|
|
Şaban DÖĞEN |
Nasıl mükemmel olunur? |
|
HER ŞEYİN olgununu, mükemmelini arayan insanoğlunun kendinin mükemmelliği konusunda gayret göstermesi kadar önemli ve gerekli birşey olamaz.
Bunun için ise insanı insan yapan güzel huylarla donanmak gerekiyor.
İşte bu güzel huylardan biri mahviyettir.
Mahviyet sürekli kendi kusurlarıyla meşgul olup kendini bir hiç sayma, kendini beğenmeme, asla büyük görmeme, büyüklenmeme demektir. Tevazuya benzer bir duygudur veya tevazûnun bir gereğidir.
Samimi ve içten gelen bu kabullenme insanları yüceltmiş, onları insanlığın baştacı hâline getirmiştir.
Evet, büyüklük alâmetidir mahviyet. Kendini kusurlu gören insanlar, devamlı kendilerini kontrol içerisinde bulunur, başkalarının kusurlarıyla uğraşma fırsatı dahi bulamazlar.
Bütün hayatı mükemmellikler ufkunda geçtiği halde kendini mükemmel görmeme büyüklüğünü gösterebilen insanlar gerçekten büyüktürler.
Bediüzzaman da bunlardan biridir. Şu ifadeler onun büyüklüğünü göstermeye yetmez mi?
“Bütün dünya beni meth ü senâ etse, beni inandıramaz ki, ben iyiyim ve sahib-i kemâlim.”1
“Ben nefs-i emmâremi elimden geldiği kadar hodfuruşluktan, şöhretperestlikten, tefahurdan men’e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerhetmişim. Ben mal sahibi değilim, Kur’ân’ın mücevherât dükkanının bir bîçare dellâlıyım.”2
“Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.”3
“Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ederim ki; beni, bana beğendirmemiş… dehşetli kusurlarımı bana göstermiş.”4
Bu satırlar; daha gençliğindeyken âlimleri mağlup etmiş, kendisine zamanın âlimlerince ‘zamanın güzeli, harikası’ anlamında Bediüzzaman denilmiş, yazdığı altı bin sayfalık asrın hakiki, kuvvetli ve tesirli bir tefsiri Risale-i Nur Külliyatıyla başta ülkemiz olmak üzere dünyanın değişik ülkelerindeki yüz binlerin gönüllerinde taht kurmuş, milyonları arkasından koşturan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine ait.
Demek güzel haslet ve faziletlerle donanacaksın, maharet ve hizmetlerinle gıpta edilecek noktalara geleceksin. Ama bütün bunları Allah’tan bilip sürekli kusur, hata ve eksiklerinle uğraşıp kendini bir hiç göreceksin, nefs-i emmâre cihetiyle fanî olup insanların gönüllerinde ve rıza-ı İlâhî noktasında varlığa kavuşacaksın.
İşte güzel bir örneği Bediüzzaman Said Nursî!
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 366.
2- A.g.e., s. 333.
3- Mektûbât, s. 319.
4- Emirdağ Lâhikası, 1:158.
12.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Çarpık yapılanma, AB ile düzelir |
|
AB, Türkiye gibi bir İslâm ülkesinin mânevî desteğine; Türkiye ve İslâm âlemi de, AB’nin, yâni Batının teknik, teknoloji desteğine muhtaç.
Unutmayalım: Hıristiyanlık ile Müslümanlığın “Allah’a imân” dahil, bir çok değerleri ortaktır. Bu ortaklıkta buluşmanın adreslerinden birisidir AB.
Kim bilir, belki de, AB’nin, yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’nin adaylığı kararı, “Âhirzamanda, güneşin batıdan doğuşuna” dair mânevî yorumunun ayak sesleridir.
Bu mânâları, Kur’ânî ve Peygamberî ihbar ve işâretlere dayanan Bediüzzaman’ın, “Dindar Hıristiyanlarla dost olunabilir; ittifak yapılabilir. Hıristiyanlık İslâmiyetle mezc olacak ve Deccalı dağıtacak. Hıristiyanlık âlem-i İslâmla ittifak edecek. Hurafat ve tahrifattan sıyrılarak İslâmiyete inkılâp edecek. Böylelikle insanlığa dünya ve âhiret saadeti verecek” şeklindeki enteresan tesbitlerinin başlangıç noktası saymaya ne engel var?
***
AB üyeliği, ülkemiz açısından bir başka öneme de sahip: Herkes biliyor ki, “devlet yapılanması”, askerî esaslar ve 1920-30’ların bolşevik ihtilâli ve sosyalizm havasının sürdüğü bir devrede gerçekleşmiştir.
Bu sebeplerledir ki, “çarpık devlet yapılanması, hantal idârî sistemi değiştirmek”; demokrasi ve insan haklarını kemaliyle işletmek; dahili dinamiklerle mümkün görülmüyor.
Dolayısıyla, Türkiye'nin AB’ye dahil olması, kaçınılmaz görünmektedir.
Demokrat zihniyete sahip, değişime açık, ülkenin gelişmesini isteyen politikacı ve idarecilerimiz de şunu gördü:
Temeli, “askerî esaslara” dayanan Türkiye’nin iç dinamikleriyle gerçek bir demokratik yapıya kavuşması mümkün değil. Ancak, hârici bir güç lâzımdır. O da, herhalde AB’den başkası olamazdı.
Bediüzzaman'ın, Kur’ân ve Sünnet ışığında, hak, hürriyet, demokrasi, cumhuriyet, Avrupa, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek”, “Yahûdi ve Hıristiyanlarla dost olmak” ve benzeri bütün bu hassas meselelere getirmiş olduğu orijinal yaklaşım, izâh ve bakış açıları da, herhalde bunu idrakte önemli bir rol oynadığı inkâr edilemez.
