Mehmet C. GÖKÇE |
|
Taziyelerde Kur’ân tilâveti |
“Her harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kıraati her hizmete mukaddem ve müreccahtır.” (Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, s. 47)
Karşılıklı görevlerimizin en önemlilerinden bir tanesi de sevinç ve kederlerimizi paylaşmaktır. Özellikle kederli ve sıkıntılı durumda bulunan kimselerin yalnızlığını gidermek ve sıkıntılarına ortak olmak önemli bir husustur. Kuşkusuz; kederli durumların başında ölüm hâdisesi gelir. Zaten, mü’min kardeşlerimizin cenazelerine iştirak etmek ehemmiyetli vazifeler arasında sayılmıştır. Hatta cenazenin teçhiz, tekfin ve namazı farz-ı kifaye olarak değerlendirilmiştir. Yani her halükârda bir kısım mü’minler bu görevi yerine getirecek ki, herkes sorumluluktan kurtulsun. Şu da bilinen bir husustur ki, definden sonra taziye meclisleri kurulur. Yöreden yöreye değişiklik göstermekle birlikte; kimi yerlerde taziye çadırları, bazı yerlerde taziye evleri bu vazifenin rahat bir şekilde ifasını kolaylaştırmaktadır. Üç gün devam etmesi uygun olan bu görev boyunca cenaze sahiplerinin yakın çevresi bu noktada önemli destek ve katkı sağlamak durumundadır. Taziye yerine gelen ziyaretçinin ahiret ahvâlinden bahsetmesi, bıktırıp usandırmadan tesellî edici ifadeler kullanması, makul cümlelerle taziyetlerini sunması, vakur bir biçimde gelip gitmesi-oturup kalkması makbul davranışlardır. Özellikle sesi ve bilgisi müsait olanların Kur’ân-ı Kerim’den aşirler okuması ve manevi bir atmosferin oluşmasına katkı sağlaması güzel bir yaklaşımdır. Ancak ne yazık ki, bazen bir kısım insanlar, hiç ehil olmadıkları ve rahatsızlık verici bir kıraate sahip oldukları halde kendilerini okuma mecburiyetinde hissederek Kur’ân’a büyük haksızlar yapmaktadırlar. Böylece gelen herkesin kendisini okumak zorunda görmesi, çekilmez ve tahammül edilmez bir hâl alabilmektedir. Kur’ân’ın okunmasından hiçbir mü’min rahatsızlık duymaz; ancak, mânâsını ters yüz edecek, tecvid ve mahreç bilgisinden yoksun ve perişan bir ses edasıyla icra edilen bu girişimler cahil ve bilgisizlik cesaretinin ürünüdür. Oysa Kur’ân okumanın da bir usul ve adabı vardır. Her şeyden önce maddi ve manevi temizliğin sağlanmasından sonra, sükûnet ve vakar içerisinde tane tane ve aceleci davranmadan, huşu içerisinde bir kıraat icra edilmelidir. Okunan âyetleri düşünmek, verilen mesajı anlamaya gayret etmek yapılması gerek bir iştir. Kuşkusuz, güzel bir bilgi ve tatlı bir ses edasıyla okunan âyetlerin etkisi çok büyüktür. Okumanın hakkını vermenin yolu, okuma kurallarına riâyet etmekten geçer. Dengesiz ve bilinçsiz uzatma ve bağırmalar, sadece ses kirliliğini meydana getirir; nitekim bu tür teşebbüsler, Kur’ân okumanın dışında her şeye benzer. Hakkı verilerek icra edilen okumanın tadı ve tesiri bambaşka olur. Çünkü: Kur’ân’ın nasihat, hidayet ve rahmet oluşu bu şekilde ortaya çıkar. Ayrıca, Kur’ân, Allah’ın yeryüzündeki biricik halifesi insanoğluna önemli bir hitap ve mesajdır. Doğru yola yönlendiren mükemmel bir rehberdir. Kur’ân okunan yerde huzur ve bereket olur. Her harfine karşılık asgari on sevabın verildiği Kur’ân tilaveti ve mesajını hakkıyla dinleme olayı bitmez-tükenmez bir ahiret yatırımıdır. Elbette ki, ilk öğrenim aşamasındaki teklemeler, hatta yanlış okuma ve zorlanmalar büyük sevaplar kazandırır. Ancak bu, ömür boyu devam ettirilecek bir süreç değildir. İhmallerimiz sonucu meydana gelen noksanlıkların makul bir açıklama ve gerekçesini bulmak mümkün değildir. Uzun sözün kısası; Yüce Yaratıcı’nın rahmet vesilesi olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerim’i hakkıyla okuyup anlamak önemli görevlerimizin başında gelir. Bu yüzden, okuduğumuz cümlelerin İlâhî kelâm olduğunu bilelim. Dolayısıyla gelişigüzel bir şekilde, ömür boyu yanlış okumak önemli bir yanlışlıktır. Özellikle taziye meclisi gibi umuma açık yerlerde bu yanlışın kamuyla paylaşılması daha da büyük bir yanlışlıktır. Vazife ve sorumluluklarımızın yanı sıra haddimizi ve hakkımızı da bilmemiz dileğiyle… 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
Bir gencin uyanışı |
Herkesin zihnindeki ve hayalindeki kötülükleri unuttuğu günlerden bir gündü. O gün böyle bir gündü. Günlerden bir gün değildi. Özeldi… Peki neydi o zaman farklı kılan hayatı? Öyleyse dinlemeye hazır olun. *** Güneşin nazla değil, niyazla doğduğu… Başların üzerinde pırıl pırıl parladığı… Kuşların mavi göklerde bin bir seslerle şakıdığı… Rüzgârsız olmaz elbet, onun da bu sofrada fısıltıyla bir şeyler anlattığı… Hâsılı; muhteşem kâinat korosunun küçük-büyük demeden katıldığı… Günlerden bir gündü… Sabahlardan bir sabah… “Ömrün böyle güzel anları da varmış. Hayat bu işte. Yaşamaya değermiş” dedirtecek cinsten bir sabah… Seher vaktinin bereketiydi hepsi. Genç bir adam yatağında doğrulmuş düşünceler içindeydi. Dalgındı, ama azimli ve ümitliydi. Günlerdir kendini hiç bu kadar güçlü hissetmemişti. Neydi o omuzundaki ağırlıklar, o lüzumsuz yükler. Neydi? Çoğu ona ait olmayan fuzuli şeylerdi. Neydi bunlar? Niye kene gibi yapışmış, kanını emmişti? Niye taşımak zorunda kalmıştı yıllarca? Atamıyor, bir kenara bırakamıyordu onları hayli zamandır. Ama olmuştu işte. Güvenini boşuna çıkarmamıştı Rabbi. Derin ve ağır bir uykudan uyanmıştı adeta… Demek ki oluyormuş… Duâ eder gibi açtığı ellerine yakından baktı; temizdi. Kalbini yokladı, o da öyle… Derin bir “oh” çekti. Rabbine şükretti. Günahlardan arınmış ve affedilmiş gibi hissetti kendini... Anacığının yadigârı yarım asırlık sürahiden bir bardak su içti sindire sindire… Besmeleyle içince, suyun bile tadı farklıydı. Bir bardak daha içti. Nedense bir önceki lezzeti alamadı. *** Dünyadaki nimetlerin âkıbeti böyleydi… Oysa Cennetteki her nimetin her tadımında bile, birbirine benzemeyen farklı zevkler, farklı tatlar olacaktı. Zaten dünya nimetlerinin Cennetteki asıllarına müşteri olmak için burada değil miydik? Genç adam, akşam seyrettiği haberleri düşündü. Nasıl bir oyundu bu? Yıllardır önüne geçemiyor; en kıymetli vaktini bu büyülü kutu, kara delik gibi yutuyordu adeta. Ama artık yeterdi. Bazen şerden hayır doğarmış derler ya. O da bu çirkin tabloların ardından güzel bir karar almıştı o gece. Ve ilk defa ruhu rahattı, rüyaları bile değişmişti. Kâbuslar gitmişti… Gerçek hayattan insanı soyutlayan, ideallerinden uzaklaştıran televizyonun fişini o gece çekmişti. Onu uzak bir odaya yolcu etti. Okuması gerektiği kitapları, bir bir o boşluğa yerleştirdi. Epey de okunacak eser vardı doğrusu. Olsun, artık kafası rahattı… Eski zaman kâhinlerinin düğümler atıp, iplere