1908 ile 1909 aralığında İstanbul ile 1921’inde Ankara’da havalar aynıdır. Coşku ve zafer sarhoşluğu vardır. Birincisinde devr-i sabık’a (İkinci Abdülhamid) diğerinde de Yunan’a galebe. Zaten 1921 Ankara’sında bu galebe havası yeni bir devr-i sabıka imza atacaktır. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle yarım kalmış bir hesaplaşma toptan hanedanın sınır dışı edilmesiyle tamamlanacaktır.
Mir Mehmet Dengir Fırat Ankara’daki müteakip inkilâpların milletin maşeri vicdanında büyük bir travma bıraktığını söylemektedir. Bu inkilâplar milletin mazisiyle geleceği arasına büyük bir haile ve perde ikame etmiş ve dikmiştir. Mir Mehmet Dengir Fırat bunları New York Times gazetesine anlatmıştı ama gazetenin konuşmalarını tasarrufla kuşa çevirdiğini ve dolayısıyla anlam kaymasına uğrattığını söyledi. Adamı sonunda söylediğine ve söyleyeceğine pişman ettiler ve inkilâpların hepsinin yerinde olduğunu söylemek zorunda kaldı. Öyleyse inkilâplar üzerinden müruru zaman mı geçti ki bazıları rafa kaldırıldı? Bunları meskut geçti. Adama savunma imkânı bile vermediler. Bedir Ağa’nın torununu Şeyh Said’e mal ettiler. Gerçekten de bu adamlarla uğraşmak zor. Bir benzerini Ermeni yazar söylemişti. İnkilâpların aslında içi boş olduğunu tamirden ziyade tahribe hizmet ettiğini savundu. Ona göre, inkilâplarla gelen yeni hava millî mimariyi, san'at ve mûsikiyi öldürmüştü. Gerçekten de baktığımız zaman dilde yenileşme akımı bu zamanda ortaya atılmış ve bunun tahribatı Güneş Dil Teorisiyle bilâhare kısmen telâfi edilmeye çalışılmıştı. Mimarî de ise özgünlük tamamen ortadan kalkmış ve taklidin taklidi nevzuhur bir mimarî yapı husule gelmişti. Çin’de kültürel devrim gibi bir devrim meydana gelmiş veya getirilmiş yerli millî mûsikimiz bile bundan nasibini almıştı.
***
Sevan Nişanyan, Taraf’tan Neşe Düzel’e ilginç şeyler anlatıyor. Osmanlı’da başlayan batılılaşma reformlarının veya inkilâplarının aslında 1925 ile 1950 arasında buzdolabına konduğunu söylüyor. Bugün CHP’nin Sosyalist Enternasyonel’den atılma aşamasına gelmesi de bu tezi doğrulamıyor mu? Yine Nişanyan ilginç bir biçimde 1946 ile 1950 arasında gerçekleşen muvazaa ile yeni yönetimin devr-i sabık oluşturamadığını ve asıl meselenin de bu olduğunu savunuyor.
Sözgelimi karşıt cephe 1908-1909 ve 1921 ve 1960 yılında hep devr-i sabık oluşturuyor ve ülkenin geçmişiyle ilişkilerini sıfırlıyordu. Yeni bir Tabula Rasa oluşturuyordu. Şayet Demokratlar da bu kadar cesur olsalar ve geçmiş dönemi devri sabık olarak yaftasalardı belki bugün Türkiye rejim tartışmalarını aşmış olacaktı. Hesaplaşma ertelene ertelene bugünlere geldi. Yalnız bu cesur konuşmaların ardından Sevan Nişanyan’ın başına gelmedik kalmadı. Karısının başına bir kavanoz insan dışkısı boşalttığı iddiasıyla birlikte Nişanyan kendisini bir karalama kampanyası karşısında buldu. Bununla birlikte meselenin Neşe Düzel’e verdiği mülâkatla da bir ilişkisi olmayabilir.
Konuşmasının bir yerinde şöyle söylüyor: “Türkiye 1920’ler, 1930’lar totalitarizmini gömmek için 1940’larda ve 50’lerde bir hesaplaşma yapamadı. Portekiz, İspanya, Yunanistan 1970’lerde geçmişleriyle hesaplaştılar, Türkiye hâlâ hesaplaşmadı…” Bir de yeni rejimin dine karşı Sovyetler’e yakın bir radikallikte olduğunu ve dinî kurumların altyapısını çökerttiğini söylüyor. Buna, Abdurrahman Yalçınkaya’nın karşı çıktığı Sovyet tipi laiklik deniliyor ki, Türkiye’de bu tarz laikliği destekleyenler Bernard Lewis ve benzeri neoconlar. Bu açıdan neoconlar ile ulusalcılar aynı zemini paylaşıyor. Nişanyan, Engin Ardıç ve Ahmet Kekeç gibilerinin daima savuna geldikleri demokrasi açısından İnönü ile M. Kemal dönemleri arasında bir farklılığın bulunmadığını da savunuyor. Türkiye’de uygulanan laikliğin bir tasfiye hareketi olduğunu da savunuyor. 1946 sonrası, Kemalizmi yüceltme mutabakatının gelişmemizi sekteye uğratan temel faktör olduğu görüşünü benimsiyor.
***
Bu hususta Düzel’in, “Sizce harf devrimin sonuçları kötü mü oldu?” sorusuna şu karşılığı veriyor: “Microsoft çağında Latin alfabesi kullanmak büyük nimet ama... Bunun Türkiye’de okuryazarlığı arttırdığı doğru değil. İbranî yazısını kullanan İsrail’de okur yazarlık Türkiye’den daha yüksek. Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye”nin geçmişiyle bağlarını koparmaktı. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu. ..”
İlerleme meselesinde de çok tartışılan bir soru ise şu: “Türkiye diğer İslâm ülkelerine kıyasla birçok açıdan çok gelişmiş. Bunda Atatürk’ün ve Kemalizm’in hiç rolü yok mu?” Cevabı peşin: “Sanmıyorum. Türkiye 14. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının en gelişmiş, en güçlü ve Batı’ya en yakın ülkesi oldu….”
Gerçekten de birçok yazımda ifade ettiğim gibi Türkiye veya Anadolu İslâm dünyasının küresel gücü olmuştur. Yüzyıllardır da böyledir. Dolayısıyla bu vasfa, arizi bir dönemin sonucunda haiz olmamıştır.
12.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|