|
|
İNSANIZ...
Acılarımız ve elemlerimiz hiç bitmez.
Bunun hicranını en çok “ehl-i kalp” dediğimiz insanlar ve bağrı yanık şairler anlar.
“Dost dost diye nicelere sarıldım” diyen Aşık Veysel gibi, Niyazi Mısrî de yine feryad ederek “ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garip, dide giryan, sine püryan, akıl hayran bi hader” dostun hasretini ciğerlerinden söküp gelen hicran ile söylemiştir.
Özellikle günümüzde insanların madde ile aşırı bağlılığı zamanı dostsuz bırakmıştır.
Ve Aşık Veysel “Benim yarim kara topraktır” diyerek bu hicrana bir tiryak bulmuştur.
Ve insan her zaman bu iştiyak ve ihtiyaç içinde iken İbrahim (a.s.) gibi “Lâuhubbil afilin” diyerek, batanlardan, gidenlerden ve vefasız dostlardan uzaklaşıp “Habinallahü ve nimel vekil” diyerek Cenab-ı Hakka sığınmış, “Lâilahe illallah” diyerek derdini ve niyazını gerçek dost ve mağrirek sahibi olan Rabbimize sığınmıştır.
Zira ona dost olan herşeye dost bakar, dost görür.
Cenab-ı Hak namına bakmayana da herşey yabancı ve düşman olur.
Ve her bir insan sevgisini ve sevincini, keder ve hüznünü paylaşacak bir dostu her zaman arar ve her zaman hisseder.
“Gafil gezme şaşkın, Bir gün ölürsün, Dünya kadar malın olsa ne fayda?” diyen ozanında söylemek istediği de açıkça görülmektedir.
İşte bu halet içinde insan dost olmayanlara dostluğunu esirgemeden, karanlıkta durmaktansa bir mum ışığı yakmaktan asla beri kalmamalıdır.
Zira gitmeyene gitmek, sarmayanı sarmak, küskün ile barışmak, nefret edene sevgi ve ilgi göstermek, gıybet edeni affetmek, vermeyene vermek, selam almayana selam vermeyi ısrar ile selamlamak, tebessümü hiç eksik etmemek gibi hasletler insan nefsine zor geldiği halde bunu başarmak “İnsanı kamil” dediğimiz vasıfların kendisidir.
Dost olmayana dostluk göstermek bu zamanın önemli bir hasletidir aslında.
“Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde, hepsi yabancı, hepsi başka biçimde, ben gurbette değil, gurbet benim içimde” diyen feryadlara aldırmadan.
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Nimetin kadrini anlamak için |
|
Acemi bir hizmetçi ilk defa gemiye binmişti. Gemi dalgalarla boğuşmaya başlayınca irkildi, korkup titremeye başladı. Efendisi ne yaptıysa teskin edemedi. Gemide bulunan bilge bir kişi “Müsaade ederseniz onu ben teskin edeyim” dedi.
Herkes merakla beklerken bilge onu denize attırdı. Hizmetçi birkaç defa battı çıktı, sonunda geminin bir kenarına tutundu. Bilge kişi onu aldırttı. Gerçekten hizmetçide ne korku, ne titreme kalmıştı. Hizmetçinin sahibi sordu: “Bunu nasıl başardın ey bilge kişi?”
Bilge anlattı: “Hizmetçi içinde bulunduğu nimetlerin, rahatlığın, gemideki huzurunun farkında değildi. Denizde birkaç defa batıp çıkınca gemide bulunmanın kıymetini anladı. Sahip olduğumuz nimetler de böyle değil midir? Kaybettiğimizde değerlerini anlarız.”
Uygulama da, verilen cevap da efendinin hoşuna gitmişti.
Ne dersiniz, sahip olduğumuz, bahşedilen nimetlerin kadir ve kıymetini hakkıyla bilebiliyor muyuz? Allah Resûlünün (a.s.m.), “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin” tavsiyesi ne kadar önemli değil mi? Ne buyuruyordu Allah Resûlü (a.s.m.): “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin buyurmuyor muydu? Bu beş şey:
1. Hastalık gelmeden önce sağlığın,
2. Ölüm gelmeden önce hayatın,
3. Fakirlik gelmeden önce zenginliğin,
4. İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin,
5. Dolu vakit gelmeden önce boş vaktin kıymetini bilmektir.
Gerçekten altın değerinde hakikatler.
Ne gariptir ki nice insan bu ve bunlar gibi nice önemli nimetlere sahiptirler de ellerinden kaçtıktan sonra ancak kıymetini anlarlar.
Nice hastalıktan kıvranan insan vardır ki ah vah etmekten kendini alamaz. “Keşke şunları şunları yapmasaydım! Şöyle şöyle davransaydım!” diye sızlar.
Kur’ân’da dikkat çekildiği gibi ölüm gelip çattığında, “Keşke şöyle yapsaydım” diyen nice insana rastlarız. Son pişmanlık fayda vermez. Hayat bir kere insanın eline geçer. İkinci bir denemesi yoktur. Kur’ân açıkça yarına, geleceğe hazırlanmamızı emretmez mi?
Elindeki imkânların kıymetini bilemeyip de har vurup harman savuran, hesapsız kitapsız hareket eden, iflâs bayrağını çektikten sonra bin pişmanılk içine giren insan acaba eski imkânlarını yeniden bulabilecek midir?
Gençliğini istenildiği şekilde kullanamamış bir ihtiyarın pişmanlıklarının da hiçbir faydası yoktur.
Ya kendisine ihsan edilen elmas değerindeki ömür dakikalarıyla ebedî saadeti kazanmak için gerekli çalışmaları yapması gereken insanın vaktini boş, lüzumsuz, faydasız şeylerle öldürmesi kadar acı ne olabilir? Elmas ve altın, bozuk para harcar gibi harcanır mı?
Bu öğütler hatalara düşmemek için değil midir? Ama gerçekler değişmiyor: Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az geliyor.
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hikmetleriyle kısaca Hane-i saadet |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Peygamber Efendimizin çok evliliğinin hikmetlerini kısaca anlatarak, validelerimizi tanıtır mısınız?”
Peygamber Efendimiz (asm) Hazreti Hatice validemiz (ra) ile evlendiğinde yirmi beş yaşında idi ve henüz kendisine Peygamberlik verilmiş değildi. Hazreti Hatice validemiz (ra) o sırada kırk yaşında bulunuyordu ve dul idi. Peygamber Efendimiz’e (asm) kırk yaşında peygamberlik verildiğinde yalnız Hazreti Hatice validemiz (ra) ile evli bulunuyordu. Hazreti Hatice validemiz (ra) o sıralarda elli beş yaşlarında idi. Kendisine ilk inanan, ilk teselli veren, ilk yardım eden, ilk kol kanat geren Hazreti Hatice validemiz (ra) oldu. Peygamberlik döneminin ilk dayanılmaz çilelerine birlikte göğüs gerdiler, müşriklerin ilk baş döndürücü eziyetlerine birlikte katlandılar. Hicretten üç sene öncesine kadar Mekke döneminin ilk on senelik fırtınalı hayatında Hazreti Hatice validemiz (ra) hep Peygamber Efendimiz’le (asm) birlikte bütün müşrik baskılarına göğüs gerdi, Allah Resulünü (asm) tek başına bir an yalnız bırakmadı. Vefat ettiğinde altmış beş yaşında idi. Peygamber Efendimiz (asm) ise o sıralarda kırk dokuz yaşlarında bulunuyordu, Hazreti Hatice validemizden (asm) başka da eşi yoktu.