okuyup üflemelerinin ve büyü yapmalarının yerini, modern zamanlarda kablolar, antenler almıştı adeta. İnsanı en zayıf yanından kendine tutsak ediyordu bunlar. Tek kıymetli sermayesi olan ömrü, hani buz satan öyküsündeki gibi eriyor, tükeniyordu. Şükür ki, bu tuzağı fark etmişti. Geç de olsa uyanmıştı. İşte böyle bir sabahtı bu… Rahmetli baba dostu kuru kahveci Nuri Amca’nın hediyesi olan yeşil kaplı o kitabı, Kastamonu Lâhikası’nı açtı. İçinden bir cümle okudu: “Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?” diyordu Bediüzzaman. Üstelik bunu 1940’lı yıllarda radyo başına koşanlar, II. Dünya Harbi’nin safahatını merak edenler için söylüyordu. Karşımızda ebedî bir hayatı ebediyyen kaybetmek ya da kazanmak dâvâsı açılmıştı. Bundan daha önemli ne olabilirdi bir insanın hayatında. Burada özetle Bediüzzaman, zalimlerin satranç oyunlarından yüz çevirmek gerektiğini ifade ediyordu... Onlar bizim elimizdeki kudsî nurlara ve elmaslara müşteri olmadıkları halde, bizim kudsî hizmetimizin zararına onların oyunlarıyla oyalanmamızın hata olduğuna dikkat çekiyordu. *** O gün okumanın önündeki engelleri bir bir aşmayı denedi. En büyük engel olarak gördüğü televizyonun da defterini dürdü. O gün sayısız güzellikler yaşadı. İçi doğduğu günkü gibi masum ve temizdi. 20 kanal, 50 kamera ile milyonlarca insanın hayatı karartılıyordu. Yalan, riya, şöhret, alkış, dedikodu, gıybet, hâsılı bir yığın Cehennem malzemesi doluydu bu kutunun içinde. Hem de Kur’ân, fasıkların verdikleri haberlere güvenmemek gerektiğini söylüyordu zaten. Bir çizgi çekti yalan ve günah dünya ile arasına. Sahabe asrındaki gibi kalın bir çizgiydi bu. Beyaz adamın esir ettiği, esrarlı bir madde ile uyutup uyuşturduğu ve zombileştirdiği Afrikalı zencilerin, tuzlu fıstık yiyerek yıllar süren o ağır uykudan uyanmaları gibi, genç adam da bu sabah tam uyanmıştı. Risâlelerin uyarıcı ve uyandırıcı etkisini bir kez daha görmüş ve yaşamıştı o gün, hem de hakkalyakîn. Sahabelerin hayatlarında meydana gelen o büyük değişikliğin sırrını bir derece anlamıştı o gün. “Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurânî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem, câhil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakâik ve rehber-i kemâlât olurdu.” (Sözler, 27. Söz, s. 451) Genç adam sahabelerin hayatlarına ve fedakârlıklarına hayrandı. O yolda yürümek ve sahabe mesleğinin cilvesine mazhar olmak için gafletten ayılmak ve uyanmak gerektiğini yakînen anladı ve yaşadı o sabah… Sonra neler mi oldu? Onu da İnşallah başka yazıya saklayalım olmaz mı? Hz. Peygamber Efendimiz’e (asm), âl ve ashabına sonsuz salât ve selâm olsun İnşallah. Nice genç kardeşimizin uyanışına vesile olmayı da Rabbimizden niyaz ediyoruz. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Öldükten sonra dirilişin keyfiyeti |
İzmir’den okuyucumuz: “Öldükten sonra diriliş nasıl olacaktır? Risâle-i Nur bu konuyu nasıl açıklıyor?”
Kur’ân’ın açıkça ve önemle bildirdiği gelecek haberlerinden birisi, öldükten sonraki diriliş gerçeğidir. İkinci sur üflendikten sonra diriliş gerçekleşecek ve bütün insanlar için diriliş zamansız bir anda meydana gelecektir. Kur’ân bildiriyor ki: “Sûra üfürülür. Bir de bakarsın, kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler. Şöyle derler: ‘Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı? Bu, Rahman’ın vaad ettiği şeydir. Meğer Peygamberler doğru söylemişler.’ Sadece korkunç bir ses olur. Bir de bakarsın, hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır.”1 Bir diğer âyette kıyametin gerçekleşme süresi hakkında şöyle buyurulur: “Kıyamet’in kopması, bir göz açıp kapama süresi kadar veya daha az bir zamanda gerçekleşir.”2 Bu âyetleri tefsir eden ve buradaki zamansızlığa örnekler veren Bediüzzaman Hazretleri, insanın zamansız şekilde dirilişinin üç adımda gerçekleştiğini bildiriyor: 1- Ruhun cesetlere gelmesi. 2- Cesetlerin ihyası. 3- Cesetlerin inşası. a) Ruhun cesetlere gelmesi: Sur üflendiğinde ruhlar zamansız bir şekilde derhal cesetlerine dönecekler. Meselâ gayet muntazam ve disiplinli bir ordunun askerleri istirahat için her tarafa dağılmış olsalar, yüksek sadalı bir boru sesiyle ansızın toplanırlar. İsrafil’in (as) borusu olan sur ise, ordunun borazanından geri kalmaz. Öyle ki, insan bedeninin zerreleri ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken ezel tarafından gelen “Elesti birabbiküm?” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) 3 sorusuna, “Kâlû Belâ” (Evet; elbette Rabbimizsin!)4 diyerek cevap veren ve böylece muntazam bir terbiye ve disiplin sürecinden geçen ruhlar ve zerreler, elbette ordu neferlerinden daha muntazam, daha disiplinli ve daha itaatkârdırlar. Demek ruhlar sur üfürüldüğü anda, ansızın toplanırlar ve derhal cesetlere gelirler. b) Cesetlerin ihyası: Dirilişte ikinci adım, cesetlerin hayat bulmasıdır. Cesetler ne kadar dağılmış, dökülmüş, kırılmış, ufalanmış, toz toprak olmuş, kaslar ve organlar bozulmuş ve kaybolmuş ve kemikler çürümüş olsa da, ruhlar cesetlere döndüğü anda, cesetler hayat bulacak ve canlanacak. Bu büyük olayı da Bediüzzaman şöyle misallendiriyor: Çok büyük bir şehirde, şenlikli bir gecede, birtek merkezden şartel açıldığı anda, yüz binlerce elektrik lambası, adeta zamansız, bir anda canlanır ve ışıklanırlar. Böyle bütün yeryüzünün yüz milyonlarca lambasına da bir tek merkezden bir anda ve zamansız biçimde elektrik verilebilir. Bediüzzaman’a göre, mâdem Cenâb-ı Hakk’ın, elektrik gibi bir mahlûku ve bir misafirhânesinde bir hizmetkârı ve bir mumdârı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizam dersiyle, saniyede üç yüz bin kilometre hızla, bir anda lambalara akın ediyor ve lambaları ışıkla canlandırıyor. Çünkü hikmet-i İlâhiyenin bunu düzenleyen muntazam kanunları vardır. İşte İsrafil’in suru ile birlikte, aynı kanunlar çerçevesinde, ruhlar zamansız biçimde cesetlere akın edecekler ve cesetler böylece derhal canlanacaklar. c) Cesetlerin İnşâsı: Aynı emir çerçevesinde zamansız gerçekleşecek dirilişin bir üçüncü adımı da, ölmüş, kurumuş, toz toprak olmuş, ufalanmış ve çürümüş bedenlerin; etiyle, buduyla, kemiğiyle, koluyla, bacağıyla, kafasıyla, bütün aksamıyla ve bütün organlarıyla, parmak uçlarına varıncaya kadar ebediyete uygun biçimde ve derhal inşâ edilmeleridir. Yani yeniden yaratılmalarıdır. Yani, ruhları kendilerine dönmüş cesetler, ebediyete uygun biçimde yeniden inşâ edilecek, yeniden yapılıp, yapılandırılacaklar. İnsan, bedeniyle ve ruhuyla eksiksiz, özürsüz, kusursuz, mükemmel ve ebedî tecellilere uygun biçimde, ta