12.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
“Ertesi gün sanki kör olacağınızı biliyormuş gibi kullanın gözlerinizi” |
|
Zafer kardeş’e teşekkürler!
Zafer, gözlerinin görmesine izin verilmemiş bir kardeşimiz. Kendisi ‘kör’ diyor ama ben ona ‘kör’ demiyorum. Çünkü gerçek körlük bu değil.
Zafer’in cümlelerinden gönül körlüğü içerisinde olmadığı anlaşılıyor.
Gören gözlerini körleştirenlerin, göz nurunu söndürenlerin varlığı yanında Zafer, görmeyen gözleriyle yaşamanın nasıl bir nimet olduğuna dikkatleri çekiyor.
İmtihanımızın önemli bir ögesi, gözlerimiz. Bize verilen bir emanet olan gözler, ebedî saadetimize de ebedî şekâvetimize de sebep olabilir.
“Hayata açılan pencerelerimiz olan gözlerimizi nasıl kullanıyoruz, onların varlığından ne kadar haberdarız ve ihtiyarî bakışlarımızın hesabını nasıl vereceğiz” gibi pek çok sorular, ciddî şekilde ele alınması gerekmektedir.
Bu soruları ciddî gündem konusu yapıp yüzümüz gülmeden, gözlerimizin gülmesi zor.
Ya ebedî sevincin ya da ebedî şikâyetin sebebi olabilir gözler. Bu tamamen emanetine verilenlerin kullanımına bağlı olarak değişmektedir.
Zafer kardeşimizin gözler ve görme konusundaki sözleri bizim için oldukça muteber.
Başlığa çekilmiş cümle, sizinle paylaşılacak hikâyede geçmektedir.
Bize gözlerimizi hatırlattığı için ve güzel hikâyeyi bize ilettiği için Zafer kardeşimize teşekkürler!
Gözlerim, kulaklarım önemli diyorsanız hikâye dikkat çekici!
Helen Keller; bazen kendi kendime, “Herkes senede bir iki gün de olsa görme ve işitme duygularından mahrum kalsa ne olur?” diye sorarım. O zaman insanlar sahip oldukları şeylere daha çok değer verirlerdi herhalde. Belki sessizlikte seslerin insana verdiği zevki daha iyi takdir ederlerdi.
Bazen tanıdıklarıma çevrelerinde neler gördüklerini soruyorum. Geçenlerde ormanda uzun bir gezintiden dönen arkadaşıma neler gördüğünü sormuştum. Bana verdiği cevap şu oldu: “Görülecek önemli bir şey yoktu...”
Ormanda bir saat dolaşmak ve bu süre içinde kayda değer bir şey görememek acaba mümkün olabilir mi? Ben kör olmama rağmen, sadece dokunma duyum sayesinde çok şey hissediyorum. Bir yaprağa dokunduğum zaman onun şeklini anlıyorum. Baharda tabiatın kış uykusundan uyandığının ilk işareti olan bir gonca bulmak için parmaklarımı dalların üstünde gezdiriyorum. Bazen elimi yavaşça bir ağaca dayadığım zaman, bu ağacın bir dalında öten kuşun nasıl titrediğini hisseder gibi oluyorum.
O esnada hissettiğim bütün bu şeyleri görebilmeyi bütün kalbimle arzu ediyorum. Sadece dokunma duyum bana bu kadar zevk verdiğine göre, bu güzellikleri bir de görebilseydim kim bilir neler hissederdim!
Birçok kez üç gün için görebilmem mümkün olsaydı, en çok neleri görmek isteyeceğimi düşünmüşümdür. Birinci gün, bana yaptıkları iyilik ve yardımlarıyla hayatıma değer katan insanları görmek isterdim. Bir kimseyi görüyor olmanın insanda ne gibi hisler uyandırdığını bilmiyorum. Ben sadece parmaklarımı tanıdıklarımın yüzünde dolaştırarak onların yüzünün ana hatlarını tahmin ediyorum. Dokunma duyum sayesinde, insanın yüzüne şekil veren neşe ve keder gibi duyguları da hissedebiliyorum. Yakın arkadaşlarımı da sadece onlara dokunarak tanıyabiliyorum.
Gözü görenler için, bir kimsenin yüz ifadesini, bir adalesini veya elinin titremesini görerek onun başlıca özelliklerini belirlemek ne kadar kolaydır. Fakat acaba bu kişiler gözlerini, arkadaşlarının kalbini anlamak yolunda da kullanırlar mı? İnsanların çoğunun, arkadaşlarının yalnız yüzünün ana hatlarını şöyle bir hatırında tuttukları doğru değil midir? Siz, en iyi beş arkadaşınızın yüzünü detaylarıyla birlikte tarif edebilir misiniz?
Üç gün görebilseydim, kim bilir nelere şahit olurdum!
İlk gün en sevdiğim arkadaşlarımı eve çağırıp yüzlerine uzun uzun bakar ve ahlâklarının güzelliğini çehrelerinde okumaya çalışırdım. Daha sonra bakışlarımı yeni doğmuş bir çocuğun yüzünde gezdirir ve onun masum güzelliğinden bir hisse alırdım.
Öğleden sonra ormanda bir gezinti yapar ve tabiatın ilâhî güzelliklerini seyrederdim. Sonra o akşam güneşin batışının her zamankinden daha muhteşem olması için Allah’a yalvarırdım. O gece hiç şüphesiz gözlerimi hiç kapamazdım.
İkinci gün erkenden kalkar ve şafağı seyrederdim. Günün geri kalan kısmını, dünyayı seyretmek için kullanırdım. İnsanlığın katettiği terakkiyi görmek için de müzeleri ziyaret ederdim. Özellikle güzel sanatlar müzesini gezer ve sanat eserlerinde insanların ruhunu görmeye çalışırdım. Ama bilhassa zamanımın çoğunu tabiattaki sanat eserlerini incelemeye sarfederdim hiç tereddüt etmeden. Çünkü onlar, ilâhî sanatın en muhteşem ve taklit edilemez örnekleridir.