Resuli Kibriya Efendimiz (asm) elli yaşlarında, yine kendisinden beş yaş büyük olan ve o sıralarda elli beş yaşlarında bulunan beş çocuk annesi Hazreti Sevde validemiz (ra) ile evlendi. Kocası öldükten sonra Mekke’nin o sıkıntılı günlerinde müşrik akrabaları yanına dönmek zorunda kalan mücahide ve kahraman Hazreti Sevde validemiz (ra) böylece Peygamber Efendimiz’in (asm) himayesi altına girmişti. Burada himaye hikmeti ön plânda idi. Resuli Kibriya Efendimiz (asm) üç yıl sonra Medine’ye hicret etti.
Peygamber Efendimiz (asm) hicretin birinci yılında Hazreti Âişe (ra) ile evlendi. Hazreti Âişe (ra) genç bir kabiliyet idi. Zeki, kabiliyetli, hafıza ve muhakeme gücü yüksek ve fakih olan Hazreti Âişe validemiz (ra) dinimizin kadınlarla ilgili birçok hükmünü ve sünnetin aileyi ve kadınları ilgilendiren kısmını rivayet etmiştir.
Allah Resulü (asm) hicretin üçüncü yılında sâliha bir hanım olan ve kocası öldüğü için dul kalan Hazreti Hafsa validemiz (ra) ile evlendi. Daha sonra Ubeyde bin Haris’in (ra) Bedir’de şehit olduktan sonra dul kalan asalet sahibi eşi Hz. Zeynep (ra) ile evlendi. Hazreti Zeynep validemiz (ra) üç ay sonra vefat etti.
Peygamber Efendimiz (asm) hicretin dördüncü yılında, Uhud’da şehit olan Abdullah bin Abdu’lEsed’in (ra) mübarek hanımı Hazreti Ümmü Seleme (ra) ile evlenerek yetim dört çocuğu ile birlikte himayesi altına aldı. Burada da himaye hikmeti ön planda olmakla beraber, Hazreti Ümmü Seleme validemiz (ra) fıkıh ilmini iyi biliyordu.
Peygamber Efendimiz (asm) hicretin beşinci yılında, yani elli beş yaşlarında iken Hazreti Zeynep binti Cahş (ra) ile evlendi. Hazreti Zeynep validemiz (ra) akıllı, dirayetli, zeki ve asil bir kadındı. Peygamberimizin (asm) Hazreti Zeynep (ra) validemiz ile nikâhı bizzat Cenabı Allah tarafından kıyılmıştır.1
Resuli Ekrem Efendimiz (asm) aynı sene Müreysi gazasında öldürülen müşrik Müsâfi bin Safvan’dan dul kalan ve esir alınmış bulunan Hazreti Cüveyriye (ra) ile evlendi. Hazreti Cüveyriye validemiz (ra) âlim, fâdıl ve takva sahibi bir kadındı.
Peygamber Efendimiz (asm) hicretin yedinci senesinde, elli dokuz yaşlarında iken Hazreti Safiyye (ra) ile ve daha sonra da kocasının ölümü ile dul kalan Hazreti Meymûne (ra) ile evlendi.
Bilindiği gibi Mekke’de tevhid mücadelesi veren Peygamber Efendimiz (asm), Medine’de İslâm dininin sosyal, siyasal, kişisel, ailevî tüm hükümlerini teşri kılmıştır. İslâm dini Medine’de gelişmiş ve toplumun tüm kesimlerini içine alan, insan hayatının tüm ayrıntılarını, inceliklerini ve esaslarını kucaklayan hükümler getirmiştir.
Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, Peygamber Efendimizin (asm) sözleri gibi, fiilleri, halleri, tavırları ve davranışları da İslâm dininin kaynağı idi. İslâm dininin zahirî hükümlerini nasıl sahabeler yüklenmişlerse, gizlilik taşıyan mahrem meselelerini de yüklenen ve rivayet eden akıllı, dirayetli, fâdıl, kabiliyetli ve takva sahibi hanımlara ihtiyaç vardı. Çünkü dinimizin kadınlarla ilgili meseleleri, getirdiği hükümlerin hemen yarısını teşkil etmekteydi. Bu önemli görevi yüklenecek, kadınlarla ve aile hayatı ile ilgili sünneti yaşayacak ve Müslümanlara bildirecek farklı zeki ve asil kabiliyetlere sahip birden fazla hanım olmalıydı. İşte Peygamber Efendimizin (asm) pak zevceleri bu vazifeyi bilfiil yapmışlardır.2 Allah hepsinden razı olsun.
1 Ahzab Sûresi, 33/37
2 Mektûbât, s. 31
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Otokontrol sistemi |
|
Avrupa teknolojinin, maddî refahın zirvesinde. Fakat, maneviyattan mahrum hayatın derinliği olmadığı gibi, boşlukta sallanıyor! Yüksek ideâller yok olmuş. Oysa insanın yüce duyguları var ve bunlar da tatmin olmak ister. Ancak, maddeperestlikle, alkol ve uyuşturucu ile uçarak tatmin edilmesi imkânsız.
Batı insanı alkolün pençesinde. Gençlik ne yapacağının şaşkınlığının anaforunda çile çekiyor! Bezgin kötü alışkanlıklar, bilhassa alkol, uyuşturucu cenderesinden intihara sürükleniyor. Ancak, gürültü çıkarmak, çevredeki insanları rahatsız etmek, parklara alkol içip nara atmak, açıkta kumar oynamak, dilencilik, kamu binalarının kapalı bölümlerinde sigara içmek, çöpleri belirtilen yere, zamanında bırakmamak, kapıdan satış yaparak halkı rahatsız etmek, hatta sevgilisi için sokağa gül dökmek de yasaktır. Ve bunlar için caydırıcı para cezaları öngörülüyor. Bir de otokontrol sistemini geliştirmişler. Birisi bir çöp atsa, kanunu ihlâl etse, gören hemen yetkilileri haberdar eder. Oysa bizde düzeni sağlayan kanunları ihya etmek daha kolay. Çünkü, “emri bilma’ruf, nehyi an’ilmünker” (iyiyi, doğruyu, güzeli emretmek; çirkin, yanlış ve hatadan uzaklaştırmak) her mü’minin görevidir. Onun için, bin mü’mini idare etmek, on inançsız serseriye nazaran daha kolaydır.
Ne ki, İslâm ahlâkının zedelenmesiyle, otokontrolü de barındıran “emri bilma’ruf, nehyi an’ilmünker”i hakkıyla ifa edemiyoruz. Nerede ise, suçlunun, kabahatlinin yanında yer alıyoruz. Daha doğru bir ifade ile, duygularımızı da İslâmî terbiye ile geliştirmediğimizden, “şefkat / acıma” hissini yanlış yerlerde, yanlış kişilerde, yanlış ölçülerde kullanıyoruz. Şefkat, zayıf, masum, haklı olanlara bütün mahlûkata karşı kullanılabilecek bir duygudur. Zalimlere, haksızlara şefkat edip acınmaz. Burada bir mesele daha ortaya çıkıyor:
İnsanın kendisine karşı işlenen suçları affetmesi, hakkından feragat etmesi salih, iyi, güzel bir iştir. Ama, haksızlara merhamet edip, zalimleri affetmek, başkalarının hakkını çiğneyenlerden feragat etmek salih amel değil, ihanettir. Aslında bunlar ülkemizde de Nisan 2005’te yürürlüğe giren 5326 sayılı Kabahatler Kanunu ile yasaklanmış. Bu kabahatleri işleyen, kanunu ihlâl eden vatandaşlara, Kolluk kuvvetleri 20 ila 5 bin YTL para ceza kesiyor. Ne var ki, bu kanun ve bu anlayış yerleşene kadar bir zaman geçecek. Zira, bu bir ahlâk ve anlayış meselesidir. Demokratik hakların eğitimi ve öğretimi ailede başlar, eğitim müesseselerinde takviye edilir, idarî sistem ise uygular.
