Faruk ÇAKIR |
|
“Gerçek olsa ne yazar?” |
Türkiye, ortalama her 10 yılda bir ‘darbe’lere maruz kaldığı için ‘yeni darbe planları var’ iddiâları pek de şaşkınlıkla karşılanmıyor. Elbette darbe planlarına haklı olarak itiraz ediliyor, ama “Yok, kimse böyle bir plan yapmaz. Hangi çağdayız?” diyen de çıkmıyor, çıkmaması da tabiîdir. Bir haftadır tartıştığımız, tartışmaya Türkiye’yi ‘idare edenler’in de katıldığı son hadiseye de bu gözle bakmak gerekiyor. Ergenekon sanığı bir avukatın bürosunda bulunduğu ifade edilen “belge” ya da “andıç”ın “muhtevâsı”ndan çok “gerçek mi, sahte mi?” tartışması yapılıyor. Elbette bu belgenin gerçek ya da sahte olması da çok önemlidir, ama belgede yazılanların ne mânâya geldiği de göz ardı edilmemelidir. Belgenin sahte ya da gerçek olup olmadığı ‘teknik inceleme’ ile ortaya çıkacak, peki muhtevadaki anlayış nasıl izah edilecek? Belgenin sahte ya da gerçek olup olmadığı bir yana bırakılsa bile, o belgeyi okuyanlar, bir bakıma “Biz bu belgeleri okuduk, bu filmleri daha önce de izledik” hissine kapılmadı mı? Özetle ‘milletle kavga’yı hedef alan bu belgenin ortaya çıkması sonrasında ortak bir kanaat oluştu: Belge sahte de olsa vahim, gerçek olsa da vahim! Bununla birlikte bazı ihtilâl severler bu belgeyi “bile” savunmaya kalkıyor ki buna da şaşmıyoruz. Meselâ birisi güya belge ile “dalga” geçerek yazdığı bir yazıyı şöyle bitirmiş: “Bu yazı demokrasi adına zor, ama doğru bir yazıdır... Size yine bir soru: Dinci kadrolar, tarikatçılar Türkiye’yi ele geçirirken... Askerlerin seyirci kalacağına inanan bir tek kişi var mı?...” (Bekir Coşkun, 18 Haziran 2009) Dürbüne tersten bakarak doğru görmek mümkün mü? Türkiye’de yaşayanları “Türkiye’yi ele geçirmeye çalışanlar” olarak gören bu anlayış elbette sadece bir kişiye mahsus değildir. Yıllar boyu “Halka rağmen halkçılık” yapanlar da, “Bir profesörün oyuyla bir ‘çoban’ın oyu bir olur mu?” diyenler de aynı anlayışı seslendirmiş. Dolayısı ile aradan bunca yıl geçip, bunca ihtilâl gördükten sonra hâlâ ihtilâllerden ve ihtilâlcilerden medet umanların varlığı insanı üzüyor. Aslında ‘ihtilâl sever’lerin dayandığı ‘kanun’lar da var. Açıkça ifade etmeseler de “Biz her istediğimiz zaman ihtilâl yaparız. Çünkü TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi bize bu ‘yetki’yi ve hatta bu emri veriyor” dercesine işler yapıyorlar. Bu bakımdan demokratikleşme çalışmalarını oralardan başlatmak gerekiyor. İhtilâl severler daha da ileri gidip, “İhtilâl yapma yetkisi bize 1982 ‘ihtilâl anayasası’ndan mirastır. Yaptığımız işler kanunsuz değildir” de diyebilirler. İşin kötüsü, çok da kınanmazlar... Akl-ı selim sahiplerinin her fırsatta “Bir an önce bu ihtilâl anayasasından kurtulalım, gerçekten sivil ve demokrat bir anayasa yapalım” çağrıları boşuna değil. “Belge gerçek olsa ne yazar?” demekten çekinmeyen ihtilâl severlerle; demokrasi ve hukuk önünde hesaplaşmak gerekir. Siyasî iktidarın yapması gereken de budur. Yoksa “alt komisyona havale”lerle bu krizlerden çıkmak mümkün görünmüyor. 19.06.2009 E-Posta: [email protected] |