Üçüncü güne kavuşunca hiç kuşku yok yine sabahleyin erkenden kalkıp şafağı selâmlardım. Sonra her gün işlerine giden insanları tetkik etmekle geçirirdim. Önce, sokağın kalabalık bir köşesinde durur ve gelip geçen insanların yüz ifadelerini okumaya çalışırdım. Herkesin neşeli olduğunu ve gülümsediğini görünce mutlu olur, herkesin yüzünden iradelerinin kuvvetini sezince sevinir, keder ifadesi görünce ise onlara karşı merhamet hissi duyardım.
Ardından şehrin ana caddelerini dolaşırdım. Herkesi ve her şeyi ayrı ayrı görmektense, renkleri ve şekilleri karmakarışık bir hayal tarzında görmeye çalışırdım.
Giyilen elbiselerin sergilediği renk mûcizesine hiç bıkmadan bakardım. Elbise modellerine bakmaktansa, renklerin sergilediği ahenge dikkat kesilirdim.
Ana caddeden ayrıldıktan sonra şehrin fakir mahallelerini, fabrikaları ve çocukların oynadığı parkları dolaşırdım. Etraftaki saadet veya sefalet ifadelerini görmek, çalışan ve yaşayan insanları daha iyi anlamak için gözlerimi dört açardım. Üçüncü günün geriye kalan son birkaç saatinde yapabileceğim çok önemli ve ciddî işler olmasına rağmen, ben yine gece yarısı muhtemelen uzayın sonsuzluğuna vurulur kalırdım.
Gayet tabiî olarak, bu kısa üç gün boyunca yine her istediğimi görmüş olmazdım. Fakat hiç olmazsa görme duyumu tekrar kaybedince neleri kaçırmış olduğumu anlamış olurdum.
İnsan bir süre sonra kör olacağını bilse herhalde geri kalan zamanını çok daha başka kullanırdı. Ama bir kez bu akibeti yaşamış olanlar gözlerinden tam mânâsıyla faydalanmayı bilirler. Gördükleri her şey, kendilerince bambaşka bir değer kazanırdı. İşte o zaman hakikaten görmeyi öğrenmiş olurlar ve yepyeni bir güzellik dünyasının önlerine serildiğini anlarlardı.
Son olarak gözleri görmeyen ben, gören insanlara şunu tavsiye edeceğim: Ertesi gün sanki kör olacağınızı biliyormuşsunuz gibi kullanın gözlerinizi. Elbette diğer hislerinizi de ihmal etmeden… Seslerin mûsikîsini, kuşların ötüş ve âhengini, birazdan sağır olacakmışsınız gibi dikkatle dinleyin. Ertesi gün dokunma duyunuz elinizden alınacakmış gibi, eşyaya sevgiyle dokunun. Çiçekleri koklayın, yediklerinizin lezzetini damaklarınızda hissedin. Duyularınızdan mümkün olduğu kadar istifade edin. Allah’ın size bağışladığı nimetler sayesinde dünyanın güzelliğini fark etmeye çalışın.
Fakat ben yine de görmenin diğer duyulardan daha değerli olduğunu düşünüyorum.
12.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Devr-i sabık, tabula rasa ve travma |
|
1908 ile 1909 aralığında İstanbul ile 1921’inde Ankara’da havalar aynıdır. Coşku ve zafer sarhoşluğu vardır. Birincisinde devr-i sabık’a (İkinci Abdülhamid) diğerinde de Yunan’a galebe. Zaten 1921 Ankara’sında bu galebe havası yeni bir devr-i sabıka imza atacaktır. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle yarım kalmış bir hesaplaşma toptan hanedanın sınır dışı edilmesiyle tamamlanacaktır.
Mir Mehmet Dengir Fırat Ankara’daki müteakip inkilâpların milletin maşeri vicdanında büyük bir travma bıraktığını söylemektedir. Bu inkilâplar milletin mazisiyle geleceği arasına büyük bir haile ve perde ikame etmiş ve dikmiştir. Mir Mehmet Dengir Fırat bunları New York Times gazetesine anlatmıştı ama gazetenin konuşmalarını tasarrufla kuşa çevirdiğini ve dolayısıyla anlam kaymasına uğrattığını söyledi. Adamı sonunda söylediğine ve söyleyeceğine pişman ettiler ve inkilâpların hepsinin yerinde olduğunu söylemek zorunda kaldı. Öyleyse inkilâplar üzerinden müruru zaman mı geçti ki bazıları rafa kaldırıldı? Bunları meskut geçti. Adama savunma imkânı bile vermediler. Bedir Ağa’nın torununu Şeyh Said’e mal ettiler. Gerçekten de bu adamlarla uğraşmak zor. Bir benzerini Ermeni yazar söylemişti. İnkilâpların aslında içi boş olduğunu tamirden ziyade tahribe hizmet ettiğini savundu. Ona göre, inkilâplarla gelen yeni hava millî mimariyi, san'at ve mûsikiyi öldürmüştü. Gerçekten de baktığımız zaman dilde yenileşme akımı bu zamanda ortaya atılmış ve bunun tahribatı Güneş Dil Teorisiyle bilâhare kısmen telâfi edilmeye çalışılmıştı. Mimarî de ise özgünlük tamamen ortadan kalkmış ve taklidin taklidi nevzuhur bir mimarî yapı husule gelmişti. Çin’de kültürel devrim gibi bir devrim meydana gelmiş veya getirilmiş yerli millî mûsikimiz bile bundan nasibini almıştı.
