyve Risâlesi) okursun” dedi ve kitabı bana hediye etti. Hem ikram ettiği karpuzu yedim. Hem de kitaptan okudum, namaz bitinceye kadar. Sonra, yatsı namazını kılıp imamın evine gittik. İlk defa Risâle-i Nur ve Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ismini burada duydum. Çok sıcak ve samimî bir ortam vardı. Sohbet çok güzeldi. Hepsi beni mest etti. Böylece derslere başlamış oldum. Lise fark derslerini verip üniversitede okumak için bir öğretmenden Havacı Astsubay Başçavuş arkadaşım Seyfi Sütçü ile birlikte özel matematik dersi alıyoruz. Bandırma’ya da biraz da bunun için gitmiştim Mudanya’ya da. O tarihte Mudanya’da lise yoktu. Bir gün arkadaşım Cahit Erdoğan’a söz verdiğim için, Seyfi Sütçü ile matematik dersine gidemedim. Seyfi Sütçü Risâle-i Nurlara dost değildi. “Sen bu kitaplardan ve Cahit Erdoğan’dan uzak dur tehlikeli onlar” dedi. Ben de cevap verdim: ”Bunlar komünist değil, temiz arkadaşlar” deyince, doğru söylüyorsun, ”Ben alkoliğim, onlar iyi insanlar” demek zorunda kaldı. 1962’de bir hava astsubay ağabeyin evini kiralamak için, Cahit Erdoğan ile evi geziyoruz. Evde iki kişi var. Biri uzanmış bir şeyler söylüyor, diğeri daktilo ile söylenenleri yazıyor. Gözlüklü olan bizi görünce sordu: ”Kim bunlar” diye. Cahit Erdoğan; “Bu (benim için) 2 günlük Nurcu” dedi. Sonra öğrendim. Gözlüklü olan Bekir Berk, diğeri Üzeyir (Ziver) Şenler. (Şule Yüksel Şenler’in abisi. Şimdi Bursa’da ikamet eden Üzeyir Ağabey 18 yaşında Risâle-i Nurları tanımış, iki kız kardeşine de tanıtmış. Bu satırları anlatırken Kasım Bey çok duygulandı ağlıyordu. EA) Risâle-i Nurları tanıdıktan sonra yerimde duramaz olmuştum. Emrimdeki erlere imanî meseleleri anlatıyordum. 20 erin hepsi namaza başladı. Bursa’ya geldiğimde 20 tane takke hediye aldım bu erlere. 19 yaşındayım o tarihte. Çankırılı çavuş demişti ki: ”Komutanım sizinle 30 yıl askerlik yaparım.” Bu arada bu olanlardan üst kademinin de bir şekilde haberi oluyor. 1. Ordu Muhabere Alay Komutanı yazı yazmış Mudanya’ya. Kasım Ali Güngör isimli Astsubay Bandırma’da “Nurculuk” yapıyor, yasak kitapları okuyor–okutuyor şeklinde. Yazı bana tebliğ edilince; tebliğ eden komutana: ”Efendim siz bu kitapları okudunuz mu?” dedim. “Hayır” dedi. “Bu kitaplar hakkında Diyanet İşleri Başkanlığının ve İlahiyat Fakültelerinin müsbet raporları var” dedim. Gençlik Rehberi mavi idi. Uzattım. Adam titremeye başladı. “İşte beraat kararları” dedim. Maaşımı almaya gittim. Çantayı odada bırakmıştım. Yüzbaşı çantamdaki Risâleyi almış okuyor. Ben içeri girince: ” Bu ne astsubayım” dedi. Bilâhare, Bölge Komutanına durum intikal etti. Komutan: “Said Nursî’nin kitaplarını ben de okudum” dedi. Ben de: ”Efendim hangilerini okudunuz?” dedim. Cevap vermedi. Ben