parmak uçlarına varıncaya kadar yeniden bina edilecektir. Kur’ân buyurur ki: “İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır? Hayır, kesinlikle! Onu parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kadiriz!”5 Bediüzzaman’a göre her bahar cesetlerin inşâsı meselesine binlerce örnekle doludur. Meselâ, her bahar mevsiminde birkaç gün zarfında insanoğlundan bin kat daha çok sayıda bulunan bütün ağaçların bütün yaprakları, önceki baharın aynı gibi birden mükemmel bir sûrette ve gözümüz önünde canlanıyorlar. Keza bütün ağaçların bütün çiçekleri ve meyveleri, aynen geçmiş bahardaki gibi, şimşek sür'atiyle gözümüz önünde aynen icad ediliyorlar. Keza hadsiz tohumlar, çekirdekler ve kökler birdenbire, beraberce uyanıp, açılıyorlar ve hayat buluyorlar. Keza kışta odun gibi ölü vaziyette ayakta duran ağaçların cenazeleri, bir emirle bir anda dirilip, açılıp, canlanıyorlar. Keza küçücük hayvancıkların hadsiz fertleri gayet san’atlı bir sûrette hayat bulup diriliyorlar, canlanıp baharı şenlendiriyorlar. Keza daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve temizliği öğreten gözümüz önündeki sinek kabîlesinin bir senede neşrolan efrâdı, insanoğlunun Âdem zamanından beri gelen umum efrâdından fazla olduğu halde, her baharda bütün sinekler bütün cinsleriyle birlikte ve sâir canlılar ile beraber birkaç gün zarfında hayat bulup canlanıyorlar ve yeniden dirilip canlı bir şekilde ortaya çıkıyorlar. Gözümüz önünde gerçekleşen bütün bu misâller, kıyamette insan cesetlerinin yeniden yaratılıp diriltilmesine bir misâl değil, binler misâldirler.6
Dipnotlar:
1- Yasin Sûresi: 51-54. 2- Nahl Sûresi: 77. 3- A’raf Sûresi: 172. 4- A’raf Sûresi: 172. 5- Kıyamet Sûresi: 3, 4. 6- Sözler, s. 105, 106. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Hizmet için yaşayınca |
İnsanların en iyisi kimdir? Peygamberimizin (asm) diliyle en iyi insan insanlara en çok faydası dokunan insandır. Bu fayda maddeten olabileceği gibi mânen de olabilir. Herkes güç ve imkânlarına göre başkalarına faydalı olabildiği ölçüde hayırlı insan olma sırrını yakalamış olur. Hizmetlerin en büyüğü ise hiç şüphesiz her türlü iyiliğin menbâı olan imanları kurtarmak, kuvvetlendirmek için çalışmaktır. Değil mi ki iman kalbe girip kök saldıkça insan anneyi, babayı, büyüğü, küçüğü, iyiyi, kötüyü, sevabı, günahı tanıyor; ne kendine, ne de başkalarına zarar vermeyecek hâle geliyor. Âdetâ melekleşiyor. Kötülüklerin yaygınlaştığı bir zamanda insanı insan yapan, âdetâ iyilik perisi hâline getiren bu hakikate hizmetin önemi daha artıyor. Ancak bunları düşünebilmek, bu yolda adım atabilmek için belli bir mesafe almak gerekiyor. İzmir Pınarbaşılı Nazmi Doğan da, Necati Görücü de bu düşünce ufkuna ulaşma fırsatı bulan fedâkârlardan. Genç yaşta Nur’larla mücehhez Pınarbaşılı Hasan Şen’in gayretleriyle olmuştu bu. Kabına sığmayan, bir hazine bulmuşcasına sevinen Hasan hizmet aşk ve şevkiyle yanıp kavruluyor; bu mutluluğu başkalarının da tatmasını; o zamanlar bir köy olan Pınarbaşı’nda Nurlardan habersiz kimse kalmamasını istiyordu. 19 yaşlarında kireç ocaklarında çalışan bir delikanlı olan Nazmi, arkadaşı Hasan’la birgün sohbete dalmışlardı. Olan o an olmuştu. Birdenbire kafasında şimşekler çakmış, “Ben neyim? Niçin dünyadayım? Sonum ne olacak?” gibi herkesin zihnini meşgul eden soruların cevaplarını aramaya başlamış ve bu sohbette bulmuş, namaza başlamış, Allah yoluna girmişti. Onun yolunda olmadıktan sonra hayatın hiçbir anlamı yoktu artık onun için. İsterse insan bütün dünyaya sahip olsun hiçbir kıymeti olamazdı. Nice yolunu şaşırmış insanın Nurların parlaklığı karşısında gözleri kamaşmış, bu hayat verici, hayranlık uyandırıcı hakikatleri tanıma fırsatı bulmuşlardı. Şakir Argın’ın kâimpederi Necati Görücü de bunlardandı. 1968’li 1969’lu yıllar... Mahallenin efelerinden… Nargile içmeye sevdalı… Çarşıda Komünizmle Mücadele Derneği var. Hasan orada bu hakikat arayıcılarına hazinenin cevherlerini sunmakla meşgul. Necati ise derneğin yanıbaşındaki kahvehaneye gelip nargilesini çekip durmakta. Kulak misafiri olduğunda hoş şeyler anlattığını görüyor. O da takılıyor halkasına. Derken öyle bir noktaya geliyor ki, “Namaz kılmaya başlayacağım artık. Nargileyi de bırakıyorum” diye kendi kendine karar veriyor. Karar veriş o veriş. Sohbetler, sohbetler… O kadar ki bu İzmir’deki sohbetlere kadar uzanıyor. Necati Görücü, “Dershanenin yerini bilmiyorum. Ne zaman derse gitsek, arabamızı bir yere koyup araştırmaya kalktığımızda, şu tevafuğa bakın ki meğer dershanenin yanıbaşındaymışız. Kaç defa oldu aynı hâl. Bir defasında da dersten önce istop edip çalıştıramadığımız arabanın dersten sonda çalıştığını görmek bizi az hayrete sevk etmemişti. Anladık ki bu hizmetler inayet altında” diyor. Nazmi farklı değil. Tutmak mümkün değil. O da Nur’un karasevdalısı olmuş. Aşk ve şevkine diyecek yok. Bir sonraki sohbetimiz de de ondan bahsedelim. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
İstanbul şehri adını nereden almıştır? |
Dünyanın en güzel şehri olan İstanbul, adını Konstantinapolis isminden almıştır. Polis, şehir anlamına gelmektedir. Bu sebeple İstanbul’a yıllarca “Kostantin’in Şehri” anlamında bu isim verilmiştir. Malûmdur ki Konstantinapolis ismi çok uzun olduğu için yıllar içinde bozularak kısaltılmıştır. Türkçede -is, -os gibi ekler kelimenin sonunda yer almaz. Meselâ Yunanca’da istavritis bizde istavrit, kefalos bizde kefal adını almıştır. “Pol” kelimesi de “bul” şeklinde bozulmuştur. Ayrıca baştaki “Kon” kelimesi de kalkmıştır. Uzun yıllar halk arasında “Stinpol” diye geçmiş, sonunda Türkçe ile uyum kazanarak “İstanbul” adını almıştır. Şimdi bu Konstantinapolis isminden rahatsız olanlar olacaktır. Zirâ Yunanlılar hâlâ İstanbul’a “Konstantinapol” ismini vermektedirler. Fakat bu durum onların ayıbıdır. Madem 500 sene milletimize başşehirlik yapmış olan bu şehir “İstanbul” diye anılmaktadır, onların da bu adı kullanması gerekir. Ayrıca İstanbul kelimesinin kökü Konstantinapolis’e dayanıyor diye komplekse kapılıp, “Bu şehrimizi de elimizden alacaklar” diye evhama kapılmaya gerek yoktur. Zira İstanbul’a en güzel eserleri milletimiz kazandırmıştır. Dünyanın en güzel camileri bu şehirde bulunmakta, kendine özgü mimarisi ile İslâm medeniyetinin imzasını taşımaktadır. Kıyamete kadar hiçbir güç, İstanbul’un bu özelliğini değiştiremez. Yeter ki tarihî eserlerimize bir parça sahip çıkalım; onları yok etmek, ortadan kaldırmak yerine korumaya çalışalım. Sevgili Peygamberimiz (asm) “Konstantiniyye bir gün mutlaka feth olunacaktır, ne mutlu o