Rejim bir şahsın ve zümrenin ideolojik görüşlerine göre şekillenen, Anayasası baştan aşağıya gayri demokratik maddelerle dolu olan, hukukçuların tabiriyle 8 bin kanunun da ilga edilmesi gereken bir yapılanma var. Eğitim müesseseleri ise, “helâl-haram” ve manevî değerleri dışlıyor. Oysa, insan hakları, İslâmiyetin üzerinde durduğu birinci meseledir. Zira, haklar başta ikiye ayrılır: Allah hakkı, kul / insan hakkı.
Allah kendisine karşı işlenen (ibadeti terk etme vesaire) suçu affedebilir. Ama, kul hakkını, helâllik almadıktan ve ihkakı hak etmedikten sonra asla affetmeyeceğini emrediyor. Kur’ân baştan ayağa insan hak ve hürriyetleri esaslarıyla örülmüştür. Hatta hayvan ve eşya haklarını da ısrarla nazara vermektedir. Hadis Sünnet de bu hakları şerheder, tefsir eder, yorumlar. Veda Hutbesi, haklar manzumesidir… Gıybet bile sözlü şiddete girer ve bir insan hakkı ihlâli olarak yasaklanmıştır.
24.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Doğru söyleyen tarih konuşsun (7) |
|
KİM NEDEN KORKUYOR?
Bugün hâlâ bazılarının ürkerek, korkarak baktığı Said Nursî ve onun temsil ettiği Nur dâvası yüzde yüz yerlidir.
Hayatanın hemen tamamını, üstelik hapis sürgün şekilde bu vatan toprakları üzerinde geçiren Said Nursî, yine bu vatanda vefat etmiştir.
Onun dış cereyanlarla hiçbir bağlantısı yoktur. Daima bu vatanın insanlarıyla haşır–neşir olmuş ve yine bu vatanın taşıyla, toprağıyla, mahsülatıyla hemdem olmuştur.
Dahası, gerek kendisinin ve gerekse yüz binlerce talebesinden hiçbirinin menfi bir tek vukuatına rastlanılmamıştır. Kırıp dökmemişlerdir. Kimseyi vurmamış, kimsenin malına, mülküne zararları dokunmamıştır.
Ayrıca, bütün eserleri, bütün neşriyatı meydandır. Hiçbir kitap yahut lâhikada, menfi davranmaya teşvik edici herhangi bir ifade, hatta bir ima dahi bulunmuyor.
Bütün bu eserlerin ve bu risaleleri okuyan insanların seksen–doksan yıllık hayatı da ortada, herkes tarafından az–çok biliniyor. Sabıka tertemiz…
O halde neden hâlâ korkuluyor? Neden hâlâ Said Nursî'nin açmış bulunduğu Kur'anî çığırdan adeta bir öcü gibi ürkülüyor, korkuluyor?
Ortada elle tutulur, gözle görülür menfi bir tek vukuat olmadığı halde, yaşanan bu endişenin evhamdan, kuruntudan öte bir anlamı var mıdır?
Said Nursî, bu vatanın evlâdı olduğu gibi, neşriyatı da bu vatanın bağrından çıkmıştır. Seksen yıl kadar önce Barla gibi bir köyde yazılmaya ve etrafa intişar etmeye başlamıştır. Yazanlar ve yayanlar da Anadolu köylüsüdür. Çiftçi, rençber, çoban, bahçıvan kimselerdir. Servetleri yok, şöhretleri yoktur bu insanların. Ruhlarına, vicdanlarına hitap eden, bin yıllık kültürleriyle, din ve maneviyatlarıyla barışık, üstelik yaşadıkları zamanın ihtiyacını da tam karşıladığın gördükleri Nur Risalelerine bütün benlikleriyle sarılmışlar, okuyup etrafa neşretmişler.
Bunun neresi yanlış? Bundan kim ne zarar görmüş? Bu vatan ve milletin zararına olacak ortada bir tek unsur var mı?.. O halde duyulan korkunun, endişenin sebebi ne?
Geçen aylarda bir milletvekili İşişleri Bakanlığına verdiği bir soru önergesinde şunu soruyordu: "Said Nursî'nin mezarını gizli tutan devlet, acaba bu şahsiyete hâlâ sakıncalı bir kişi nazarıyla mı bakıyor."
Mezar yerinin gizli kalması, hem vasiyet olarak, hem de İlâhî takdir bakımından daha uygundur.
Fakat, önergedeki şu sorunun cevabı son derece önemli: "Said Nursî, devletin nazarında hâlâ sakıncalı bir kişi midir?"
Hasılı, ortada sakınca teşkil edecek haklı hiçbir sebep, hiçbir gerekçe yok. Buna rağmen, ortalıkta dolaşan evhama, kuruntuya dayalı bazı korkular var. Bunların da bir şekilde izale edilmesi gerekir.
NOT: Bu arada, dün bizi telefonla arayan 19. dönem İzmir Milletvekili değerli Mehmet Özkan, Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olduğu dönemde, Şubat 1993'te yaptıkları bir toplantı esnasında Said Nursî için "iade–i itibar kararı" aldıklarını ifade ettiler. Arşiv bilgilerine baktığımızda, gündeme damgasını vuran bu meselenin o tarihte de hararetle tartışıldığını ve Meclis'teki ilgili komisyonda konunu ele alınarak müsbet bir karara varıldığını görmekteyiz.
Tarihin yorumu = 24 Temmuz 1908
100 sene evvelki Meşrûtiyet fermanı
Bir gün evvel Manastır ve Selanik'te ilân edilen Meşrûtiyet, Sultan Abdulhamid'in fermanıyla bugün de resmî olarak ilân edilerek yürürlüğe girmiş oldu.
32 yıl aradan sonra Meşrûtiyetin bu şekilde ve ikinci kez ilân edilmesiyle birlikte, 1878'den beri 30 yıldır süren istibdat devri de sona erdi: Kànun–u Esâsî (Anayasa) yürürlüğe girdi, yeni partiler kuruldu ve Meclis–i Mebûsan tekrar faaliyete geçti.
* * *
Hürriyet'in Meşrûtiyet ile birlikte şifâhen ilân edilmesi, yine Manastır (Niyazi Bey) ve Selânik'te (Enver Bey) gerçekleştirilmişti.
Bu tarih, Rumî 10 Temmuz, Milâdî ise 23 Temmuz gününe tekabül ediyor.
O zamanlar Rumî tarih revaçta olduğundan, Hürriyet ve Meşrûtiyet'in ilânından bahis açıldığında, daha ziyade "10 Temmuz hareket–i mesûdânesi" diye söz ediliyordu.
* * *
Hürriyet ve Meşrûtiyetin ilânı, Osmanlı'da diğer devletlere nisbeten kansız gerçekleşti.
Ancak, böylesi bir bu muvaffakiyetin elde edilmesi hiç de kolay olmadı. Bu uğurda uzun yıllara dayanan çok ciddî çalışmalar yapıldı, çok çetin mücadeleler verildi.
Bu meyanda, Namık Kemal, Ziya Paşa ve yukarıda ismi zikredilen Enver ve Niyazi Beyler ile büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî'nin üstün emek ve ihlâslı gayretlerini unutmamak gerekir.
* * *
Bilhassa II. Meşrutiyet'i, Osmanlı ve Türkiye tarihi itibariyle başlı başına bir hadise ve siyasî tarihimizin de çok önemli bir dönüm noktası olarak düşünmek icap ediyor.