***
Sevan Nişanyan, Taraf’tan Neşe Düzel’e ilginç şeyler anlatıyor. Osmanlı’da başlayan batılılaşma reformlarının veya inkilâplarının aslında 1925 ile 1950 arasında buzdolabına konduğunu söylüyor. Bugün CHP’nin Sosyalist Enternasyonel’den atılma aşamasına gelmesi de bu tezi doğrulamıyor mu? Yine Nişanyan ilginç bir biçimde 1946 ile 1950 arasında gerçekleşen muvazaa ile yeni yönetimin devr-i sabık oluşturamadığını ve asıl meselenin de bu olduğunu savunuyor.
Sözgelimi karşıt cephe 1908-1909 ve 1921 ve 1960 yılında hep devr-i sabık oluşturuyor ve ülkenin geçmişiyle ilişkilerini sıfırlıyordu. Yeni bir Tabula Rasa oluşturuyordu. Şayet Demokratlar da bu kadar cesur olsalar ve geçmiş dönemi devri sabık olarak yaftasalardı belki bugün Türkiye rejim tartışmalarını aşmış olacaktı. Hesaplaşma ertelene ertelene bugünlere geldi. Yalnız bu cesur konuşmaların ardından Sevan Nişanyan’ın başına gelmedik kalmadı. Karısının başına bir kavanoz insan dışkısı boşalttığı iddiasıyla birlikte Nişanyan kendisini bir karalama kampanyası karşısında buldu. Bununla birlikte meselenin Neşe Düzel’e verdiği mülâkatla da bir ilişkisi olmayabilir.
Konuşmasının bir yerinde şöyle söylüyor: “Türkiye 1920’ler, 1930’lar totalitarizmini gömmek için 1940’larda ve 50’lerde bir hesaplaşma yapamadı. Portekiz, İspanya, Yunanistan 1970’lerde geçmişleriyle hesaplaştılar, Türkiye hâlâ hesaplaşmadı…” Bir de yeni rejimin dine karşı Sovyetler’e yakın bir radikallikte olduğunu ve dinî kurumların altyapısını çökerttiğini söylüyor. Buna, Abdurrahman Yalçınkaya’nın karşı çıktığı Sovyet tipi laiklik deniliyor ki, Türkiye’de bu tarz laikliği destekleyenler Bernard Lewis ve benzeri neoconlar. Bu açıdan neoconlar ile ulusalcılar aynı zemini paylaşıyor. Nişanyan, Engin Ardıç ve Ahmet Kekeç gibilerinin daima savuna geldikleri demokrasi açısından İnönü ile M. Kemal dönemleri arasında bir farklılığın bulunmadığını da savunuyor. Türkiye’de uygulanan laikliğin bir tasfiye hareketi olduğunu da savunuyor. 1946 sonrası, Kemalizmi yüceltme mutabakatının gelişmemizi sekteye uğratan temel faktör olduğu görüşünü benimsiyor.
***
Bu hususta Düzel’in, “Sizce harf devrimin sonuçları kötü mü oldu?” sorusuna şu karşılığı veriyor: “Microsoft çağında Latin alfabesi kullanmak büyük nimet ama... Bunun Türkiye’de okuryazarlığı arttırdığı doğru değil. İbranî yazısını kullanan İsrail’de okur yazarlık Türkiye’den daha yüksek. Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye”nin geçmişiyle bağlarını koparmaktı. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu. ..”
İlerleme meselesinde de çok tartışılan bir soru ise şu: “Türkiye diğer İslâm ülkelerine kıyasla birçok açıdan çok gelişmiş. Bunda Atatürk’ün ve Kemalizm’in hiç rolü yok mu?” Cevabı peşin: “Sanmıyorum. Türkiye 14. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının en gelişmiş, en güçlü ve Batı’ya en yakın ülkesi oldu….”
Gerçekten de birçok yazımda ifade ettiğim gibi Türkiye veya Anadolu İslâm dünyasının küresel gücü olmuştur. Yüzyıllardır da böyledir. Dolayısıyla bu vasfa, arizi bir dönemin sonucunda haiz olmamıştır.
12.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hacı, sabır! |
|
Dün İstanbul’da başlayan bir toplantıda ‘hac’ konusu masaya yatırıldı. Diyanet İşleri Başkanlığının organize ettiği ve üç gün sürecek olan “Hac Organizasyonu İstişare Toplantısı II”nin hayırlı neticelere ulaşmasını diliyoruz.
Tabiî ki ilk gün, öğleden önceki konuşmalar hacdan ziyade ‘protokol’ konuşmalarıydı. Gerek TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy ve gerek davetli diğer konuşmacılar, ‘hac’ ibadetinin zorluğuna ve son yıllardaki gelişmelere işaret ettiler. TÜRSAB Başkanının 1970’lı yıllardaki hac yolculuğunu anlattığı konuşması gerçekten dikkat çekiciydi. Dinleyenler, sanki 100 yıl önceki şartlardan bahsediliyor hissine kapıldı.
Hacı olanlar bilir, olmayanlar da mutlaka akrabalarından ‘hacı’ olanlardan hatıralar dinlemişlerdir. Gerçekten de geçmiş yıllardaki hac yolculuğu baştan sona zahmetlerle doluymuş. Her geçen yıl bu yolculuk kolaylaştı, ama aynı şeyi ‘manevî haz’ için söyleyebilir miyiz?
Meselâ, son yıllardaki uygulamayla hacılara yemek de veriliyor. Maddî anlamda çok daha rahat eden hacılarımız, aynı şeyi manevî hazda sağlayabiliyor mu? Elbette manevî haz konusundaki çalışmalar kişilerin ruh haliyle ilgililidir, ama maddî imkânlarla uğraşırken işin manevî yönünü de ihmal etmemek gerektiği hatırlanmalı.