de saydım, büyük eserleri: Şuâlar, Lemalar… şeklinde. Komutan bağırarak: ”Getirin şu gizli emri bana” dedi. Emri bana okudu: “Said Nursî, Rusya’ya gittiğinde Ruslarla anlaşarak gençliği komünist yaparak zehirlemiş.” Emri yazan 1. Ordu Komutanı Cemal Tural. Dedim: ”Acaba bu iftira kokan bilgi, yazana mı ait, yoksa yazılı bir metni okumadan mı imzalamış? Bu emri yazan adam Risâle-i Nur’u okuyup da yazdı ise kendisi komünisttir. Okumadan imzaladı ise ona bir şey demem.” Risâleler burada, komutanım siz de okuyun. Eğer dinim ve vatanım aleyhinde bir kelime bulursanız beni kurşuna dizin, hiçbir hak iddia etmiyeceğim” dedim. Ben Mudanya’dan annemle ayrıldım. Bursa’ya geldim. Mudanya’daki arkadaşlar, “Ali sen Bursa’ya gidiyorsun, Bursa’da arkadaşlar var. Ali Çakmak’ı bulursun” dediler. Ben de Ulu Cami’de rastgele sordum Ali Çakmak’ı tanıyor musunuz? diye cemaatten bazılarına. Sorduğum kişilerden birisi Sungur Ağabeymiş. Onlar da, “Biz de namazdan sonra onun yanına gidiyoruz. Birlikte gidelim” dediler. Bu sorduğum kişiler, Mustafa Sungur ve Muzaffer Aslan Ağabeylermiş. Ekim 1963’te Malatya’ya sürgün emri geldi. Annemi Adana’ya bırakıp, Malatya’ya gittim. Burada kiraladığımız evi dershane yaptık. Göreve başlamak için birliğime gittim. 3 ay sonra bir asker geldi: ”Astsubayım sizi Tabur Komutanı istiyor” dedi. Binbaşı: ”Bursa’dan buraya niçin geldiğini biliyorsun değil mi? Sizin gayeniz ne” dedi. Ben de Gençlik Rehberindeki Üstad Hazretlerinin “Bir tek gayem vardır. O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda, bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın imân eseslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imânsız yaparak kendisine bağlıyor. Ben, bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek, gençleri ve Müslümanları imâna dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücâdele ediyorum.. Bu mücâdelem ile İnşaallah, Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gâyemden alıkoyanlar da, korkarım ki, bolşevikler olsun” dedim. Bu cevap hepsini şaşırttı. Binbaşı, “Gazetelerde hep okuyoruz, hapse atıldığınızı tutuklandığınızı yazıyorlar?” dedi. Ben de: “Bu gazeteler yalan yazıyorlar. Beraat ve iade kararlarını kasıtlı olarak yazmıyorlar” dedim. Bir astsubay arkadaşım “Malatya depreminin olduğu akşam nerede idin?” dedi. Ben de, ”Sohbette idim” dedim. Tam zelzele olurken zelzele bahsini okuyorduk.. İsmi Gazi olan bir astsubay “Terziye giderken depreme yakalandım ve yere yuvarlandım, yere düştüm. Eve gittim, tövbe ettim, gusül abdesti alıp namaza başladım. Depremde ölse idim, Allah’a ne cevap verecektim” dedi. Başka bir astsubay arkadaş da “namaza başladım” dedi. Depremde intibaha gelmişler. Bölük Komutanı Yüzbaşı