Zira, bugünkü fikrî ve siyasî cereyanların bile, hemen tamamının tohumları ve ilk temelleri o tarihte atıldı.
Bugün hangi bir fikir ve siyaset damarını tutup geçmişe doğru takip ederseniz, köklerinin 1908'de başlayan II. Meşrutiyet dönemine kadar gidip dayandığını görürsünüz.
Şimdi, bu büyük değişim ve döünüşüm hadiseninin yüzüncü senesini idrak etmekteyiz. Sancıları şiddetlenen gelişmelerin muhtemel seyrine baktığımızda, yeni bazı doğum ve değişimlerin eşiğine geldiğimiz tahmin edebiliyoruz.
Yaşanan sancı ve gerilimlerin hayırlı doğumlara vesile olmasını diliyoruz.
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Yok edilmek istenen bir millet |
|
Filistin halkının başına gelen felâket beşer tarihinde hiçbir milletin başına gelmemiştir. Bu millet topyekûn yok sayılmış; toprakları gasp edilmiştir. Yüzyıllardır topraklarını ekip-biçerek yaşayan Filistin halkı, Edward Said’in dediği gibi “sinek sürüsü” hükmünü alarak yurdundan kovulmuştur ne yazık ki.
Yahudi Millî Fonunun (Jewish National Fund) Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesiyle görevlendirdiği Yosef Weitz, 20.12.1940 tarihinde bu Tehcir Stratejisini şöyle açıklıyor:
“Şu iyice bilinmeli: Bu ülkede iki halka yer yoktur. Araplar terk ederlerse, ülke yeterince genişleyecek ve bize yetecektir. Arapları komşu ülkelere sürmekten başka çare yoktur. Bir köy, bir bedevi kabilesi dahi bırakılmamalıdır geride. Tehcir; Irak’a, Suriye’ye ve Ürdün’e doğru yapılmalıdır. Ve bunu gerçekleştirmek için yeterli fon bulunacaktır. Bu tehcirden sonra, ülke milyonlarca kardeşimizi barındırmaya yetecek ve ‘Yahudi problemi’ son bulacaktır. Bundan başka çözüm yoktur.” (İmage and Reality of İsrael-Palestine Conflict, s. 86) Yosef Weitz 1940’da dile getirdiği Tehcir Stratejisinin resmî planını 5 Haziran 1948 tarihinde ise şu şekilde açıklar.
a- Askerî operasyonlar yoluyla Filistinlilerin en büyük köyleri yıkılacak.
b- Arap kasaba ve köylerinin arasına Yahudi yerleşimciler yerleştirilerek aralarındaki bağlantılar kesilecek.
c- Mültecilerin geri dönüşünü engelleyecek gerekli hukukî düzenlemeler yapılacak.
d- Geri dönüşü engellemeye yönelik propaganda yapılacak.
e- Arap ülkelerine mültecileri içine alması ve entegre etmesi için yardım yapılacak. (Filistin: Çıkmazdan Çözüme, s. 338
Siyonistler ve yandaşları “Filistinliler yoktur. Yani Filistin’de kendini Filistinli sayan ve bizim gelerek onları dışarıya atıp ülkelerini ellerinden alacağımız bir Filistin halkı yoktur” diyerek dünyanın gözü önünde muazzam bir gasp olayı gerçekleştirmiş ve koca bir ülkeye el koymuşlardır. Bu gasp siyasetini, İsrail’in ilk eğitim bakanı ve Ben Gurion’un yakın dostu olan Prof. Benzion Dinur şöyle dile getiriyor:
“Ülkemizde Yahudilerden başkasına yer yoktur. Araplara ‘Çekilin!’ diyeceğiz. Eğer razı olmaz ve direnirlerse onları kuvvet kullanarak geri atacağız.” (Siyonizm Dosyası, s. 48)
Siyonistler, Filistin köy ve kasabalarında vahşice katliamlar yapıp, direnmek isteyen halka gözdağı vermiş ve onları göçe zorlamışlardır. Halil’de, Hiram’da, Hayfa’da, Tantura’da ve daha nice kasaba ve köylerde binlerce suçsuz insan hunharca katledilmiştir. Biz bu korkunç katliamlardan sadece birisini, 254 kişinin öldürüldüğü Deir Yassin’i örnek vermek ve çekilen acının boyutunu düşündürmek istiyoruz.
Biri eski Mossad ajanı,diğeri de Stern Gang Örgütü teröristi olan iki siyonist, Deir Yassin’de neler yapıldığını bakın nasıl anlatıyorlar:
“Deir Yassin genelde muharip bir köy değildi. Hatta 1942 öncesinde Yahudi komşularıyla karşılıklı saldırmazlık anlaşması dahi imzalamıştı. Buna rağmen soğukkanlı bir şekilde katliam yapıldı kendilerine. İki Arap sırt sırta bağlanarak başlarına dinamit kondu. Sonra da dinamit ateşlendi. Kafaları parçalanarak havaya uçtular. Cesetler bir hayli fazla olduğundan onları defnetmek zordu. Bu yüzden kuyuya atıp üzerine gazyağı döküyor ve ateşliyorduk. İçinde büyük bir ateş yakılmış olan bir evin çatısından cesetleri içeri atıyorduk. Bu yüzden dayanılmaz bir koku sarıyordu etrafı. Ve kadınları avret yerinden vuruyorduk. Çünkü bize Arap mücahitlerin kadın kıyafetine girdikleri söylenmişti. Bunu kontrol etmek istiyorduk (!)” (İmage and Reality of İsrael-Palestine Conflict, s. 224)
Siyonistler yukarıda vasfedildiği gibi korkunç katliamlar yapıp köyleri boşaltıyor, sonra da Yahudi yerleşimcileri yerleştiriyorlardı buralara. Filistin olaylarını yerinde incelemek üzere BM tarafından aracı tayin edilen Compte Bernadotte, 16 Eylül 1948’de BM’ye sunduğu raporunda bu konuda şunları söylüyor:
“Filistin’e dolan Yahudi muhacirler derhal gidenlerin yerlerini alıyorlar. Yüzyıllardan beri bu topraklarda kökleşmiş olan Arapları söküp atıyorlar. Siyonistler her yanı yağmalıyorlar, hiçbir askerî gerek bulunmadığı halde köyleri yakıp yıkıyorlar.” (Siyonizm Dosyası, s. 61)
Siyonistler bu raporun takdiminden bir gün sonra Bernotte ve asistanı Serot’u 17.Eylül 1948’de öldürdüler. Böylece hakkı savunmak isteyenlerin tümüne gözdağı vermiş oldular.
İsrail devleti kurulmadan yapılan sistematik katliamlar yüzünden, ilk etapta yaklaşık 800 bin Filistinli yerinden edilmiştir. Zamanla bu rakam gittikçe artmıştır. UNRWA’nın 31 Aralık 2007 kayıtlarına göre, Ürdün’de 1.903.490, Suriye’de 451.467, Batı Şeria’da 745.776, Lübnan’da 415.962, Gazze Şeridinde 1.048.125 olmak üzere toplam 4.5 milyon Filistinli mülteci vardır. Bunlar, sizlerin de bildiği gibi çok zor şartlar altında yaşamlarını sürdürmektedirler. Özellikle Gazze şeridi, Lübnan ve Suriye’dekiler.
Siyonist Yahudiler, kinlerini, nefretlerini kendilerine insan muamelesi yapmamış olan Batıya kusacağına, Filistinli olmaktan başka suçu olmayan masum insanların üzerine kusmuştur. Ve kusmaya devam etmektedir!