Toplantıda konuşan Kazakistan temsilcisi Prof. Dr. Abdüssettar Derbisali de İslâm âleminin birliğe muhtaç olduğuna vurgu yaptı. En dikkat çekici konuşmalardan birini de Kosova İslâm Birliği Başkanı Naim Ternova yaptı. Ternova, haccın ‘şûrâ anlamına geldiğine işaret ederek, İslâm ülkelerinin Kosova’ya verdiği desteğe teşekkür etti.
Toplantıda dikkat çeken bir nokta daha vardı. Benzer toplantılarda olduğu gibi, Türkiye dışından gelen misafirler, konuşmalarına ‘selâm’ ile başlarken, Türkiye’den katılan konuşmacılar ‘kelâm’ı tercih etti. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, ‘resmî sıfatı’ olması sebebiyle elbette ‘selâm’ ile başladı, ama diğer resmî zevat, ‘kelâm’ı tercih etti.
İşin garibi, konuşmalarına selâm ile başlayıp selâm ile bitiren misafir konuşmacılar; neredeyse ‘yerli’ dinleyiciler tarafından garip karşılanır hale geldi. Elbette bu durum, dünkü toplantı ile sınırlı değil. Bu yönde bir garip kabulümüz var. Sanki resmî zevat, konuşmalarına ‘selâm’ ile başlayıp, âyetlerle devam etse Türkiye’ye ‘irtica’ gelecek!
Bu yöndeki propaganda o derece etkili olmuş, dem ve damarlara işlemiş ki, böyle konuşma yapanları neredeyse ‘müftü’ler bile garip karşılayacak. Nitekim, hac konusundaki istişare toplantısında konuşan Prof. Dr. Abdüssettar Derbisali’nin konuşması esnasında Türkiye’yi idare edenlere de teşekkür etmesi yanımda oturan bazı ‘yetkililer’in kıpırdamasına sebep oldu. Belki onlar da, medyanın toplantıya siyasî gölge düşürmek isteyeceğinden endişe etmiştir, ama vakıa bu.
Her hal ve şartta hac konusunda başlatılan bu ve benzeri ‘istişare’ toplantılarının devam etmesinde fayda var. En önemlisi de istişare neticesinde alınacak olan kararların uygulanmasıdır.
Hacı ‘sabır’ diyerek yola devam edelim...
12.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Karanlık saldırı” soruları… |
|
İSTANBUL'DAKİ Amerikan Başkonsolosluğu önündeki “karanlık saldırı”, arkasında bir çok soru işâreti bıraktı. 9.3 hektarlık alan üzerinde 83 milyon dolara mal olan Konsolosluk binası çok sayıda özel güvenlik görevli tarafından korunuyor. Bütün camları kurşun geçirmez olan, 24 saat termal kamerayla gözlenen kompleksin sadece güvenlik sistemine 5 milyon dolar (7.1 trilyon lira) harcanmış. Öylesine ki 11 Eylül olaylarının ardından Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell, binayı “terörizme verilen bir cevap” olarak nitelendirmişti…
Binanın girişindeki “polis kulübesi”ni ateşe tutan saldırganlar, “kartal yuvası” olarak adlandırılıp kale gibi korunan binaya giremeyeceklerini ve Amerikalılara zarar veremeyeceklerini biliyorlardı.
Peki bunu bile bile etrafı yüksek ve kalın duvarla çevrili devasa binanın önündeki “polis kulübesi”ne neden saldırıldı? Saldırı Amerikalılara yönelik idiyse niçin “polisler” hedef seçildi?
Aslında saldırının hemen ardından öldürülen üç teröristin El Kaideci olduğu ileri sürülerek, hatta tâlimatları Bin Laden’in “en küçük oğlu”ndan aldığı manşetlere çekilerek yeniden El Kaide üzerinden İslâm’a ve Müslümanlara saldırılması, saldırının amacını daha baştan ortaya koydu? “Teröristlerin üzerinde dua kitabı ve Arapça yazılar bulundu” gibi haberlerin araya sokuşturulmasının maksadı, İslâmla terörü yanyana getirilmesi idi…
Sormak lazım; madem sözkonusu şahısların “El Kaide ile irtibatlı olduğu” biliniyordu, o halde tutuklanmazlarsa bile neden izlenmediler? İstihbarat birimleri, Türkiye’de cirit atan yabancı ve Amerikan istihbarat elemanları niçin yakın tâkibe almadılar?
El Kaide’nin Türkiye’ye yeniden sızdığını ve hedeflerinin Amerikan ve İsrail kuruluşları olduğunu bildiren İsrail basını ve istihbaratı, niçin bu “bilgileri” yeterince ve zamanında Türk makamlarına iletmedi?
Kuzey Irak’taki istihbaratı “paylaşan” Amerikan istihbaratı niçin buna bigâne kaldı? Sonra olayın karmaşası içinde CIA elemanlarının saldırının ardından Ankara’dan İstanbul’a gidip olaydan sonra “inceleme”ye başlamış olmaları, ilginç bir saptırmasına ne demeli?
Saldırganların El Kaide kampında eğitim gördüğü, bir süre önce “çökertilen” El Kaide hücresi ile bağlantılı oldukları, saldırıdan hemen sonra belirleniyor. Emniyet ve İçişleri Bakanı, adî suçların yanısıra terör eylemleriyle ilgili bir başka bağlantıları olduğunu açıklıyor. Bu durumda olaydan sonra bağlantıları bulunan adreslere yapılan operasyonlar neden olaydan önce yapılmadı?
Yapılan araştırmalarda üç eylemcinin de Afganistan’a giriş-çıkış yaptıkları, dahası El Kaide’nin “uyuyan hücresi” yapılanması içinde oldukları tespit edilmiş. Hâdisenin hemen ardından bunca bilgiye sahip olunduğuna göre, neden saldırıdan önce bu bilgiler değerlendirilmedi ve saldırı önelenmedi?