benden 10 soruluk bir savunma istedi. Bazıları şöyle: S-1- Nurculuk bölücü bir harekettir. Neden? C-1- “Üstad Bediüzzaman Said Nursî birlik ve beraberlik taraftarıdır” dedim. S-2- İlke ve İnkılâplara inanıyor musun? C-2- “Bu ilkeler Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Nebeviyenin emir ve buyrukları dairesinde ise iftiharla kabul ediyorum” dedim. S-3- Nurculuğun Türk Ordusunda yayılmasını istiyor musun? C-3- “Hakikî saadet iman ve İslâmiyettedir. Prof. Dr. Kemal Hak Yörük’ün R. Nur’ların lehinde müsbet raporu var” dedim. Sonra Yrb. Dursun Cebe, ”Siz iyisiniz, ama sizi burada (orduda) barındırmazlar” dedi. Üzüntüm, Müslümana eziyet edilmesi idi. Yüzbaşı ihraç emrini tebliğ etti. Ben de tebellüğ ettim. Helâlleştik, ayrıldım. Bu soruları Muzaffer Erdem Ağabeye gösterdim. O da İstanbul’a merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeye göndermiş (yıl 1964.) 22 yaşında ordudan elektronik mesleğini çok iyi bilen bir eleman olarak re’sen ayrılmak zorunda kaldım. Artık Ankara’da 27 numarada (Ulus’ta) kalıyorum. Said Özdemir Ağabeyin evine derslere gidiyoruz. Bir gün kahvaltı yaparken İzmir’den koli halinde gelen Zülfikar Gazetesi hakkında toplatma kararı olduğu için gazete kolisi ile birlikte bizi de alıp götürdüler emniyete. Gece sabaha kadar bekletilip, sabah Altındağ Ağır Ceza Mahkemesine İsmail Ambarlı, Said Özdemir Ağabeyinde bulunduğu 10 kişi gittik. Çankaya Emniyet Müdürlüğünde ifadelerimiz alındı. Ağır Cezaya çıkacağız. Alt katta bodrumda bekletiyorlar bizi. Huzuruna çıktığımız hakim bizi bıraktı. Bu arada Ulus (bu gazetenin adını Kasım Bey Urus diye telâffuz ediyor.) Gazetesi fotoğraflarımızı çekiyordu. İkinci gün tabi haber malûm şekli ile çıktı. “Nurcular ayin yaparken yakalandılar.” Zülfikar Gazetesinin başına gelenlerden dolayı gazete kapandı. Said Özdemir Ağabey bana: “Kasım kardeş, İzmir’e gider misin?” dedi. Ben de gittim. ”Uhuvvet Gazetesini çıkaralım” dedi. Benim adımı da Genel Müdür olarak yazdı. Bir kardeşe de Yazı İşleri Müdürlüğü görevi verildi. Uhuvvet Gazetesi hiç toplatılmadı. Bu tarihte, “Tuhvetül Reddiye-Ala Mezhebi Said-i Kürdiye” isimli iftira-uydurma bir broşür neşretmişti 27 Mayıs ihtilâlcileri. Rahmetli Ali Gürbüz Ağabey ile ‘Nurculuk Nedir?’ isimli bir broşür hazırladık. İzmir Konak’ta, bu broşürü protokol listesindeki (s) harfine kadar olan bütün resmî kurumlara göndermek için postaya vermek üzere üzerlerini pulladık, bir çuval ile Basmahane postanesinin kutularına bıraktık. Bir tek mahkeme başkanlığı iade etti. Diğerleri adreslere ulaşmış. Said Özdemir Ağabey (daha sonra damadı olan) Zeki Birbilir’e “Bu gazete artık İzmir’de çıkmayacak, Ankara’da çıkacak” diye emir verdi.
Yeni Asya Gazetesini nasıl tanıdınız?