Micheal Hoffman ve Moshe Lieberman yazmış oldukları ‘The İsraili Holocaust Against the Palestinians” adlı kitapta, İsrail’in Beytlehem’de, Ramallah’ta, Cenin’de ve daha başka yerlerde Filistinlilere karşı yapmış oldukları katliamlara genişçe yer verdikten sonra, bunun sebebini şu kısa cümlelerle açıklıyorlar.
“İsrail ordusunun Bethlehem’i kuşatma altına alması gibi, ‘Zenciler Manhattan’a bomba yerleştiriyorlar’ iddiasıyla tüm Harlem halkı kuşatma altına alınsa, dünya buna sessiz kalmaz. Oysa insandan aşağı sıfat almış olan Filistinliler, yani ‘Amalik’* için bu iş arsız bir şekilde uygulanmıştır... İsrail’in nazarında her bir Filistinli Eski Ahid’de geçen millet olan Amalik’in bir ferdidir.Tanrı bu milletin kadın, erkek, memedeki çocuk olmak üzere toptan imha edimesi için İsrail’e emrettmiştir.” (The İsraili Holocaust, s. 45)
*Filistin’in ilk sakinlerinden olan Amaliklerden Kur’an-ı Kerim de bahseder. Bakara Sûresi 246-251. âyetlerinde konu edilen savaş Calut’un kavmi Amalika ve İsrailoğulları arasında geçmiştir.
Kaynaklar:
Roger Garaudy, “Siyonizm Dosyası,” Pınar Yayınları, 2000
Norman G.Finkkelstein, “İmage and Realty of The İsrail-Palestine, Verso, 2003, London
Michael Hoffman and Moshe Lieberman, “The İsraeli Holocaust Against the Palestinians.
“Filistin Çıkmazdan Çözüme,” Küre Yayınları, 2003
www.un.org/unrwa/refugees
24.07.2008
E-Posta:
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ulusalcılarla liberaller arasında İslamcılık |
|
İTTİHAT Terakkicilerle ile Ahrar fırkası arasındaki çatallaşma, gelgitler veya gerilim arasında sıkışıp kalan İslamcılar günümüzde de liberallerle ulusalcı kanat arasında gerilim hattına takılmış durumda. Dolayısıyla 100 yıllık kavganın isimleri değişse de tarafları değişmemiştir. O dönem İttihatçılarla Ahrar arasında bir grup daha vardır ki bunlar İslamcılar olarak anılmaktadırlar. İslamcılar da o dönemde İttihatçılar ve Ahrarcılar arasında menziletün beynelmenzileteyn konumu gibi askıda kalmışlardı. Kendilerine has çizgilerini sürdürenler de vardı. Ama kavgaya ve gerilime ve memleket meselelerine bigane kalamayan İslamcıların bir kısmı İttihatçıların safında yer almış diğerleri de Ahrarcılara yakın durmuştu. Ebu’l Hüda Sayyadi gibi gelenekçiler ise Hamitçi olarak biliniyorlardı. Mustafa Fazıl Paşa gibi Yeni Osmanlılar sürgünlere evsahipliği yapan Paris ve Kahire gibi şehirlerarasında mekik dokuyorlardı. Sonunda karşı kanatta yer alan Prens Sabahaddin de soluğu menfada yani sürgünde almak zorunda kalmıştır. Bugün elbetteki ulusalcılar tehlikeden azadeler. Hatta devletin hâkimi durumundalar. Bundan dolayı ülke dışına çıkma ihtiyacı hissetmiyorlar. Günümüzde Prens Sabahaddin’in çizgisini izleyenlere İkinci Cumhuriyetçiler de denebilir. İslamcılar ise her zaman olduğu gibi çeşitli kanatlar arasında kendilerine yer arıyorlar. Aralarında, bağımsız çizgilerini muhafaza edenler olduğu gibi çeşitli yelpazelerin peşinden ittifaklara sürüklenenler de bol. Ulusalcılıkla liberal dalga arasında sıkışıp kalan İslamcıların bu sorunu sadece Türkiye’ye has bir sorun değil. Mesela Lübnan’da Sinyora ile Hizbullah ve onun ötesinde İsrail ile Beşşar’ın arasında sıkışıp kalan bir İslamcılık var. Sözgelimi, Lübnan Cemaatı İslami hareketi sırf bu yüzden ikiye inkisam etmiş haldedir. Fethi Yeken cemaatını terkederek Suriye yanlısı bir cemaat kurmuştur. Dolayısıyla ulusalcılığa dümen kırmıştır. Buna mukabil, sürgünde olan Suriye İhvan’ı genel olarak liberal bir anlayışı benimsemiş veya en azından liberal çevrelerle ittifaka girmiştir. Fethi Yeken’in önceliği İsrail meselesinden kurtulmaktır. Ama bunun adresinin Beşşar rejimi olduğunu kim söyleyebilir? Buna mukabil, sürgündeki Suriye İhvan’ının önceliği de baba Esad’ın mirası olan tiranlıktan bir an önce kurtulmaktır.
***
Türkiye’de de böyle bir dalgalanma ve kırılmalar yaşanıyor. Sözgelimi, Ulusalcılar tehlikeyi dışarıda görüyor ve bu bağlamda herkesi vatan millet Sakarya edebiyatıyla kendilerine angaje etmeye çalışıyorlar. Amaçları herkesi kendi fikriyatlarına hadim kılmak veya emelleri doğrultusunda ittifaka davet etmek ve kullanmak. Mesela geçmiş dönemde Akşam gazetesinde köşe yazarlığı yapan Kemal Yavuz ilk kez İslamcı-Ulusalcı ittifakından bahseden kişi olarak öne çıkmaktadır. Ve bir zamanlar Kızılelma koalisyonu olarak da anılan grubun içine İslamcılar da dahil edilmeye çalışılmıştı. Bunları nereden biliyoruz. Yeni Furkan dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Sadettin Ustaosmanoğlu, Aktüel dergisinin (17-23 Temmuz 2008) sorularını cevaplarken bu konuya da temas etmiş. Kendileriyle Ulusalcı kesim namına bazıları 2003 yılından itibaren temas kurmaya kalkışmış. Kendilerine Sultan Galiyevci adını veren ulusalcı ekipten bir emekli binbaşı eşiklerini aşındırmış ve karşılarına şu teklifle çıkmış :”Vatansever Güçler Birliği adında bir oluşum düşünüyoruz, bu oluşum dergi ve dernek faaliyeti şeklinde tezahür edecek, ilk etapta üniversite gençliği etrafında çalışma yapacak sonra büyük illerde dernekler açılacak, daha sonra da bütün illerde kuvayı milliye yapılanması gibi örgütleneceğiz. Bu hareket kitle gösterileri organize edip bir takım propogandif ve manipülatif işlerde bulunacak. Sokağa ve gençliğe hakim olmaya çalışacak...” Sultan Galiyevci ekibin şartları ise şuymuş: Siz İslam devriminden bahsetmeyecek ve Kemalizme saldırmayacak, ilişmeyeceksiniz, biz de şeriata saldırmayacağız...” Bu ekibin Attila İlhan’ın fikir örgüsüne yakın durduğu anlaşılıyor. Ustaosmanoğlu, bilmeden şu an Ergenekon davası yüzünden içeride olan zihin kontrolü meselesinde uzman olan Erkut Ersoy’la görüştüklerini de hatırlıyor. Yine aynı bağlamda, Ümit Sayın’ın da kendilerine karşı bir cinlik yaptığını da düşünüyor. Zihin Kontrolcülerinin liderlerine gelerek ‘Kemalizmin felsefesini yaz’ dediklerini de ifade ediyor. Aslında beyin yıkama veya zihin kontrolü ötedenberi bilinen bir husus. Acaba Hasan Mezarcı gibiler böyle bir ameliyeye mi maruz kaldılar? 28 Şubat sürecinde Kıbrıslı Vamık Volkan’nı da bu işin psikolojik kısmıyla ilgilendiği ileri sürülüyor.