Saldırganların “El Kaide irtibatı”na ilâveten “hücre lideri”nin El Kaide bünyesinde özel eğitim gördüğü, ardından Amerikalılar tarafından “yakalanıp” Guantanamo hapishanesinde götürüldüğü haberleri çıkıyor. CIA tarafından altı ay tutulup sorgulandığı yazılmakta. Dahası bir ay önce çıktığı ve CIA tâkibinde Türkiye’de eylem hazırlığı içinde oldukları iddia edilmekte…
Herkes biliyor ki 11 Eylül saldırıları bahanesiyle Küba yakınlarında kurulan Guantanamo, “teröristleri toplama kampı” değil, işkence ve beyin yıkama metodlarıyla Amerikan hegemonyası ve çıkarları hesabına asimetrik propaganda ile “terörist yetiştirme merkezi.” Amerikalılar da bundan şikâyetçi. Bu konuda Amerikan Kongresi’nde verilen araştırma önergeleri var.Yine herkes biliyor ki İslâm ülkelerinden çoğu genç yüzlerce Müslüman hiçbir delil olmadan bühtanlarla alınıp “yetiştirildi.”
Afganistan’da, Irak’ta, dünyanın çeşitli ülkelerinde ülkelerinin bağımsızlığı adına savaşan mâsum insanlar derdest edilip işkence ve çeşitli “işkence teknikleri”yle, tahriklerle, kışkırtmalarla “terör”e inandırıldı. “Serbest bırakılanlar”, sözde davaları uğruna “cihad” diye ABD’nin İslâm’ı “terör dini”, Müslümanları “terörist” gösteren ve buna karşı “ılımlı İslâm” perdesinde işgale ve sömürüye boyun eğen konseptine hizmet ettiler. “Bahaneler” sundular.
“Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi” paravanında “özgürleştirme” gerekçesiyle 22 İslâm ülkesinde iç karışıklık ve kaosla ABD-İngiltere- İsrail’in yanına itme oyununda âlet edildiler…
Türkiye’nin “kapatma davası” ve “Ergenekon operasyonu”yla girdiği sıkıntılı süreçte mâruz kaldığı bu garip saldırı, bütün bu istifhamların ortasında “karanlık”ta kalıyor.
“Karanlık saldırı”, Amerikalıların “minnetlerini ve üzüntüleri”ni bildirmesiyle ve polisin karmanca direnmesiyle geçiştirilecek basit bir olay değil… Öncelikle bu istifhamların aydınlatılması gerekir…
12.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Bir portre |
|
Anayasa Mahkemesi’nde görülen AKP kapatma dâvâsının sonuçlanmasına yaklaşıldığı şu günlerde kapatılma durumuna göre kendisini hazırlayanlar, bu yönde plânlar yapanlar kendilerini göstermeye başladılar. Eski hızlı ülkücü, sonrasında ANAP’ta bakanlık yapan, 22 Temmuz seçimleri öncesinde partisini CHP’ye iltihak ettiren, seçimden sonra Yaşar Nuri Öztürk’ün partisine geçen, şimdilerde Tuncay Özkan’la parti kurmaya hazırlanan Yaşar Okuyan’a varıncaya kadar boşluktan faydalanmak isteyenler bir bir ortaya çıkmaya başladı.
Bunlardan birisi de AKP’nin kurucularından Refahyol’da Maliye Bakanlığı, AKP’li hükümetlerde devlet bakanlığı ve başbakan yardımcılığı görevlerinde bulunan ve 22 Temmuz seçimleri öncesinde siyaseti bıraktığını açıklayan Abdullatif Şener.
Bu konudaki değerlendirmemize geçmeden önce şunu belirtmek istiyorum. Bu yazıdaki amacımız ne Şener’i parti kuracağı için eleştirmek, ne de bir partiyi (AKP) savunmak. Bir durum değerlendirmesi yaparak demokrasinin kurallarını hatırlatmak, önümüzdeki günlerde adı çokta gündemde olacak bir siyasî aktörün portresini ortaya koymaktır.
* * *
AKP 6 yıllık iktidarında demokratik açılımlar, hak ve hürriyetlerin genişletilmesi, başörtüsü yasağının kaldırılması, Kur’ân kurslarında yaş sınırlaması, meslek liselerinde uygulanan katsayı adaletsizliği gibi konularda halkın beklediği açılımları tam olarak yapmadı. Bu konulardan bazıları ile hiç ilgilenmedi. AKP bunları yapmazken 4.5 yıllık dönemde Şener de vardı. Yani bunun sorumluluğu kendisinde de var.
Refah Partisi’nde bakanlık yaparken, AKP kuruluşunda partinin ilk 5 ismi arasında yerini alan, gömlek değiştirip bu partiyi kuranların arasında yer alan Şener’in şimdi de bu gömleğini çıkarıp başka bir gömleği giyme hazırlığı yapması millet nezdinde itibar göreceğini düşünmesi ne derece doğrudur? Kendi kurduğu partinin kapatılıp-kapatılmama dâvâsı sürerken bu girişimlerde bulunması moda tabirle “etik” mi? Parti kurduğunda AKP’den 20 milletvekili partisine katılsa ne olacak ki? Bunun çözümü bu olmasa gerek.
Ergenekon soruşturmasında ismi belgelerde geçti. Bu yapılanma içinde isminin cumhurbaşkanı olarak geçtiği söylendi. Ancak Şener bu iddiaya gülüyor ve diyor ki: “Bunların aslı yoktur. Benden başka cumhurbaşkanı mı bulamamışlar?” Ergenekon soruşturması ile ilgili de “Tutuklanan önemli isimler var. Sinan Aygün, bazı generaller Ergenekon dâvâsı kapsamında tutuklandılar. Ömrü terörle mücadele ile geçmiş bazı insanlar Ergenekon dâvâsı kapsamında tutuklanıyor. Bu olay ve buna inanmak çok vahim bir durumdur. Suçlamalar doğru değilse çok vahim bir durum ortaya çıkacaktır” sözü ile de şu anki partisinin görüşüne uymayan bir şekilde açıklama yapıyor.