kumandana ve ne mutlu onun erlerine” diyerek askerimizi ve Fatih Sultan Mehmed’i onurlandırmıştır. Peygamberimizin (asm) övgüsüne mazhar olan başta Osmanlı padişahları ve Türk askerleri ortaçağın karanlığını yıkarak insanlığa, medeniyeti, saygı ve hoşgörüyü getirmiştir. Bu arada “fetih” kelimesini “işgal” ile aynı anlamda kullanmak isteyenlere bir sözüm olacak. Bazıları Müslümanların İstanbul’u niçin yüzyıllarca kuşattığını soruyorlar çünkü. Bunun cevabı basittir. Zira Roma İmparatoru Heraklius, Peygamberimizin (asm) “İslâm’a dâvet” mektubuna karşı bir ordu hazırlayarak karşı çıkmıştır. Belki de tarihteki ilk “Haçlı Ordusu” olan bu ordunun sayısı 100 bini geçmişti ve Arabistan içlerine doğru ilerleyerek İslâmiyeti ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Halid bin Velid (ra) komutasındaki İslâm Ordusu, Mute denilen yerde Romalılara öyle bir darbe vurdu ki bu ordu bir daha Arabistan’a girmeye cesaret edemedi. Yıllarca İslâmiyeti ortadan kaldırmak için büyük ordular düzenleyen Romalılara elbette bir cevap verilmesi gerekiyordu. En iyi cevabı Peygamber Efendimiz (asm) vermiş ve İstanbul’u Hıristiyanlardan almayı teşvik etmişti. Bu sebeple daha sahabeler döneminden başlamak üzere İslâm orduları defalarca İstanbul önüne kadar gelmiştir. Demek ki Müslümanlar işgal etmez, sadece kendisine karşı girişilen meydan okumaya cevap verirdi. Hâlâ dünyanın en stratejik noktalarından biri olan İstanbul, fetihten sonra da Müslümanların gözbebeği olmuş, şairlerin şiirlerinde “Bir şehri Stanbul ki hayali cihana değer” ifadelerini kullanmalarına yol açmıştır. Bir parça Endülüs’ten insanlık dersi alan vahşi Avrupalılar, asıl medeniyeti ve insanlığı başşehirleri İstanbul olan Müslümanlardan almışlardır. Onların evlerinde tuvalet bulunmaz ve pislikten dolayı salgın hastalıklardan milyonlarca kişi ölürken, dedelerimiz başta İbni Sina olmak üzere tıpta dünyaya öncülük etmişlerdi. Sadece İbni Sina mı? Medeniyetin kaynağını oluşturan başta ahlâkî kavramlar olmak üzere pozitif bilimler ve san'at, ecdadımızın bize bıraktığı ve herkesin istifadesine sunduğu birer yadigârdır. Mimar Sinan’ın eserleri aradan 600 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ görenlere parmak ısırtmaktadır. Dedelerimizin insanlığa kazandırmış olduğu erdem ve faziletler anlatmakla bitmez. Ne yazık ki bizler yeterince ifade edemiyoruz. Yazıklar olsun bizi ve özellikle gençlerimizi geçmişimizden koparıp dinsizlik bataklığına çekmek isteyenlere. Ne olur şu gafleti bırakıp bir parça özümüze dönelim. Geçmişimizden bize karanlık değil parlak bir miras bırakılmış. Hiç olmaz ise ona sahip çıkalım, vesselâm… 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evliliğe merhaba diyebilirsiniz! |
Çoğunluğu gençlerin oluşturduğu bir sohbette, “Evlilik ve aile ile ilgili yazılarınızı merakla takip ediyoruz. Tabiî olarak da evlilik konusunu düşünüyoruz. Ancak, nereden başlayacağımızı tam olarak kestiremiyoruz. Ne tavsiye edersiniz?” şeklinde bir sual yöneltildi… Önce şu soruların cevaplarından başlamayı tavsiye ettik: “Ailenin insanlık, toplum ve Müslümanlıktaki değeri nedir? Niçin evlenmeliyim? Evlilik, evcilik oyunu mu, yoksa imtihan mı? Bu dünyaya niye gönderildim? Yemeye-içmeye mi, evlenmeye mi, eğlenmeye mi; yoksa sınanmaya mı? Aile yuvası kurmadan huzur ve mutluluğu yakalayabilir miyim?..” Sonra ilâve ettik: “Acaip bir san'at ve kudret mu'cizesi olarak yaratılan insanın istidat (potansiyel halindeki yetenekleri), duygu ve cihazlarına baktığımızda şunu anlarız: “Bunlar şu kısacık ömür ve hele hele yeme-içme ve kuvve-i şeheviyenin tatmini için verilmiş olamaz. Çünkü bu işleri, özellikle hayvanlar çok daha iyi yapmaktadır. Öyle ise, bu kadar ihtimam ve bu muhteşem cihazlar, başka ulvî gayeler için olmalı. Aklımız, mantığımız, vicdanımız, dünyaya gönderilişimizin başka bir gayesi olduğunu söylüyor. Öyle ise, yaratılışın ana gayesi, iman ve ibadetle sonsuz mutluluğu kazanmak için imtihan olmalı…” Evlilik ve aile de iman ve ibadetin bir parçası olduğunu, Taberani’nin naklettiği hadis-i şeriften de çıkarabiliriz: “Evlenen, îmanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allah’tan korksun!” İmtihanı kazanmanın yolu ise, ruh/duygularımızı Kur’ân’ın edep çerçevesinde eğitip, nefsimizi terbiye ile tekâmül ettirmekten geçer. Bu eğitim ve terbiyenin ilk, en tesirli mekânı, aile yuvasıdır. *** Fani dünyanın, fani makamları için açılan “yeterlilik, üniversite, işe girme” vs. imtihanlarına var gücümüzle çalışırız. Öylesine ki, bu imtihanlardan birisine hazırlananlara, “Gel dostlarımızı ziyaret edelim, hem de gezmiş oluruz veya şu işi yapalım, sen de dinlenmiş olursun!” denildiğinde, “Bu imkânsız, gelemem, şunun şurasında kaç ay kaldı, istikbalim sözkonusu!” diyerek reddederler. Ve dur durak bilmeksizin imtihan için çalışırlar! Halbuki, sonsuz bir mutluluk, gerçek istikbal için hayatımızın her safhasında, her halimizle imtihan olmaktayız. Sağlıkla, hastalıkla, zenginlikle, fakirlikle, varlıkla, yoklukla… Ve evlilikle, aile yuvası kurmakla ve çocuklarla, çocuksuzlukla imtihan ediliriz: “Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. Bakalım sabredecek misiniz?”1 Anne-babalar; “Nasıl bir eşsiniz ve nasıl bir eş adayı yetiştiriyorsunuz?” diye imtihan olurken, gençler de: “Nasıl bir eş olacaksınız ve nasıl bir eş arıyorsunuz?” imtihanıyla karşı karşıyasınız… “Öyle ise gençler! Hem gençliğinizden, hem de aile yuvası kurmadan imtihan olacağınızı düşünerek hareket etmelisiniz…” *** Sakın, aile yuvasının sorumlulukları, kimi zaman kaidelerine uyulmadığı için yaşanan problemleri veya şartları ağırlaştırmamızdan doğan aksaklıklar sizi evlenmekten alıkoymasın. Bir zaman, taksitle ev, araba alan gence sormuştum: “Korkmuyor musun; nasıl ödeyeceksin?” Tereddütsüz şu cevabı verdi: “Arkamda hali vakti yerinde anne-babam, akrabalarım var, çalıştığım koca şirket var, neden korkacağım!” Şu halde masraflarından ve geçim şartlarının ağırlığından çekinip evliliği asla geciktirmemeli. Zira, Ganiyy-i Mutlak, Kadir-i Mutlak ve merhametliler merhametlisi Erhamürrâhimîn olan Rabbimiz her an yanımızda. Ki, şöyle vaad ediyor: “Aranızdaki bekârlardan elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, lütfu geniş olan ve her şeyi bilendir.”2 Ve eğer, “Eh, artık okulu bitirdim, askerliğimi yaptım, mesleğimi elde ettim, aile geçindirecek bir iş kurdum veya buldum. Evliliğin de bir imtihan olduğunun şuuruna vardım!” diyebiliyorsanız, ne bekliyorsunuz? Kârsız bekârlığa “Elveda!”, kârlı evliliğe “Merhaba!” deyip hazırlıklara başlayabilirsiniz!