***
Her neyse mevzumuzun biraz uzağına düştük ama Ulusalcıların geçmişten beri bu muvazaa ve pazarlık meselesini sürekli gündemde tuttukları anlaşılıyor. Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular Bey’e de aynı şekilde 12 Eylül’den sonra yanaşmışlar ama muvaffak olamamışlardı. Evet, Kemal Yavuz gibiler İslamcıları ulusalcıların cephesine katılmaya davet ederken Sudaki İz’in unutulmuş yazarı Ahmet Altan gibiler de bizleri liberal kanadın şemsiyeti altına girmeye çağırıyorlar. Kendi fustatlarına yani çadırlarına davet ediyorlar. Bizlere düşen nedir? İslamcılar kimselerin bilvekale savaşçısı durumunda değildir. İslamcıların hiç şahsiyeti omurgası yok mu? Bizler onun bunun embeddedi yani maiyet memuru muyuz? İslamcılar güdülen bir topluluk mudur? Asla. Birileri birilerine iltihak etmek istiyorsa herkes bu ülkenin asli sahiplerine iltihak etmeli ve katılmalıdır. Kurtuluş sadece bu yakadadır. Öyle bir imkân yoksa pencereden seyretmeli ve içlerine girilmemelidir.
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ARICAN |
Emekli belediye başkanlarına ve hak sahiplerine 1 Ekim 2008’de müjde var? |
|
HERKES tarafından sosyal güvenlik reform yasası diye bilinen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu 1 Ekim 2008 tarihinde tüm hükümleriyle birlikte yürürlüğe girerse, sosyal güvenlik alanında bu zamana kadarki ezberlerimizin birçoğu bozulacak.
5510 sayılı kanunun bu zamana kadarki ezberlerimizi bozacağı önemli konulardan birisi de, belediye başkanlarına ve bunların eş, çocuk, ana ve baba gibi hak sahiplerine yeni hak ve imkânların getirilmesi hususunda görülecektir. Bilindiği üzere, hali hazırdaki (1 Ekim 2008’den önceki) sosyal güvenlik uygulamalarına göre belediye başkanlığı yapmış kişiler bağlı oldukları sosyal güvenlik kanuna göre, ya Bağ-Kur’dan, ya SSK’dan, ya da Emekli Sandığı’ndan emekli olabilmektedirler. Yani belediye başkanlarının mutlaka hepsinin Emekli Sandığı’ndan emekli olacaklarına yönelik herhangi bir şart ya da hüküm bulunmamaktadır. Şimdiki yani halen yürürlükte olan sosyal güvenlik mevzuatına göre, Emekli Sandığı’ndan emekli olan belediye başkanlarına emekli olduklarında temsil, makam ve görev tazimatları verilirken, Bağ-Kur ya da SSK’dan emekli olan belediye başkanlarına temsil makam ve görev tazminatları verilmemekteydi. İşte, 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesiyle, Bağ-Kur ya da SSK’dan emekli olan belediye başkanlarına şimdiye kadar verilmemiş bir hak verilecek. Yani bu zamana kadar sadece Emekli Sandığı kapsamında emekli olan belediye başkanlarına emekli olduklarında verilen temsil, makam ve görev tazminatları 1 Ekim 2008’den sonra SSK veya Bağ-Kur’dan emekli olmuş ve 1 Ekim 2008’den sonra SSK veya Bağ-Kur’dan emekli olacak belediye başkanlarına da verilecek.
Hemen aklınıza Bağ-Kur ya da SSK’dan emekli olmuş belediye başkanlarına yeni getirilen söz konusu bu temsil makam ve görev tazminatlarının ne kadar olduğu ya da emekli aylıklarında ne kadarlık bir artış olacağı sorusu gelebilir. Emekli Sandığı’ndan emekli olan belediye başkanlarının aldıkları temsil, makam ve görev tazminatları, emekli olan belediye başkanının görev yaparken bulunduğu konuma göre (belde belediye başkanı, ilçe belediye başkanı, Büyükşehir belediye başkanı gibi) değişmektedir. Ancak yine de 2007 yılı rakamlarına göre bu miktarların 400 ile 1300 YTL arasında (ortalama yüzde 40 ve yüzde 80 arasında bir artış gerçekleşeceğini tahmin edebiliriz) olabileceğini söyleyebiliriz.
Ancak bu konu ile ilgili hatırlatmak istediğimiz önemli bir nokta vardır. 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesine göre, Bağ-Kur ya da SSK’dan emekli olmuş belediye başkanlarının 1 Ekim 2008’den sonra söz konusu temsil, görev ve makam tazminatlarını alabilmeleri için, kadın ise 58 erkek ise 60 yaşını doldurmaları gerekiyor. Bu yaş şartını yerine getirmeyen belediye başkanları 58 ve 60 yaşını doldurana kadar temsil, görev ve makam tazminatlarından mahrum kalacaklardır.
58 ve 60 yaş şartının tabiî ki istisnaları da olacaktır. Bağ-Kur ya da SSK’dan malulen emekli olmuş belediye başkanlarının emekli aylıklarına 1 Ekim 2008’den sonra temsil, makam ve görev tazminatlarının eklenebilmesi için kadın ise 58, erkek ise 60 yaşını doldurmaları şartı yoktur. Yani, Bağ-Kur ya da SSK’dan malulen emekli olmuş belediye başkalarının yaşları ne olursa olsun 1 Ekim 2008’den sonra temsil, makam ve görev tazminatları emekli aylıklarına eklenecektir.
Ayrıca, 1 Ekim 2008’den sonra Bağ-Kur ve SSK’dan emekli olmuş ya da olacak belediye başkanlarına getirilen bu imkândan ve emekli aylığı artışından sadece belediye başkanının kendisi yararlanmayacak. Eğer emekli olmuş belediye başkanı vefat etmişse, geride kalan hak sahibi niteliğindeki dul ve yetimleri de yararlanacak. Hali hazırda Bağ-Kur ya da SSK’dan emekli olmuş ve vefat etmiş bir belediye başkanı üzerinden temsil, görev ve makam tazminatı ilave edilmeden aylık almaya devam eden hak sahibi niteliğindeki eş ve çocuklar gibi dul ve yetimler de 1 Ekim 2008’den sonra aylıklarını temsil, makam ve görev tazminatı eklenmiş bir şekilde fazlasıyla alabilecekler.
Ancak burada da önemli ve son bir hatırlatmada bulunalım. 1 Ekim 2008’den sonra Bağ-Kur ya da SSK’dan emekli olup da yaş şartı tutan, malulen emekli olan, ya da bunların hak sahibi olarak emekli aylığı alan kişilerin üstte bahsini ettiğimiz temsil ve görev tazminatlarından yararlanabilmeleri için Sosyal Güvenlik Kurumu’na yazılı olarak talepte bulunmaları gerekmektedir.