Şener şimdi “Ben de varım” diyerek yola çıktı. Gizlisi saklısı kalmadı yani. Anayasa Mahkemesi’ndeki AKP kapatma dâvâsının sonuçlanmasını bekliyor sanılırken, bir internet sitesinde yeni oluşumun -ya da yeni partisinin- amblemini hazırlamış gözüküyor. Genel merkez binası bile aradığı söyleniyor. Şimdi nabız yoklama turlarında. Kendisiyle beraber hareket edecek çoğu “AKP küskünü” isimle uzun süredir toplantılar yaptığı biliniyordu. Şimdi “A takımı”nı da bu isimlerden oluşturduğu söyleniyor. Soldan bazı isimlere de teklif götüreceği “merkez” bir parti kuracağı da kulislerde konuşuluyor.
Parti kuracağını açıklayan Şener’e başta Meclis eski Başkanı Bülent Arınç, bazı bakanlar ve parti yetkililerinden tepki var. MKYK’dan istifa etmesi isteniyor. Ama Şener istifa etmiş değil. Disipline verileceği de söyleniyor. İstifa edip etmeyeceğini soranlara parti kurmanın zorluklarını anlatıyor. Ama parti kurmaktan da vazgeçmeyeceğini açıklıyor.
Bize düşmez belki, ama bir tavsiyemiz olacak Sayın Şener’e… Ara dönemlerde ortaya çıkanların halktan destek görmedikleri yakın tarihimizde görüldü. Yalım Erez ve Mesut Yılmaz buna örnek gösterilebilir. Mutlaka bunu Sayın Şener de biliyordur ama bizden hatırlatması…
Bu dumanlı ve flû süreçte herkesin demokrasinin güçlenmesine ve zaafa uğramamasına azamî dikkat sarfetmesi gerekiyor. Demokrasinin kuralları vardır. Demokrasiye inananların da bu kurallara uyması gerekir. Yoksa fırsatçılığın kimseye bir yararı olmaz.
12.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Amman izlenimleri |
|
Uzun yıllardır Ortadoğu’da bulunmamıza rağmen Suudi Arabistan’a yaptığımız hac ve umre ziyaretleri dışında bölge ülkelerini görme imkânı nasip olmadı maalesef. Elimize geçen tatil iznini vatan ziyaretine ayırmamız, bu duruma yol açan en büyük sebebti kuşkusuz.
Hep ya nasip! dedim.Ve “inşaallah bir gün fırsat doğar” diye bekleyip durdum...
Bir de baktım ki nasip diye diye tam yirmi iki yıl geçirmişim Kuveyt’te!
“Bekleyen muradına erer” kaidesince sonunda gezi nasibi doğdu hamd olsun.
Haziran ayında üç haftalık bir ziyaret için Amman’a gittim. Aslında tam bir turistik seyahat sayılmazdı; ama olsun, buna da şükür demek vacipti üzerimize. Gidiş sebebim, Amman’da okumakta olan oğlumu ve uzun yıllardır görmediğim bir arkadaşımı ziyaret etmekti.
Amman izlenimlerimi aktarmadan önce, genel olarak Ürdün hakkında elde ettiğim bazı bilgileri sizlere sunmak istiyorum.
Ürdün’ün yüzölçümü 92.300 km, nüfusu 2007 sayımına göre 6.05 milyon. Okuma-yazma oranı yüzde 90. Resmî dil Arapça. Para birimi dinar. Halkının yüzde 92’si Sünni Müslüman, yüzde 6’sı Hıristiyan, yüzde 2’si diğer inançlara sahip. Bağımsızlığına 25 Mayıs 1946’da kavuşan Ürdün anayasal monarşi ile idare ediliyor. 12 vilâyete ayrılmış. Bunlar: Amman, İrbid, Jaraş, Acloun, Akabe, Madaba, Mafrak, Zarka, Balka, Karak, Tafilah ve Ma’an.
Deniz seviyesinden yüksekliği 600-900 metre olup bazı yerlerde 1500 metreye kadar ulaşıyor. Öyle bizdeki gibi yüksek sıra dağlar falan yok buralarda. İnişli çıkışlı yüksek tepeler ise mevcut. Bir kara ülkesi olan Ürdün’ün denize olan tek kıyısı Kızıldeniz’e açılan Akabe şehri.
İklim olarak hem kurak çöl iklimi, hem de Akdeniz iklimine sahip. Başlıca doğal kaynakları fosfat ve potasyum. Su kaynakları oldukça kıt. Hatta bu bakımdan dünyanın ilk dört ülkesinden biri sayılıyor. Narenciye ve zeytini en çok üretilen zıraat ürünleri olarak sayabiliriz.
Sıcaklık yazın Akabe’de 48 dereceye kadar varırken, Amman’da 30-35 derece arasında seyrediyor. Burada bulunan Türkler Ankara’nın havasına benzetiyorlar Amman’ın havasını.
Ülke batıda İsrail, kuzeyde Suriye, kuzeydoğu’da Irak, güneydoğuda ise Suudi Arabistan’la komşu.
Halkın çoğunluğu Araplardan oluşuyor. 1.7 milyon olan Filistinli mültecilerden ve 500 bin oldukları söylenen Iraklı göçmenlerden sonra en büyük grup Çerkez ve Çeçenler. 19.yüzyılda ülkeye hicret etmiş olan Kafkas asıllılar, kendi kimliklerini korumakla beraber Araplarla da iyi münasebet içindeler; özellikle kraliyet ailesiyle.
Askeriyede, emniyette ve bürokraside en üst görevlere kadar yükselmişler. Osmanlının vefalı Çerkez ve Çeçen jandarmaları şimdi de Ürdün Kralına vefa sergiliyorlar.