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Furkan, 20.; 2- Age, Nûr, 32. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Musul vilâyeti yeniden mi kuruluyor? |
İki gündür medyada Kuzey Irak yönetiminin Amerika’nın Irak’tan çekilmesinden sonra Türkiye’nin himayesine gireceği yazılıp çiziliyor. Sanki Kuzey Iraklılar, Hatay vilâyetimizin yaptığı gibi bir referandumla Türkiye’ye katılıverecek. Hatta Osmanlının “Musul Vilâyeti”nin yeniden canlandırılacağı da anlatılıyor ballandırılarak. Bütün bu değerlendirmelerin kökeni Uluslar arası Kriz Grubu adlı bir Amerikan (uluslar arası gibi görünse de temelince ABD desteği var) düşünce kuruluşunun yayınladığı “Irak ve Kürtler: Tetik Hattı Boyunca Sorun” başlıklı 8 Temmuz 2009 tarihli raporu. Bu kuruluş dünyanın ilk on düşünce kuruluşu içinde yer alıyor. Bu tür kurumların ABD tarafından kamuoyu oluşturmaya yönelik çalışmalarda kullanıldığı da biliniyor. Ayrıca raporda belirtilen hususların önemli bir kısmı bu bölgeye ilişkin diğer uzman değerlendirmelerinde de yer alıyor. Temel değerlendirme şu: Irak’da Bağdat merkezli hükümet güçlenmeye başladıkça, özerk Kürt yönetimi ile Arap Irak yönetimi arasında gerginlikler artıyor. En önemli sorun da Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerin durumu. Amerika’nın ordusunun bir kısmını orada bırakması halinde dahi, bu konuda yeterli bir güvence ve olumlu katkı kaynağı olması güç. Bu durumda, Kuzey Iraklılar ne kadar karşı çıksa da, çatışmayı ancak dışarıdan bir himaye ile önlemek mümkün. Neçirvan Barzani bu işi çekilmeden Amerikalıların yapmasını istiyor. Obama ise özel temsilcisi vasıtasıyla siyasal uzlaşma yoluyla sorunların çözülmesini istiyor. Ancak her ikisi için de vakit yetersiz. 2010’da Amerikalılar çekilmiş olacak. Kuzey Irak yönetimi genel kurmay başkanı Fuad Hüseyin “Biz Türkiye’nin parçası olmak istemiyoruz; Türkiye de daha fazla Kürt istemiyor” diyor. Ama ABD ordusu çekildikten sonra Türkiye ile ittifaktan başka çareleri olmadığını herkes gibi o da kabul ediyor. Bu ittifaka göre Kuzey Irak yönetimi Türkiye’nin himayesinden yararlanırken, Türkiye de Kuzey Irak petrolünden yararlanacak. Hatta Kuzey Iraklılar bu yolla Türkiye’nin Kürtler vasıtasıyla Kerkük’ü de yeniden kontrollerine alabileceği vaadinde bulunuyorlar. ABD’nin Türkiye’ye sunduğu plan da zaten bu yönde. Bir yandan Irak’taki tarafları uzlaştırmaya çalışan ABD, işgalin getirdiği güvensizlik ortamı ve zengin petrol kaynaklarının paylaşımının buna imkân vermeyeceğinin bilincinde olduğu için, öbür yandan da Türkiye ile Kuzey Irak’ı uzlaştırmaya çalışıyor. Tabiî bu projenin önünde iki büyük engel var. Birincisi; PKK sorunu. Henüz bu konuda ciddî bir adım atılmadı. Sorunun çözümü göründüğü kadar kolay da değil. İç içe geçmiş ilişkiler ve menfaatler ağı içinde yalnızca dağdakileri silâhsızlandırmakla sorunu çözmek imkânsız. Yani bu sorunun çözümü de ABD’nin Irak’tan çekilme tarihine kadar tamamlanamayabilir. İkincisi ise; Iraklı Araplar. Ülkenin zengin petrol kaynaklarına sahip bir bölgesini Kürtlere vermeye razı olmaları imkânsız. Şimdilik Amerika’nın desteğiyle Kuzey Irak yönetimi çıkardığı petrolü boru hattıyla Türkiye üzerinden satıp parasını cebine atabiliyor. Ama ABD çekildikten sonra ülkenin diğer nüfusunun buna göz yumacağını düşünmek hayalcilik olur. Yani Türkiye’ye sunulacak iki karşılık da sağlam değil. Türkiye bunun farkında. O yüzden Irak’ın toprak bütünlüğünü savunuyor. Bir yandan karşılıklı ilişkiler—Kuzey Irak’ın ihtiyaçlarının çok büyük bir kısmını halen Türkiye karşılıyor—sürdürülürken, öbür yandan da ABD sonrası Irak’ta oluşabilecek ihtimallere karşı politika geliştirmeye çalışıyor. Sonuçta Irak’ı çok kolay günler beklemiyor. Türkiye sanıldığı gibi Kuzey Irak yönetimini himayesine kolayca alamaz. Kuzey Irak’ta özellikle Kerkük’te Türkmenlere karşı Kürtlerin uyguladığı yıldırma ve göçe zorlama politikaları da unutulmamalı. Temennimiz; ülkemizin bu meseleden en hayırlı sonuçlarla çıkabilmesi. Irak’a bir an önce hürriyet ve huzurun gelmesi de duâmız. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Latin Amerika’nın darbeleri |
Geçtiğimiz hafta Orta Amerika’da son çeyrek asırda ilk defa, Honduras’ta bir askerî darbe yaşandı. Honduras’ın demokratik seçimlerle başa gelmiş olan Başkanı Manuel Zelaya yatağından kaldırılarak tutuklandı ve apar topar Kosta Rika’ya gönderildi. Darbe Honduraslı General Romeo Vasquez liderliğinde gerçekleştirildi. Kitleler yığınlar halinde Honduras sokaklarına döküldüler ve hatta ordu içinde Zelaya’ya sadık olan bazı gruplar da darbeye karşı ayaklandı ve isyan etti. Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgedeki egemenliği de uzun bir tarihe dayanmaktadır. Başkan Barack Obama ve Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton eğer bu hükümet darbesine karşı ciddî bir tutumda bulunursa bölgede sağcı askerî diktatörlerin önderliğindeki kara günlerin, baskıların ve cinayetlerin bir sonu gelebilir ve yepyeni bir sayfa açılmış olur. ZELAYA DEVRİLDİ ÇÜNKÜ... 2006’da kazandığı seçimlerden sadece üç sene sonra, Manuel Zelaya ülkede kendisine ciddî anlamda düşman kazandıracak üç reforma imza atmıştı. Birincisi toprak reformuydu ki bu ülkede olmazsa olmaz bir reformdu. Zira nüfusun sadece yüzde 0.1’ine tekabül eden 7000 kişi ülkedeki toprakların tam yüzde 80’ine malikti. Honduras’ta nüfusun yüzde 50’si açlık sınırının altında, 1.7 milyon insan işsizdi ve Honduras’ta sosyal problemler çığrından çıkmıştı. Toprak reformu ise ülkedeki arazileri küçük çiftliklere dönüştürecek ve fakir insanları tarımla uğraşmaya teşvik edecek veya alternatif ekonomi sektörlerine yönlendirecekti. Fakat toprak sahipleri vahşice bu girişimin önüne geçmek için çırpınıp durdu. Onların karşı olduğu diğer şeyler ise, Zelaya’nın ülkenin en fakir bölgelerine yaptırmayı istediği yol projeleri, sağlık tesisleri, sosyal konutlardı. Buna karşı argümanları ise bu projelerin ekonomik olarak gerçekçilikten uzak olmasıydı. Zelaya’nın ikinci reformu ise anayasal reformdu. Ülkenin ekonomik ve sosyal problemlerinin ötesinde, sistem elli yıldan fazla bir süredir oligarşik kurallara göre işlemekteydi. Yürürlükteki anayasa askerî diktatörlerin gözetiminde ve emriyle hazırlanmış anayasaydı. Söz verdiği sosyal ve ekonomik reformları sağlamlaştırmak için Zelaya ayrıca başkanlık dönemini uzatmak için de bir referandum yapmayı planlamıştı. Bu referandumla ilgili yapılan anketlerde halkın Zelaya’ya desteği yüzde 70’leri bulunca, Honduras’ın elit tabakası hemen partiler üstü bir ittifaka girişerek Zelaya’yı koltuğundan etmek için planlar yapmaya başladılar. Başkana düşman kazandıran üçüncü projesi ise ahlâkî reformlarıydı. Zelaya memurlara ödenen astronomik ücretlere karşı bir ifşa kampanyası başlatmış ve devletin üst düzey memurlarına karşı yolsuzluk soruşturmaları açmıştı. Bu icraati Zelaya’ya, çok etkin isimlerin güçlü ekonomik bağlantılarla desteklediği partisi Liberal Parti’ye verilen destekleri kaybetmeye mal olmuştu. DARBENİN LÂTİN AMERİKA İÇİN ANLAMI Eğer bu askerî darbe kalıcı olup, başarıya ulaşırsa, Lâtin Amerika’nın o eski neokonservatif askerî diktatöryalarına geri dönüş anlamını taşıyan ciddî bir tehdit sinyali anlamına gelir. Hâlihazırda Ekvador, Bolivya ve Arjantin’de ordu ile hükümetler arasında ciddî sürtüşme ve gerginlikler yaşanmaktadır. Bolivya Başkanı Evo Morales daha yeni kendisine karşı ülkesindeki radikal sağcılar tarafından düzenlenen bir suikasttan kılpayı kurtuldu ve 2008 yılında hükümete karşı planlanan bir askerî darbe açığa çıkartıldı. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez ise Nisan 2002 yılında yapılan bir askerî darbenin kurbanıydı. Ekvador’da Rafael Correra da askerî darbe tehdidi altındaki bir başka lider. Eğer Honduras’taki darbe başarılı olduğunu ispatlarsa, Lâtin Amerika üzerinde seri askerî darbeleri tetikleyebilir ve bu durum bölgenin dengelerinin alt üst olmasına sebep olur. Nitekim Venezuela lideri Hugo Chavez, Nikaragua, Ekvador ve Bolivyalı mevkidaşları ile Honduras’taki askerî darbenin Lâtin Amerika’nın siyasî dengesine karşı büyük bir tehdit olduğunu açıkladı. Evet bir ülkenin egemenliğine gelen tehdit, aynı zamanda bölgenin güvenliğine de tehdittir. Şimdi önümüzdeki soru ise, acaba Lâtin Amerika, Honduras’taki askerî rejimi devirmek için yetecek birlik ve kuvveti gösterebilecek mi? Zira bölgenin geleceği tamamen dengelerin korunmasına bağlı.