Okurlara Cevaplar…
*Soru: Telekom’da 1991 yılından beri SSK’lı işçi olarak çalışıyorum. 1968 doğumluyum. SSK’da toplam 6560 gün prim ödeme gün sayım var. Son sekiz yıldır şeker hastasıyım ve kalp rahatsızlığım var. Malulen emekli olmak istiyorum ne yapmam gerekir? (ismi mahfuz)
*Cevap: Sayın okurum, SSK’dan malulen emeklilik için gerekli olan hizmet süresi şartını yerine getirmiş durumdasınız. Malulen emeklilikte herhangi bir yaş şartı yoktur. SSK’dan malullük aylığı almanız için en az yüzde 66 oranında çalışma işgücünüzü yitirmiş olmanız gerekmektedir. Malulen emeklilik için bulunduğunuz ildeki Sosyal Güvenlik İl Müdürlüğüne malulen emekli olmak istediğinizi belirterek başvurun. Onlar sizi bir takım matbu evraklar vererek hastanelere yönlendirecektir. Eğer hastane tarafından verilen sağlık raporları ve belgeler Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Kurulu tarafından da kabul edilirse rapor tarihinden itibaren malulen emeklilik işlemleriniz başlayacaktır.
*Soru: 20.03.1964 doğumluyum. 07.03.1985 tarihinde öğretmen olarak göreve başladım. Bana göre 25 yılı tamamlamak şartıyla 48 yaşında emekli olabileceğim. Ancak, 1980 yılında SSK’da 103 gün prim ödemem var. 1980 yılındaki bu SSK sürelerimin bana 25 yılda emekli olmam noktasında bana faydası olur mu? Ben 48 yaş yerine 46 yaşında emekli olabilir miyim? (Mehmet ÖZEREN-ALANYA)
*Cevap: Sayın okurum, SSK’daki süreleriniz sizin 48 yaş yerine 46 yaşında emekli olmanızı sağlamaz. SSK’daki 103 günlük sürelerinizi Emekli Sandığı’na ekletseniz bile yine 48 yaşında emekli olabilirsiniz. Ancak, söz konusu bu 103 günlük süre sizin 103 gün daha az çalışarak emekli olmanıza etkisi ve faydası olacaktır.
NOT:
Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reformu ile getirilen haklarınızdan haberdar olmak ve buralardaki sorunlarınıza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Özkök ve 28 Şubat |
|
Ergenekon operasyonunun, kendi döneminde biri kuvvet komutanı olarak görev yapmış iki emekli orgenerale uzanması ve bu komutanların adının bir kez daha gündeme gelen darbe günlükleri bağlamında darbe girişimi tartışmalarına karışması üzerine harekete geçen Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ün yaptığı çıkışlar ve Köşkte Gül’le görüşmesi, geçen günlerde hayli konuşuldu.
Darbe planları için “Var da demem, yok da demem” gibi “ortadan” ifadeler kullanan Özkök’le ilgili yaygın kanaat, ordunun başında görev yaptığı dönemde darbeyi önlediği yönünde.
Darbe günlüklerinden de, emrindeki kuvvet komutanlarının bu istikametteki talep ve hazırlıklarına onay ve geçit vermediği anlaşılmakta.
Ama bu, işin bir boyutu. Diğer boyutunu ASDER Genel Başkanı, Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin yaptığı hatırlatmada buluyoruz:
“Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı sırasında, iktidarın başlattığı demokratik birçok girişim, TSK’nın örtülü müdahaleleri ile engellenmiştir.
“Kamu yönetimi reformu kanun tasarısı, YÖK kanununun değiştirilmesi, meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılması, Kur’ân kurslarına devam etme yaşının indirilmesi, üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması ve YAŞ kararı ile tasfiyelerin durdurulması ile ilgili girişimler bunlardan bazılarıdır.
“Yapılan baskılar sonucunda, TBMM’ne intikal etmiş olan bir kısım yasa teklifleri hükümet tarafından geri çekilmiştir. Bunların her biri birer askerî müdahale mesabesindedir. Muhtemelen, kuvvet komutanlarının bugün basına yansıyan darbe hazırlıkları gerekçe gösterilerek bu darbecikler uygulamaya sokulmuş, demokrasinin işlemesi engellenmiş, millî irade ipotek altına alınmış, milletin onuru ile oynanmıştır.
“Hilmi Özkök Paşanın Yüksek Askerî Şûrâ üyeliği sırasında 952 subay ve astsubay, inançları nedeniyle TSK’dan re’sen emekli edilmiş ve bugünkü çarpık kadrolaşma sağlanmıştır...”
Bu derli toplu hatırlatma, darbe veya muhtıra girişimlerini önlediği belirtilen Özkök’ün, 28 Şubat postmodern müdahalesince gerçekleştirilen hukuk ve demokrasi dışı tasarrufların korunması noktasında, zihniyet olarak temelde farklı bir anlayışa sahip olmadığını gösteriyor.
Fark, dediğimiz gibi, yöntem ve üslûpta.
Nitekim Tanrıverdi’nin hatırlattığı örneklere ilâveten, Jandarma Komutanı olarak Şener Eruygur tarafından yapılan hukuk dışı “irtica” operasyonlarının, netice itibarıyla Özkök döneminde gerçekleştiği; Kemal Gürüz ve rektörlerle makamında görüşerek onlara taktik veren, “irtica” ile ilgili konularda açıklamalar yapan Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın bunları ya üst kademenin bilgisi dahilinde yaptığının deklare edildiği ya da akabinde bunları teyid eden resmî açıklamalar yapıldığı da hatırlanmalı.
Aynı şekilde, yine Özkök’ün 2006 Nisan’ında Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı ve “Türkiye İslâm ülkesi değildir” sözünü sarf ettiği talihsiz konuşma da kesinlikle unutulmamalı.
Bütün bunlar bir araya geldiğinde, Özkök’ün laiklik, Atatürkçülük ve irtica konularında, askerin yıllardır bilinen çizgisinden farklı bir yaklaşım içinde olmadığı, yalnızca bu çizgiyi ifade etme ve savunma üslûbunu değiştirdiği görülüyor.
Bu üslûp, yöntem ve taktik değişikliğinin birçok sebebi olabilir. AB sürecinde alınan mesafe, demokrasinin kaydettiği gelişme, son iki seçimde sandıktan çıkan neticelerin statükoyu savunmak için daha ince yöntem ve stratejilere mecbur bırakması, ilk anda akla gelenlerden bazıları.
AKP’nin altı senedir izlediği politikalar ise, milletten aldığı oyların, statükoyu savunma, hattâ daha da ötesinde tahkim etme stratejilerine hizmet edecek şekilde blokajını netice veriyor.
Öyle olmasaydı, 28 Şubat tasarrufları, o sürecin başında olduğundan daha sağlam ve yaygın bir şekilde altı senedir devam edebilir miydi?
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
AB yolunda mayın temizleme |
|
Ne yazık ki, Bosna’daki Müslüman kardeşlerimizin çektiği çileleri erken unuttuk. Savaş biteli 10 yıl oldu ve ancak katliâm yıl dönümlerinde Bosna’yı hatırlıyoruz. Ki, bunu konu ile ilgili haberler bile medyamızda gerektiği kadar yer almıyor, alamıyor.
Haziran’ın (2008) son günlerinde BBC’nin (Türkçe yayın yapan) internet sitesinde konu ile ilgili bir yazı dikkatimizi çekmişti. BBC muhabiri Nick Thorpe imzalı yazıda, “Karadziç hâlâ nasıl kaçabiliyor?” sorusuna cevap aranmıştı. (bbc.co.uk/turkish, 27 Haziran 2008)
Yazı ilgimizi çekti ve bazı kısaltmalarla gazetemizde yer verdik. (Yeni Asya, 1 Temmuz 2008) Yazıda şöyle denilmişti: “Hollandalı gazetecinin eşi, camdan, lokantanın önündeki masalardan birinde oturan adamı işaret ediyordu. Kafasının şeklinden, yarı ağarmış saçlarından, arkasından bile, dünyada en fazla arananlar arasında bulunan bu kişi kolayca tanınabiliyordu. Yüzünü döndüğünde gazeteci artık daha bir emin oldu. Radovan Karadziç, Bosna’nın güneyindeki Foca to Gacko caddesindeki bir lokantada yemek yiyordu. Nisan 2005’ti. Gergin görünen Karadziç ve yanındaki kadın biraz sonra masadan kalktı ve kırmızı bir Mercedes ile ayrıldı.”