Ürdün bağrında birçok medeniyeti barındırmış. Tarihi milâttan önceye kadar dayanmakta. Hititler, Mısırlılar, Ammoriler, Gilead, Moab, Edom, Asurlular, Medler,
Babilliler, Makedonyalılar, Selevkoslar, Romalılar, Bizanslılar, Haçlılardan sonra Müslümanlar hakim olmuşlar bu topraklara. Hz.Ömer devrinde fethedilen Ürdün, sırasıyla Emevî, Abbasi, Selçuklu, Eyyubî, Memluklü idaresinde kaldıktan sonra 1516 yılında Osmanlı topraklarına katılmış. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbinde mağlup olunca Filistin, Suriye, Lübnan gibi Ürdün de elinden çıkmış. 1920’de İngiliz manda yönetimi altına girmiş. 1921’de ise Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah Ürdün Nehrinin doğusunda kalan topraklar—ki Filistin topraklarının üçte ikisini teşkil eden şu anki Ürdün—üzerinde bağımsız bir emirlik kurmuş. İngilizlerin bu emirliği tanıması 1946’da gerçekleşmiş. 1948’de İsrail Devleti ilân edilince buna karşı çıkıp İsrail’e karşı harp ilân Arap ülkeleri arasına Ürdün de katılmış.
Harpte Ürdün nehrinin batı tarafını ve Kudüs’ü ele geçiren Ürdün, buraları Ürdün Emirliğine ilhak etmiş. Ancak ne yazık ki bu toprakların hepsini 1967 harbinde kaybedecektir.
Emir Abdullah 1951’de Kudüs’te öldürülünce yerine oğlu Emir Talal geçer. Ruhî sıkıntı içinde olan Talal ülkeyi yönetemez duruma düşünce, oğlu Hüseyin bin Talal tahta oturur (1953).
1964 yılında Kuveyt’te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü, 1967 harbinden sonra Ürdün topraklarından hareket ederek İsrail içinde eylemler gerçekleştirir. İsrail bu eylemlere karşı 21 Mart 1968’de Filistin mülteci kamplarının bulunduğu Kerameh kasabasını bombalar. Saldırıda 150 Filistinli, 20 Ürdün askeri ve 28 İsrail askeri ölür. Filistinli gerillaların İsrail saldırısı karşısında cesaretle durmaları yüzünden İsrail kuvvetleri geri çekilir. Bunu bir zafer olarak algılayan Filistinliler ülkedeki nüfuzlarını arttırırlar. Devlet içinde devlet durumuma gelirler adeta. Bu durum Ürdün yönetimini bunaltır. Bu yüzden Filistinlilere karşı baskı yapmaya başlar. Hava iyice gerildiğinden ufacık bir kıvılcım büyük bir yangını başlatabilecektir..
7 Haziran 1970’de Zerka’da Ürdün askerleriyle Filistinli gerillalar arasında basit bir çatışma çıkar. İşte basit bir kıvılcım olan bu çatışma, yangını başlatır. Neticede çatışmaların ardı arkası gelmez. 1 Eylül 1971’de Kral Hüseyin’e karşı düzenlenen suikast girişimi ise bardağı taşıran son damla olur. Suikasttan Filistinlileri sorumlu tutan Ürdün, 13 Eylül 1971’de tarihe “Kara Eylül Operasyonu” olarak geçecek olan büyük bir harekât düzenler. Üç binden fazla Filistinli gerilla ve sivilin öldürüldüğü bu operasyon FKÖ’nün Ürdün’den kovulmasıyla sona erer.
1980-1988 yılları arasında Irak ve İran arasında yapılan ve bir milyon insanın ölümüne, binlercesinin de sakat kalmasına sebep olan feci harpte, Ürdün Irak tarafını tutar. Irak’a hem politik, hem de ekonomik desteğini esirgemeyen Ürdün, askerî yardım olarak da, İran’ı vurduktan sonra kaçıp sığınabilmeleri için hava sahasını Irak jetlerinin emrine verir.
Ürdün-Irak dostluğunun kuvveti, Irak’ın Kuveyt’i işgalinde bir kez daha kendini gösterir. Ürdün gibi Irak’ı İran’a karşı maddî-manevî destekleyen Kuveyt, ne yazık ki bu ihsanına karşılık ihanet görür ve bir gecede (2 Ağustos 1990) Irak tarafından işgal edilir.
Önceleri işgale karşı çıkan Ürdün, daha sonraları tavır değiştirerek ezelî dostu olan Irak’a destek verir. Bu destek Ürdün’e pahalıya mal olur. İhraç ürünleri için çok önemli bir Pazar olan Kuveyt’i kaybeder. Üstelik savaş öncesi Kuveyt’te çalışan vatandaşlarının Ürdün’e dönmek zorunda kalmasıyla büyük bir sosyo-ekonomik darboğaza girer.
1999 Ocak ayında veliaht kuşağını giyen Kral Hüseyin’in büyük oğlu Prens Abdullah, (1962) babası vefat edince Ürdün tahtına oturdu. Aslında Kral Hüseyin’in kardeşi Prens Hasan’ın tahta geçmesi bekleniyordu, ama iş oldu-bitti’ye getirilerek Prens Abdullah Ürdün kralı oldu. Asker kökenli olduğu için ordu bu işe ses çıkarmadı. Hatta memnun bile olduğu söylenebilir. Bedeviler de memnundu bu geçişten. Genç kral, Kuveyt doğumlu olup ilk tahsilini Kuveyt’te bitiren Filistin asıllı Ranya ile evlenerek ülkesinde bulunan Filistinlilerin de sempatisini kazandı. Böylece ülkenin siyasi istikrarı için gerekli olan üç unsurun desteği sağlanmış oluyordu. Askerler, Bedeviler ve Filistinliler.
12.07.2008
E-Posta:
|
|
|
|