Tercüme: Umut Yavuz
Coup d’etat in Latin America
The first coup d’etat in Central America in more than a quarter-century took in Honduras last week. Honduran arrested democratically elected President Manuel Zelaya from his bed and exiled him to Costa Rica. The coup was led by the Honduran Gen. Romeo Vasquez. Mass protests have erupted on the streets of Honduras, with reports that elements in the military loyal to Zelaya are rebelling against the coup.
The United States has a long history of domination in the hemisphere. President Barack Obama and Secretary of State Hillary Clinton can chart a new course, away from the dark days of right wing military dictatorships, repression and murder if they act to condem this coup d’etat.
Zelaya was ousted because
Only three years after winning the presidential poll in 2006, Manuel Zelaya has championed three major reforms in his country that earned him powerful enemies. The first was a land reform, necessary in a country where 7.000 people (around 0.1 percent of the population) own 80 percent of the land. With 50 percent of the population below the poverty line and more than 1.7 million people unemployed, the social problems in Honduras were critical. The land reform program was designed to increase small farms, encouraging the poor to engage in agriculture or alternative economic sectors. But landowners fought with ferocity to block this initiative. They also opposed President Zelaya's programs for building roads, sanitation and social houses in the poorest areas of the country, claiming these projects were economically unrealistic.
Zelaya's second project was constitutional reform. Beyond the country's social and economical problems, the system had functioned under oligarchic rule for more than fifty years. The current constitution was forged under the watchful eye of the military dictatorship. To bolster the social and economic reforms he proposed, Zelaya also put forth a referendum that would extend presidential terms. When a poll suggested that the referendum would receive more than 70 percent backing, the Honduran elite quickly turned into a trans-party alliance in a plot to unseat the president.
The third project that created enemies for the President was the moral project, a campaign destined to disclose high pay for officials and launch corruption inquiry into high state officials' fortunes. This measure cost the president the support of his own Liberal Party, made of influential characters with strong economic ties.
What the coup means to Latin America
If this coup d'état works, it will serve as a threatening signal to Latin America that the old days of neoconservative military dictatorships are back. Already there are frictions between the army and the heads of state in Ecuador, Bolivia and Argentina. Bolivian President Evo Morales just survived an attempt on his life mounted by the extreme political right in his country, and a military plot in his country was uncovered in 2008. Venezuela's Hugo Chavez was a victim of a coup d'état attempt in April 2002, and Rafael Correa of Ecuador was also under threat of military intervention. If Honduras’ attempt proves to be a successful one, it could trigger a string of military intervention across Latin America, destabilizing the region.
Venezuela’s Hugo Chavez announced, together with his counterparts in Nicaragua, Ecuador and Bolivia, that the coup in Honduras is a threat to the stability in Latin America. A threat to one country's sovereignty is a threat to the region. Now the question is, will Latin America be strong and united enough to topple the military regime in Honduras? The future of the region hangs in the balance. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İnsanlık bu zulmü durdurmalı |
Doğu Türkistan’da yaşananları anlamaya çalışan herkes, zorun da zoru bir durumla karşı karşıya olunduğunu itiraf ediyor. Geçrekten de Çin, işgal altında tuttuğu Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanlara her türlü eza ve cefayı yapmaktan geri durmuyor. Muhtemelen bazıları, “Ne işgali, orası ‘özerk cumhuriyet’ değil mi?” diye sorabilir. Doğrudur, ama bu ‘özerk’lik; dünya ölçeğinde bir özerklik değil, kâğıt üstünde bir özerkliktir. Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanlar her konuda baskıya muhatap. Bölgede, gerek ekonomik ve gerek sosyal haklar bakımından ‘çağdışı’ uygulamalar yapıldığı herkesin malûmu. Dünyanın başka bölgelerinde de insanlar mağdur ediliyor, ama oralara bir şekilde müdahale etmek mümkün. Ancak konu Doğu Türkistan olunca her şey anlamını kaybediyor. Karşınızda bütün dünyaya rağmen yanlışlarını sürdürmekte kararlı dev bir Çin var. Hem maddî hem de politik olarak güçlü bir ülke. Böyle zamanlarda baş vurulan Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar da Çin’e mahkûm. Çünkü Çin, BM’nin 5 daimî üyesinden biri ve alınan her kararı ‘veto’ etme hakkı var. Böyle olunca, Doğu Türkistan’da yaşanan katliâmı uluslar arası platformlara taşımak ve bu yolla netice almak da zorlaşıyor. Hele hele Rusya gibi başka bir ‘dev’in de Çin’e kayıtlı ve şartlı destek vermesi, ABD gibi dünyanın jandarması olma iddiasını sürdüren bir ülkenin de çeşitli sebeplerle yine Çin zulmüne seyirci kalması, hadiseyi tamamen “umutsuz vak’a” durumuna sokuyor. “Ekonomik boykot uygulayalım” deseniz, Çin’in umrunda değil. Uluslar arası ‘tepki’ler de menfaate dayandığı için çok cılız. İş kalıyor Doğu Türkistan’lı kardeşlerimize duâ etmeye ve onların da haklı dâvâlarında göstereceği sebata... “Duânın ne faydası olur?” dememek lâzım. Çok uzak değil, Rusya da boyunduruğu altındaki Müslümanlara böyle zulmediyordu. Ama alınan bu ‘ah’lar yerde kalmadı ve neticede çelik gibi Rus zulmü param parça oldu. Bugün için çok uzak görünse de Çin zulmü de parçalanabilir ve parçalanmalı. Önümüzdeki süreç zarfında daha fazla kan akmamasını temin etmek belki de yapılaması gereren ilk iştir. Maddî güç kullanarak Çin’i durdurmak mümkün olmadığına göre, dünyanın tepkisini, duâsını ve ‘buğz’unu bu bölgeye yönlendirmeye çalışmak gerekir. Bu zulüm bütün insanlığa duyurulabilir ve dünyanın her köşesinden “Bu haksızlık sona ersin” sesleri yükselebilirse, o zaman bu zulüm sona erebilir. Başta Türkiye olmak üzere İslâm ülkeleri ve hür dünya, bunu temin etmeye çalışmalıdır. Yoksa, böyle politikalarla desteklenmeyen ‘hamasî nutuklar’ Doğu Türkistan’daki Çin zulmünü arttırabilir. Dikkatli ve ürkütmeyen bir politika ile insanlığın dikkatini bu zulme çekebilmek lâzım. Kim yaparsa yapsın zulüm, insanlığın ortak problemidir ve çareyi de birlikte bulmak durumundayız... 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Her mânâda kalitesiz ülke! |