Bu sırada Mehmet Kutlular Ağabey bana, ”Kasım kardeş sen İstanbul’a gel, Kirazlı Mescid 46 numarada (burada mutfak işlerine de M. Kutlular Ağabey bakıyordu o zaman) Zübeyir Ağabeyin üst katında kalırsın, sana bir elektronikçi de buluruz” dedi. Allah razı olsun. Eyüp Ekmekçi, Dr. Sadullah Nutku (ordudan ayrılanlardan) ağabeyler benimle ilgilendiler. Elektrik arızası için merhum Sadullah Ağabeyin evine gittik. Kahvaltıdan sonra camimizde fahri imamlık yapan merhum Yüzbaşı Refet Ağabeye gittik. Bir gün, Oktay Demiröz, Abdülvahid Mutkan ve Üzeyir (Ziver) Şenler Ağabeylerle birlikte kahvaltı yaparken; evlilik konusu açıldı. Tam biz konuşurken içeri Zübeyir Ağabey girdi. Bana: ”Kasım kardaşım sen evlenebilirsin” dedi. Beni yanımdakiler tebrik ettiler. Sonra, sana evlilik izni çıktı, dedi yanımdakiler. Zübeyir Ağabey bir gün: ”Kasım kardeş seninle Taksim’e gideceğiz” dedi. Zübeyir Ağabey Risâle-i Nur hizmetinin önemini anlatırdı bana. Bursa’ya tekrar döndüm. Nur Ses isimli elektronik tamirhanesini açtım. Bursa’da bu dükkânı çok meşhur simalar gelip ziyaret ettiler. Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip merhum da gelmişti. Akşamları o tarihlerde dershane olan Sami Pala Ağabeyin 34 numaralı evinde her gün dersler yapılıyordu. Gelen misafirler burada kalıyorlardı. O tarihlerde İttihat Gazetesi haftalık çıkıyordu. Biz de Bursa Ulu Cami’nin kapılarına namaz çıkışlarında “Müslümanların gazetesi geldi. Buyurun, alın” diye yüksek sesle bağırarak, Şükrü Kazanhan ile birlikte gazete satıyorduk. 1960 yılında Adana’ya gittim. 1970 yılında Yeni Asya gazetesi çıkmaya başladı. 1971‘de Adana’da sivil polisler ellerinde otomatik silâhlarla dershanedeki dersi (sohbeti) bastılar. Misvaheddin isimli bir kardeş Risâleleri polislere; ”Sizin abdestiniz yok, bunlar mübarek kitaplar, abdestsiz insanlar eline alamaz” diye vermek istemedi. 1 Nisan 1971’de önce emniyete, sonra cezaevine gönderildik. Önceden sarhoş ve CHP’li olan Zihni Turan isimli bir arkadaş da bizimle birlikte 19 gün ceza evinde kaldı. Nisan 1971’de Zübeyir Gündüzalp Ağabey vefat etti. Abdullah Yeğin Ağabeye ölüm haberini hemen vermedik. Sonra yavaş yavaş söyledik, çünkü rahatsızdı. Benim de avukatım her Nur Talebesininki gibi Merhum Bekir Berk Ağabeydi. Öz amcamın oğlu avukattı, vekaleti ona vermedim, Bekir ağabeye verdim. Adana’da Sabancı Holding’de çalışıyordum. Merhum Hacı Ömer Sabancı ve Özdemir Sabancı bize namaz için sosyal binayı namaz yeri olarak tahsis ettiler. Merhum Turgut Özal da bizim fabrikada koordinatör olarak çalışıyordu.
Sizi Yeni Asya’ya 40 yıldır bağlayan asıl sebep nedir?
Yeni Asya bir açık üniversite. Bu istikrarlı çizgisini devam ettirdiği sürece ölünceye (kıyamete) kadar Yeni Asya okumaya devam edeceğim İnşallah. Çünkü Yeni Asya bizim dünya ile ve kardeşlerimizle irtibatımızı sağlıyor. Yeni Asya açık günlük bir lâhika mektubudur. Mutlaka her gün okunmalıdır.
Yeni Asya size ve ailenize neler kazandırdı?
İdealimize, dâvâmıza sahip çıkması, çizgimizi muhafaza etmemiz noktasında Yeni Asya bize yardımcı oluyor. İçtimaî ve siyasî konularda bize yardımcı oluyor, yol gösteriyor ve ufkumuzu açıyor gazetemiz.
Yeni Asya okuyucularına söylemek istedikleriniz nelerdir?
Bir hatıra ile cevap vereyim. Bir kardeş bindiği taksinin şoförüne gazeteyi hediye ediyor. Baktım gazete; çok güzel. Sonra Gazete okuyucuları ve Risâle-i Nur dersleri ile tanışıyor, içkiyi bırakıp namaza başlıyor. Bunun için bu gazeteyi yaşatmak zorundayız. Ailemizle birlikte hem okuyalım, hem abone bulalım. Bu ölmez Nur, Kur’ân hakikatlerinden herkesin haberdar olması için çalışalım. |
ERDOĞAN AKDEMİR / ALİ KANIBİR 27.07.2009 |