KİM NEDEN KORKUYOR?
Bugün hâlâ bazılarının ürkerek, korkarak baktığı Said Nursî ve onun temsil ettiği Nur dâvası yüzde yüz yerlidir.
Hayatanın hemen tamamını, üstelik hapis sürgün şekilde bu vatan toprakları üzerinde geçiren Said Nursî, yine bu vatanda vefat etmiştir.
Onun dış cereyanlarla hiçbir bağlantısı yoktur. Daima bu vatanın insanlarıyla haşır–neşir olmuş ve yine bu vatanın taşıyla, toprağıyla, mahsülatıyla hemdem olmuştur.
Dahası, gerek kendisinin ve gerekse yüz binlerce talebesinden hiçbirinin menfi bir tek vukuatına rastlanılmamıştır. Kırıp dökmemişlerdir. Kimseyi vurmamış, kimsenin malına, mülküne zararları dokunmamıştır.
Ayrıca, bütün eserleri, bütün neşriyatı meydandır. Hiçbir kitap yahut lâhikada, menfi davranmaya teşvik edici herhangi bir ifade, hatta bir ima dahi bulunmuyor.
Bütün bu eserlerin ve bu risaleleri okuyan insanların seksen–doksan yıllık hayatı da ortada, herkes tarafından az–çok biliniyor. Sabıka tertemiz…
O halde neden hâlâ korkuluyor? Neden hâlâ Said Nursî'nin açmış bulunduğu Kur'anî çığırdan adeta bir öcü gibi ürkülüyor, korkuluyor?
Ortada elle tutulur, gözle görülür menfi bir tek vukuat olmadığı halde, yaşanan bu endişenin evhamdan, kuruntudan öte bir anlamı var mıdır?
Said Nursî, bu vatanın evlâdı olduğu gibi, neşriyatı da bu vatanın bağrından çıkmıştır. Seksen yıl kadar önce Barla gibi bir köyde yazılmaya ve etrafa intişar etmeye başlamıştır. Yazanlar ve yayanlar da Anadolu köylüsüdür. Çiftçi, rençber, çoban, bahçıvan kimselerdir. Servetleri yok, şöhretleri yoktur bu insanların. Ruhlarına, vicdanlarına hitap eden, bin yıllık kültürleriyle, din ve maneviyatlarıyla barışık, üstelik yaşadıkları zamanın ihtiyacını da tam karşıladığın gördükleri Nur Risalelerine bütün benlikleriyle sarılmışlar, okuyup etrafa neşretmişler.
Bunun neresi yanlış? Bundan kim ne zarar görmüş? Bu vatan ve milletin zararına olacak ortada bir tek unsur var mı?.. O halde duyulan korkunun, endişenin sebebi ne?
Geçen aylarda bir milletvekili İşişleri Bakanlığına verdiği bir soru önergesinde şunu soruyordu: "Said Nursî'nin mezarını gizli tutan devlet, acaba bu şahsiyete hâlâ sakıncalı bir kişi nazarıyla mı bakıyor."
Mezar yerinin gizli kalması, hem vasiyet olarak, hem de İlâhî takdir bakımından daha uygundur.
Fakat, önergedeki şu sorunun cevabı son derece önemli: "Said Nursî, devletin nazarında hâlâ sakıncalı bir kişi midir?"
Hasılı, ortada sakınca teşkil edecek haklı hiçbir sebep, hiçbir gerekçe yok. Buna rağmen, ortalıkta dolaşan evhama, kuruntuya dayalı bazı korkular var. Bunların da bir şekilde izale edilmesi gerekir.
NOT: Bu arada, dün bizi telefonla arayan 19. dönem İzmir Milletvekili değerli Mehmet Özkan, Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olduğu dönemde, Şubat 1993'te yaptıkları bir toplantı esnasında Said Nursî için "iade–i itibar kararı" aldıklarını ifade ettiler. Arşiv bilgilerine baktığımızda, gündeme damgasını vuran bu meselenin o tarihte de hararetle tartışıldığını ve Meclis'teki ilgili komisyonda konunu ele alınarak müsbet bir karara varıldığını görmekteyiz.
Tarihin yorumu = 24 Temmuz 1908
100 sene evvelki Meşrûtiyet fermanı
Bir gün evvel Manastır ve Selanik'te ilân edilen Meşrûtiyet, Sultan Abdulhamid'in fermanıyla bugün de resmî olarak ilân edilerek yürürlüğe girmiş oldu.
32 yıl aradan sonra Meşrûtiyetin bu şekilde ve ikinci kez ilân edilmesiyle birlikte, 1878'den beri 30 yıldır süren istibdat devri de sona erdi: Kànun–u Esâsî (Anayasa) yürürlüğe girdi, yeni partiler kuruldu ve Meclis–i Mebûsan tekrar faaliyete geçti.
* * *
Hürriyet'in Meşrûtiyet ile birlikte şifâhen ilân edilmesi, yine Manastır (Niyazi Bey) ve Selânik'te (Enver Bey) gerçekleştirilmişti.
Bu tarih, Rumî 10 Temmuz, Milâdî ise 23 Temmuz gününe tekabül ediyor.
O zamanlar Rumî tarih revaçta olduğundan, Hürriyet ve Meşrûtiyet'in ilânından bahis açıldığında, daha ziyade "10 Temmuz hareket–i mesûdânesi" diye söz ediliyordu.
* * *
Hürriyet ve Meşrûtiyetin ilânı, Osmanlı'da diğer devletlere nisbeten kansız gerçekleşti.
Ancak, böylesi bir bu muvaffakiyetin elde edilmesi hiç de kolay olmadı. Bu uğurda uzun yıllara dayanan çok ciddî çalışmalar yapıldı, çok çetin mücadeleler verildi.
Bu meyanda, Namık Kemal, Ziya Paşa ve yukarıda ismi zikredilen Enver ve Niyazi Beyler ile büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî'nin üstün emek ve ihlâslı gayretlerini unutmamak gerekir.
* * *
Bilhassa II. Meşrutiyet'i, Osmanlı ve Türkiye tarihi itibariyle başlı başına bir hadise ve siyasî tarihimizin de çok önemli bir dönüm noktası olarak düşünmek icap ediyor.
Zira, bugünkü fikrî ve siyasî cereyanların bile, hemen tamamının tohumları ve ilk temelleri o tarihte atıldı.
Bugün hangi bir fikir ve siyaset damarını tutup geçmişe doğru takip ederseniz, köklerinin 1908'de başlayan II. Meşrutiyet dönemine kadar gidip dayandığını görürsünüz.
Şimdi, bu büyük değişim ve döünüşüm hadiseninin yüzüncü senesini idrak etmekteyiz. Sancıları şiddetlenen gelişmelerin muhtemel seyrine baktığımızda, yeni bazı doğum ve değişimlerin eşiğine geldiğimiz tahmin edebiliyoruz.
Yaşanan sancı ve gerilimlerin hayırlı doğumlara vesile olmasını diliyoruz.
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|