Kalitesiz ve çoğu taklit ürünleri ile dünyayı istilâ eden, dünyanın en fazla nüfusa sahip ülkesi Çin, şimdi de Doğu Türkistan’da Müslümanların haklarını gasp ediyor. İnsanın en önemli hakkı olan “hayat hakkı”nı hiçe sayıyor. Böylece insan haklarındaki kalitesizliğini de ortaya koymuş oluyor. İsrail’in Filistin’de, Rusların Çeçenistan’da ABD’nin Irak ve Afganistan’da yaptıklarını Çin, Doğu Türkistan’da Müslümanlara yapıyor. 23 Haziran tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Çin ziyaretinden yalnızca üç gün sonra Çin’in iç ticaret bölgesi Guandong’un Saogueng şehrindeki kalitesiz oyuncakların üretildiği fabrikanın yatakhanesine gece saatlerinde yapılan baskın sonrasında 5 Temmuz akşamı başlayan katliâmda—resmî açıklamalara göre—156 insanı katletmişti. (Gül ziyaretinde bu bölgeyi de ziyaret etmişti.) Bu yüzden Çin’in bu katliâmı çok mânâlı bulunuyor. Çünkü, Çin bunu Devlet Bahçeli’nin 7 yıl önce bu bölgeyi ziyaretinden sonra da binlerce tarihî eseri yakıp yıkarak ve “dil yasağı” koyarak yapmıştı. Şimdi de aynı şeyi yapıyor. İnsanları sokak ortasında öldürüyor, suçsuz çocukları, kadınları katlediyor. Cenazelerin kaldırılmasına bile müsaade etmiyor. Yabancı basına yasak koyduğu için ölenlerin sayısı bilinmiyor. Resmî rakamlar 160 civarında derken, bölgeden dünyaya ulaşabilenler ölü sayısının bunların çok üzerinde olduğunu ifade ediyor. Bölgenin başşehri Urumçi ve ikinci büyük şehri Kaşgar’da, sokağa çıkma yasağına rağmen kapsamlı protesto eylemlerinin yapılırken, Çin Müslüman Türk halkını gözaltına alıyor. Çin Komünist Partisi bu insanlara idam tehdidinde bulunuyor. Dünya bu sessizliğini bozmazsa da idam yapmaktan geri durmayacağı gün gibi aşikâr. Yüzölçümü Türkiye’nin yaklaşık 2,5 katı büyüklüğünde olan ve 35 milyon civarında Müslüman’ın yaşadığı Doğu Türkistan kan gölüne çevrilirken dünya ne yapıyor? Filistin’de, Afganistan’da, Bosna’da, Lübnan’da nasıl sessiz kaldıysa şimdi de bu bölgede sessizliğini koruyor. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, bu katliâm karşısında da sessiz ve seyirci kalıyor. “BM ne işe yarar?” sorusuna bir cevap verilemiyor. Teşkilâtın 5 daimî üyesinden birisi olan Çin’in bu yaptıkları yanına kâr mı kalacak? 1 milyar 330 nüfusu var diye dünya sesini çıkartamayacak mı? Bu 5 daimî üye istedikleri katliâmı yaparsa bir yaptırım uygulanamayacak mı? BM itibarını kurtarmak için bir an önce harekete geçip bu katliâmları durdurmazsa teşkilâtın güvenilirliği kalmayacak. Güçlünün haklıyı ezmesine sessiz kalınmış olacak. Aslında Çin, Uygur Özerk bölgesinde baskı ve zulümlerini yıllardır sürdürüyor. İnsan Hakları ve Mazlûmlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, Çin’in uyguladığı insan hakları ihlâllerini sıralarken, yıllardır sürdürülen politikaları da özetlemiş oluyor. “Zorunlu göç ettirilme ve bölgeye Çinli nüfus ithali. Kültürel ve dinî yasaklar ve kısıtlamalar. Eğitim, ekonomi ve sağlıkta dezavantajlılık. Zorunlu kürtaj, nüfusa kaydetmeme suretiyle vatandaşlık hakkından mahrumiyet. Barışçı gösterilerin yargısız infaz fırsatlarına dönüştürülmesi. Keyfi gözaltılar ile seri ve adil olmayan yargı süreçleri sonunda idamlar ve en vahimi, nükleer denemelerin bölgede sürdürülme inadı…” Tıpkı, İsrail’in yayılmacı politikaları gibi… Yahudilerin “vaat edilmiş topraklar” hayalî olduğu gibi Çin de bu bölgeyi işgal ettikten sonra “yeni fethedilmiş topraklar” anlamına gelen “Sincan” ismini vermiş. Çin, ortada resmî rakamlara göre 156 kişinin öldüğü, binden fazla insanın yaralandığı bin 500’den fazla kişinin gözaltına alındığının açıklamasına rağmen dünyanın gözü önünde cereyan eden bu insanlık dramını, katliâmlarını savunuyor. İşte Çin’in gerçek yüzü… Çin’in çirkin yüzüne karşı dünyadan ancak “derin kaygılar” dile getiriliyor. Daha çok insanın ölmesi, daha çok insanın tutuklanması mı bekleniyor? Dünya bu katliâma seyirci kalmamalı. İş işten geçmeden, daha fazla katliâm yapılmadan dünya milletleri harekete geçmeli. Bu kadar zaman geçmesine rağmen yaptırımlar dahi gündeme getirilmiyor. Çin ekonomisini ayakta tutan taklit ve kalitesiz mallar alınmayarak büyük bir gözdağı verilmek suretiyle yaptırımlara başlanabilir. Piyasalarda ucuz ve kalitesiz o kadar Çin malı var ki, bu malları boykot ederek işe başlanmalı. Çin’in esas ticaretini AB ülkelerine ve ABD’ye yapıyor. Bu ülkeler en azından insan hakları konusunda hassasiyet sahibi olan AB ülkelerinin hemen harekete geçmesi Çin üzerinde büyük etki yapacaktır. Resmî verilere göre Türkiye Çin’e 16.5 milyar dolar mal ithal ederken, yalnızca 1.4 milyar dolar ihracat yapıyor. Türkiye’de Çin’le ticarî ve siyasî ilişkilerini gözden geçirmeli. Hiç değilse ekonomik ceza verebilmelidir. Haydi dünya, insanlık ölmeden harekete geç… 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Doğu Türkistan’da Türkiye’nin sorumluluğu |
Çin’in Doğu Türkistan’daki zulmü devam ediyor. Son olaylarda birtek Urumçi’de katledilenlerin sayısının 800’ü geçtiği bildiriliyor. Binlerce sivil öldürülmüş ve yaralanmış. Pekin yönetiminin onbinlerce Çinliyi bölgenin asıl sahipleri Müslüman Uygur Türklerinin üzerine salması ve sokak ortasında linç etmesi, Çin polisinin kapı kapı dolaşıp mâsum insanları evlerinden alıp bilinmeyen bir yere götürmesi, zulüm ve vahşetin dehşetini bildiriyor. Ve bütün insanlığın ve bilhassa İslâm âleminin öncelikle bu zulüm ve vahşeti durdurmasında önemli mesuliyeti bulunuyor. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Eskidenberi i’lây-ı kelimetullah (Allah isminin ve İslâm dininin yüceltilmesi) ve bekây-ı İslâmiyet-i İslâm (İslâmın bağımsızlık ve izzetinin bekâsı) için kendini yekvücud olan âlem-i İslâma fedâya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye” dediği Osmanlının mânevî ve maddî mirâsını taşıyan Türkiye’nin büyük bir sorumluluğu var. (Sünûhat, 56) Bunun içindir ki Ankara’nın, bir sivil toplum örgütü gibi salt diplomatik kınama ve protestolarla kalmaması, Çin’e karşı uluslar arası zeminlerde, bölgesel ve ikili görüşmelerde ciddî diplomatik tavır ve yaptırımlarda bulunması gerekiyor. Başbakan’ın lâfla “one minute” demesine gerek yok; Ankara, Sincan–Uygur bölgesindeki olayların başta Çin olmak üzere aslında bölgedeki bütün ülkelerin ve bölge barışı ve istikrarının zararına olduğunu; Pekin’in büyük bir komployla karşı karşıya kaldığını ve oyuna gelmemesini telkin etmeli ve tavır koyma cesâretini göstermeli. Hükûmet, bu konuda, asla sessiz kalmamalı, bir takım genel ve eksik ifadelerle yetinmemeli. “Kaygı ve üzüntüyü iletmek”le iktifa etmemeli…
OLAYLARIN GERÇEK YÜZÜ Doğrusu, insan hakları ve hürriyetlerinde baştan beri derin sâbıkası bulunan, devlet ideolojisi ve egemenliği uğruna hiçbir insanî değeri hak ve hukuku tanımayan Komünist sistemden gelen Çin’in, sistemli soykırım ve baskısının son demde neden bu kadar azdığı üzerinde durulmalı. Aksi halde, bir iki diplomatik demeçle, saldırılar süresince Çin mallarının boykot edilmesiyle netice almak gibi palyatif tepkilerin bir faydası olmayacaktır. Kriz ortamında Çin mallarının boykotu olsa olsa bu mamulleri zamanında bolca ithal eden esnafı sıkıntıya sokmanın ötesinde pek bir işe yaramayacak; Çin’i caydırmada etkili olmayacaktır. Diğer taraftan zulmün hiçbir gerekçesi olamaz. Hiçbir şey, işkence ve haksızlığı mâzur gösteremez ve bahane edilemez. Ancak öteden beri süregelen olayların nihaî tahlilinde ve vahşetin arka yüzünde, Çin’in özerk bölgeye karşı bu denli haşin ve acımasızlaşmasının perde arkası da mutlaka tahkik edilmeli. Hangi küresel provokatör istihbarat servislerinin, Çin’i ve komşu Asya ülkelerini kaos ve kargaşaya ittiği ve iç çatışmayla iç savaşa sürüklediği araştırılmalı. Hangi hâricî ve dahilî mihrakların hangi maksatlarla provokasyonlarda bulunduğu; son zamanlarda kısmen sâkin olan bölgenin neden bu denli karıştığı, bölgedeki kaos ve kargaşadan hangi küresel ifsad şebekelerinin kışkırttığı ve uluslar arası mahfillerin hegemonya ve çıkar umduğu tek tek ortaya çıkarılmalı.
