Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Haksız düzen |
Hak ve adalet değil, kuvvet ve menfaat esasları üzerine bina edilen materyalist medeniyetin kurduğu dünya düzeninin işleyişi de maalesef buna göre cereyan ediyor. Kuvvetle elde edilen, korunan ve doymak bilmeyen bir hırsla arttırılmasına çalışılan menfaatlar uğruna, icabında en temel haklar çiğnenebiliyor ve hak ihlâlleri görmezden gelinebiliyor. Haksızlıkların tümüne ilke olarak karşı çıkılması gerekirken, çıkarlara endeksli, konjonktürel ve çifte standartçı yaklaşımlar sergileniyor. Dünya politikasında bunun birçok örneği var. Meselâ İsrail ve onun Filistin’deki zulümlerine her zaman kayıtsız şartsız arka çıkarken, Irak’ı, Afganistan’ı ve Pakistan’ı da perişan eden ABD. Obama ile bu dönemi kapatmak istediği işaretleri verir gibi olan ABD’nin bu politikalarına Rusya ve Çin gibi diğer bazı dünya güçleri zaman zaman karşı çıkıyor gibi yapıyorlar; ama meselâ Rusya Çeçenistan’da, Çin Doğu Türkistan’da, İsrail ve ABD’den farklı davranmıyorlar. Ve bu defa onları eleştiren, Amerika oluyor. Böylece, bir taraftan birbirlerinin boşluk ve açıklarını yakalayıp konjonktürel hesaplarla kullanırken, diğer taraftan gayri ahlâkî pazarlık ve uzlaşmalarla, irtikâp ettikleri hak ihlâli ve zulümlere karşılıklı olarak gözlerini kapatıyorlar. Olan da bu ihlâllerin mağdurlarına oluyor. Bilindiği gibi, geçen yüzyılda dünya haritasını değiştiren üç önemli olay gerçekleşti: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Sovyetlerin dağılması. Kendi çıkarlarına göre sınırları çizenler, dünya savaşlarından galip çıkanlardı. Haritanın yüzyıl sonunda aldığı en son şekil ise, dikta rejimlerinin kendi içlerinde çürüyüp çökmesi ve gücü elinde bulunduranların bu defa farklı yöntemler kullanarak neticeyi tayin etmesiyle gerçekleşti. Evvelce sömürge veya uydu konumunda olan yapıların büyük ölçüde şeklen dahi olsa bağımsız devletlere dönüşmesi bu dönemeçlerde oldu. Ve haritadaki güncellemeler, büyük güçler arasındaki çıkar paylaşımına göre tanzim edildi.
Münferit çıkışlarla olmuyor Osmanlıyı tarihe gömen Birinci Dünya Harbi sonrasında, Kurtuluş Savaşından aldığı güçle kurulan Türkiye’nin uluslararası platformda tanınması dahi, aynı güçlerin gizli pazarlıklara dayalı olarak verdikleri onay üzerine tahakkuk etti. Aynı şekilde, İkinci Dünya Harbini takiben Avrupa’nın yarısı Sovyet nüfuzuna girerken, eski İngiliz, Fransız, Hollanda, Portekiz, İspanya sömürgelerinin bağımsızlıklarına kavuşmaları da. Yüzyılın son virajında Sovyetler’in dağılıp Doğu Avrupa, Balkanlar ve Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsız devletler haline gelmeleri de. Böyle tarihî dönüm noktalarında, dünya güçlerinin muvafakatıyla elde edilenler dışında, münferit çıkışlarla bağımsız devlet olan hiç yok. Bu iddia ile ortaya çıkanları da tanıyan yok. En yakın misallerinden biri, KKTC. Keza Tito Yugoslavya’sını oluşturan bölgelerin hemen tamamı bağımsız devletlere dönüşürken, bu hakkın Sırp vahşetine maruz kalan Bosna’dan esirgenmesi de bir diğer ibretli örnek. Bosna muazzam kayıplar verip çok büyük acılar yaşayarak ortaya koyduğu destansı mücadeleye rağmen tam bağımsızlığını elde edemedi ve Dayton anlaşmasıyla, egemenliğini Sırplar ve Hırvatlarla paylaşmak mecburiyetinde bırakıldı. Çeçenistan, Filistin, Doğu Türkistan gibi örneklerde de aynı gerçeğin yansımaları görülüyor. Hal böyle olunca, buralardaki hak mücadelesinin bu gerçeği dikkate alan daha akılcı, realist, sabırlı stratejilerle yürütülmesi; dünya ile iletişim kanallarını açık tutarak kamuoyu desteğini kazanmaya yönelik çalışmalara ağırlık verilmesi; kendi insanlarının daha da ezilmesine yol açacak provokasyon tuzaklarına düşülmeden yola devam edilmesi gibi hususlar büyük önem taşıyor. Aksi halde hem mağduriyetlerin artarak devamı, hem de birilerince konjonktürel hesaplarla kullanılıp sonra “harcanma” gibi riskler artıyor. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (09.07.2009) - Değişen birşey var mı? (19.06.2009) - Din, siyaset, bürokrasi (18.06.2009) - Tesbitler ve sorular (17.06.2009) - İç içe tuhaflıklar (16.06.2009) - İki kronik mesele |