Dünyanın aradığı Karadziç’i bir lokantada yemek yerken gören gazeteci durumu ‘yetkililer’e haber vermiş, ama muhtemelen her ülkede olduğu gibi orada da ‘karanlık el’ler bu ihbarı ciddiye almamış. Hatta, bir ‘yetkili’ haberi duyurmak isteyen gazeteciyi uyarıp; “Canını seviyorsan bu konuyu yazma” demiş.
Bosna’da katliâmlara imza atan ‘savaş suçlusu’ aradan geçen uzun bir zaman sonra nihayet yakalandı. Şimdi de, “Nasıl oldu da yakalandı?” sorusuna cevap aranıyor. Öyle ya, geçen bunca yıl ‘korunan’ savaş suçlusu, ne oldu ki yakalandı?
Bu sorunun makul bir cevabı var: Sırbistan’ın Avrupa Birliği ile bütünleşme çabası, gayreti ya da niyeti.
Savaş suçlusu Karadziç’in yakalanması sonrası değerlendirme yapan AB yetkilileri de zaten bunu ifade etti. AB Komisyonu genişlemeden sorumlu üyesi Rehn, tutuklamayı “Sırbistan’ın uluslar arası mahkeme ile işbirliğinde bir mihenk taşı” olarak nitelendirdi.
Geniş mânâda, Türkiye’deki operasyonlara da bu nazarla bakmak mümkün. Nasıl ki Sırbistan, AB yolunda ilerlerken ‘engel’leri bertaraf ediyorsa, Türkiye de; hukuk dışı her türlü ‘çeteleşme’yi bir şekilde bertaraf etmelidir.
Umalım ve dileyelim ki, Türkiye de dünyadaki güzel örnekleri kendisine rehber etsin; hak, hukuk, adalet ve insan haklarının önündeki engeller sıra ile kaldırılsın. Buna ister “Kopenhag Kriterleri” diyelim, ister “Ankara Kriterleri.” İsimlerden ziyade, hedefler ve neticeler önemli. Türkiye, yıllardan beri ağır aksak sürdürdüğü AB yolculuğuna mutlak surette hız vermelidir. Aksi halde, ‘suçlu’ları koruyup, kollayarak iyi noktalara ulaşamayız.
Karadziç’in yakalanması, katledilen Bosnalıları geri getirmez, ama hiç değilse yapanın yanında kâr kalmamış olur. Keşke bütün dünya ‘haksız’ların değil de ‘haklı’ların yanında yer alsa...
24.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kadir AKBAŞ |
YOKSA ASIL SUÇLU BASIN MI? |
|
Yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden bu güne basın mensupları artık haber almak amacı dışında da adliye koridorlarında daha sık görünür hale geldiler. Gerçi bu durum özellikle ara rejim dönemlerinde bazı gazetelerin mensupları, bilhassa Yeni Asya gazetesi yazarları için yeni bir durum değildir.
Meş’um 28 Şubat sürecinde neredeyse yazılan hemen her yazından dolayı Yeni Asya gazetesi yazarları hakkında “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” iddiasıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri nezdinde onlarca dâvâ açıldı. Sıradan eleştiriler bile suçlamalar için birer fırsat olarak görüldü. Yahudiler ile ilgili âyetlerin mealleri, musibetlere dair âyetlerin meallerinin yer aldığı yazılar mahkûmiyet kararlarına konu olabildi.
Gazetemizin imtiyaz sahibi muhterem Mehmet Kutlular Beyin Marmara Depremi gibi büyük musibetleri bir İlâhî ikaz olarak gördüğünü ifade etmesi, bugün halen devam etmekte olan hukuk adına utanç verici bir süreci başlattı.
Bugün, Türkiye adı tam olarak konulamayan bir başka süreçten geçiyor. A’raf’ta bekleyen bir Türkiye var karşımızda. Nereye varacağı belirsiz bir rejim krizi veya eksiksiz bir demokratik yönetim, aynı uzaklıkta bugün ülkemiz için.
Basın, 28 Şubat sürecindeki gibi, artık tek ses değil. Yaşananlar farklı boyutlarıyla ve yorumlarıyla kamuoyuna inanılmaz bir hızla ulaşıyor. “Ergenekon” ismi etrafında tartışılan bu sürece kamuoyunun merak ve ilgisi, basını zor bir ikilemle karşı karşıya bırakmış durumda. Bir taraftan Türk Ceza Kanunu’nun basın özgürlüğünü özel bazı amaçlarla sınırlayan hükümleri, diğer taraftan basının, özellikle yazılı basının diğer medya araçlarından geriye kalmamak adına konuyu bütün boyutlarıyla, perde arkasıyla, yorumlarla okuyucuya ulaştırma isteği...
Yeni TCK’da basının haber alma ve verme hakkını ciddi şekilde sınırlayan düzenlemeler yer alıyor. Bu nokta da TCK’nun 285. maddesinde düzenlenen “Gizliliğin ihlâli”, 286. maddede düzenlenen “Ses ve görüntülerin kayda alınması” ve 288. maddede yer alan “Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçları ilk anda hatırlanması gereken düzenlemeler.
Geçen günlerde, Ergenekon iddianamesine ilişkin teknik bilgiler veren İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı başta olmak üzere, yargı mensuplarından hemen her düzeyde basının, “Soruşturmanın gizliliğine” özen göstermedikleri ve yayınları ile “Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” ettiği yönünde yakınmalara ve bunun ötesinde suç duyurularına şahit olduk.
Maalesef, bu yakınmalar son derece hatalı adlî uygulamalara yol açtı. Yakalanan kişilerin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne karşı bir siyasî düşünce mensubu olduğunun yazılması “Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” olarak değerlendirildi ve mahkûmiyet kararı verildi. Neredeyse canlı yayın eşliğinde gözaltına alınan Doğu Perinçek’in gözaltı haberi, daha sonra tutuklandığına dair haber Yeni Asya gazetesi hakkında soruşturmanın gizliliğini ihlâl olarak değerlendirildi ve kamu dâvâları açıldı. Son olarak Ergenekon soruşturması kapsamında, gerçekten de canlı yayın eşliğinde gözaltına alınan komutanlar ve diğer sanıklardan hareketle “Gözaltılar buzdağının görünen kısmı” haberinden hareketle gizliliğin ihlâl edildiğinden bahisle soruşturma başlatıldı. Basın Kanununda yer alan iki aylık dâvâ açma süresi cumhuriyet savcılarının yeterince özenli hareket etmelerine engel teşkil ediyor. Tabiî ki bu durum, neredeyse “ERGENEKON” kelimesinin geçtiği her haberi, gizliliğin ihlâli olarak değerlendirme özentisizliğini haklı kılmıyor. TCK’nun diğer hükümleri ışığında zaten belli bir süre sonra gizli kalamayacak gözaltı ve tutukluluğun şüphelinin yakınlarına bildirilmesi gibi hususlarla, hayatın olağan akışı içerisinde gizli kalamayacak hususların gizliliğin ihlâli olarak değerlendirilmesinden vazgeçilmesi uygulamanın doğru bir zemine kaydırılması açısından bir ilk adım olabilir.
24.07.2008
E-Posta:
|
|
|
|