ÇİN, NİÇİN ACIMASIZ? Pekin, amansız bir arsızlığın içinde. Belli ki Türkiye ile ilişkilerin kopmasını da pek taktığı yok. ABD’nin Çin’deki olayları kışkırttığı ve Ankara’nın Washington’a yakınlığı; Türkiye’nin önce “stratejik müttefik”, “BOP’un eşbaşkanlığı”ndan “nitelikli ortak” olması ve bölge politikalarını Amerikan ekseninde yürütmesinin bunda büyük payı var. Bu noktada, Uygurların dünyadaki temsilcilerinin ABD ile fazlasıyla içli dışlı olmaları; problemin dış bağlantısındaki zorluğu daha da arttırıyor ve çıkmaza sürüklüyor. Doğu Türkistan’daki olayların gerçek yüzünün ortaya çıkarılması ve kimlerin tahrik ettiğinin ve hangi mahfillerin insanları sokağa döktüğünün belirlenmesi bu açıdan oldukça önemli. Çin’in Doğu Türkistan’ı boşaltma ve “Çinlileştirme politikası”nın ardındaki maksadın deşifresi, şiddetin kaynağı, mutlaka araştırılmalı… Ankara bu gerçekler ışığında ağırlığını koymalı… 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Haksız düzen |
Hak ve adalet değil, kuvvet ve menfaat esasları üzerine bina edilen materyalist medeniyetin kurduğu dünya düzeninin işleyişi de maalesef buna göre cereyan ediyor. Kuvvetle elde edilen, korunan ve doymak bilmeyen bir hırsla arttırılmasına çalışılan menfaatlar uğruna, icabında en temel haklar çiğnenebiliyor ve hak ihlâlleri görmezden gelinebiliyor. Haksızlıkların tümüne ilke olarak karşı çıkılması gerekirken, çıkarlara endeksli, konjonktürel ve çifte standartçı yaklaşımlar sergileniyor. Dünya politikasında bunun birçok örneği var. Meselâ İsrail ve onun Filistin’deki zulümlerine her zaman kayıtsız şartsız arka çıkarken, Irak’ı, Afganistan’ı ve Pakistan’ı da perişan eden ABD. Obama ile bu dönemi kapatmak istediği işaretleri verir gibi olan ABD’nin bu politikalarına Rusya ve Çin gibi diğer bazı dünya güçleri zaman zaman karşı çıkıyor gibi yapıyorlar; ama meselâ Rusya Çeçenistan’da, Çin Doğu Türkistan’da, İsrail ve ABD’den farklı davranmıyorlar. Ve bu defa onları eleştiren, Amerika oluyor. Böylece, bir taraftan birbirlerinin boşluk ve açıklarını yakalayıp konjonktürel hesaplarla kullanırken, diğer taraftan gayri ahlâkî pazarlık ve uzlaşmalarla, irtikâp ettikleri hak ihlâli ve zulümlere karşılıklı olarak gözlerini kapatıyorlar. Olan da bu ihlâllerin mağdurlarına oluyor. Bilindiği gibi, geçen yüzyılda dünya haritasını değiştiren üç önemli olay gerçekleşti: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Sovyetlerin dağılması. Kendi çıkarlarına göre sınırları çizenler, dünya savaşlarından galip çıkanlardı. Haritanın yüzyıl sonunda aldığı en son şekil ise, dikta rejimlerinin kendi içlerinde çürüyüp çökmesi ve gücü elinde bulunduranların bu defa farklı yöntemler kullanarak neticeyi tayin etmesiyle gerçekleşti. Evvelce sömürge veya uydu konumunda olan yapıların büyük ölçüde şeklen dahi olsa bağımsız devletlere dönüşmesi bu dönemeçlerde oldu. Ve haritadaki güncellemeler, büyük güçler arasındaki çıkar paylaşımına göre tanzim edildi.
Münferit çıkışlarla olmuyor Osmanlıyı tarihe gömen Birinci Dünya Harbi sonrasında, Kurtuluş Savaşından aldığı güçle kurulan Türkiye’nin uluslararası platformda tanınması dahi, aynı güçlerin gizli pazarlıklara dayalı olarak verdikleri onay üzerine tahakkuk etti. Aynı şekilde, İkinci Dünya Harbini takiben Avrupa’nın yarısı Sovyet nüfuzuna girerken, eski İngiliz, Fransız, Hollanda, Portekiz, İspanya sömürgelerinin bağımsızlıklarına kavuşmaları da. Yüzyılın son virajında Sovyetler’in dağılıp Doğu Avrupa, Balkanlar ve Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsız devletler haline gelmeleri de. Böyle tarihî dönüm noktalarında, dünya güçlerinin muvafakatıyla elde edilenler dışında, münferit çıkışlarla bağımsız devlet olan hiç yok. Bu iddia ile ortaya çıkanları da tanıyan yok. En yakın misallerinden biri, KKTC. Keza Tito Yugoslavya’sını oluşturan bölgelerin hemen tamamı bağımsız devletlere dönüşürken, bu hakkın Sırp vahşetine maruz kalan Bosna’dan esirgenmesi de bir diğer ibretli örnek. Bosna muazzam kayıplar verip çok büyük acılar yaşayarak ortaya koyduğu destansı mücadeleye rağmen tam bağımsızlığını elde edemedi ve Dayton anlaşmasıyla, egemenliğini Sırplar ve Hırvatlarla paylaşmak mecburiyetinde bırakıldı. Çeçenistan, Filistin, Doğu Türkistan gibi örneklerde de aynı gerçeğin yansımaları görülüyor. Hal böyle olunca, buralardaki hak mücadelesinin bu gerçeği dikkate alan daha akılcı, realist, sabırlı stratejilerle yürütülmesi; dünya ile iletişim kanallarını açık tutarak kamuoyu desteğini kazanmaya yönelik çalışmalara ağırlık verilmesi; kendi insanlarının daha da ezilmesine yol açacak provokasyon tuzaklarına düşülmeden yola devam edilmesi gibi hususlar büyük önem taşıyor. Aksi halde hem mağduriyetlerin artarak devamı, hem de birilerince konjonktürel hesaplarla kullanılıp sonra “harcanma” gibi riskler artıyor. 11.07.2009 E-Posta: [email protected] |