Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Din, siyaset, bürokrasi |
Din adına iktidar talebi ve siyaset iddiasının farklı versiyonları var ve Türkiye bu eksende ortaya çıkan gerilimleri yaşamaya devam ediyor. Taraf’ın yeni bir asker andıçı olarak gündeme taşıdığı “AKP’yi ve Gülen’i yok etme planı” etrafında patlak veren tartışmalar, bu gerilimin en son tezahürlerinden biri. Bu farklı versiyonlara kısaca göz atarsak: Bunlardan biri, söz konusu iktidar mücadelesini silâh ve şiddet yoluyla vermek ki, bu yöntem Türkiye’de zemin bulamadı. Barışçı ve sivil yaklaşımın ağır basması, silâhlı hareketten yana olan radikal tercihleri marjinalliğe mahkûm etti. Barışçı yöntemde de iki eğilim öne çıktı: Biri, siyaset ve parti yoluyla iktidara gelmek. Diğeri, siyaseti de dışlamamak, ama esas itibarıyla bürokraside kadrolaşmayı esas almak. Din adına siyaset iddiasının ilk akla gelen örneği, Erbakan’ın başını çektiği millî görüş hareketiydi. 12 Mart’tan sonra Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldığı halde, 1973 seçimi öncesinde AP oylarını bölmek için yine muhtıracılar tarafından önü açılan bu hareket, çeyrek asır sonra koalisyonla da olsa iktidar olma gücüne ulaşınca, ülke 28 Şubat badiresine sürüklendi. Ve bu durumda millî görüşün sorumluluğu, RP’nin o dönemdeki en önemli isimlerinden birinin, “Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına toslayınca anladık” beyanıyla ikrar edildi. Daha sonra, millî görüş gömleğini çıkarıp din adına siyaset iddiasını terk ettiği söylemiyle yola devam eden, ama o eksendeki vehim ve kuşkuları dağıtmayı başaramayan kadroların kurduğu AKP sahneye çıktı ve yedi yıldır iktidarda. Bu yedi yılda 28 Şubat icraatlarına son verilmesi şöyle dursun; bunların yer yer daha katmerli ve çözümü daha zor hale geldiği bir vâkıa. Cumhurbaşkanı ve YÖK Başkanının da değişmesine rağmen başörtüsü yasağında gelinen nokta ve 28 Şubat kaynaklı diğer haksızlıklarda yaşanan tablo, bunu açık bir şekilde gösteriyor.
Bürokraside kadrolaşma stratejisi Bürokraside kadrolaşma stratejisini esas alan ve bu çerçevede AKP iktidarıyla çok yakın çalışan harekete gelince: Bu tercih de Türkiye’de giderek tırmanan gerilimde önemli paya sahip. Yıllar öncesinden beri kapalı kapılar ardında yapılan “Bu milletin evlâtları mülkiyeye, adliyeye, askeriyeye, emniyete, hariciyeye... girmeli” telkini, son tartışmada iyice aleniyete döküldü. Sancılı bir süreç sonrasında beraatle neticelense de derin vehimleri iyice tahrik ettiği veya antidemokratik refleksler adına koz olarak kullanılmak istendiği için dâvâ konusu yapılan “Sistemin can damarlarında, iz bırakmadan yol alacaksınız” söylemlerinin arşiv ve hafızalardaki kayıtları, bu tartışmalarla bir kez daha canlandı. Haddizatında ve normal şartlar muvacehesinde “Milletin ferdi, millete ait kurumlara sızmaz, girmek hakkıdır ve girer” sözüne kimsenin bir itirazı olamaz. Ama bunun, prensip olarak devletle, iktidarla, siyasetle ilgisi olmaması gereken bir kanaat önderinden, kadrolaşma ve “ele geçirme” vehimlerini tahrik edecek veya en azından o vehimleri bahane edenlerce kullanılacak bir üslûpla sâdır olması, pek normal değil. Kaldı ki, demokratik sürecin kendi mecrasındaki akışı içinde, bu milletin fertlerinin devlet kurumlarındaki varlığı her geçen gün daha çok hissedilir şekilde artıyorken, özellikle DP ve AP dönemlerinde başlayıp devam eden gelişme seyrinde Anadolu çocukları bürokraside daha fazla görev alıyorken, bunu belli bir cemaat bağlamında yürütülen özel bir proje olarak algılanmaya müsait söylemlere konu etmenin izahı ne? Bu noktada çıkış yolunu yine Bediüzzaman gösteriyor. Din adına siyaset ve iktidar mücadelesi yapılamayacağını; siyaseti dine hizmet ettirmek için yine siyaset dışı bir duruşa ihtiyaç olduğunu; cemaatlerin işinin siyaset değil, dine hizmet olması gerektiğini ısrarla vurgulayarak... Sıkıntı, bunlara uyulmamasından çıkıyor. 19.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (18.06.2009) - Tesbitler ve sorular (17.06.2009) - İç içe tuhaflıklar (16.06.2009) - İki kronik mesele (13.06.2009) - AB, içki ve AKP (11.06.2009) - Almanya’da 10. buluşma |