Türkiye ve İslâm âlemi, bu gelişmelerden ve “değişimden” uzak kalamazdı. Bilhassa, tarihî, jeopolitik, jeostratejik ve coğrafî şartlar, Türkiye’yi hassas bir konumda tutuyor. Bundan dolayı meydana gelen dahilî çalkantılar, hâdiseler bile, dış müdahale ve etkenlerden bağımsız düşünülemez.
Acaba AB; sadece maddî çıkarları hesaba katarak, yüzde 99’u Müslüman bir ülkeyi neden aday gösterdi? Maddî çıkarlar birinci plânda rol oynadı görünse de; mânevî ve kültür değerlerimize muhtaç olduğunun idrâkine vardığını fark etmek gerekir...
Batı’da, ferd, âile ve sosyal hayat çökmüş bir enkaz yığını halinde. Bu sosyal enkazı, teknik ve teknolojinin hârika cihazlarıyla da süsleyip-cilâlayıp saklayamıyor! Paklayamıyor da!
Pitirim Sorokin, Tarih Felsefesi isimli eserinin bir yerinde şöyle der:
“Normal zamanlarda bile en azından birkaç düşünür veya bilgin, toplumun nereden gelip nereye gittiği, nasıl ve niçini üzerinde kafa yorar. Ciddî bunalım anlarında ise, düşünürler için olduğu kadar sıradan halk için de bir önem kazanır... Sokaktaki sıradan adam bile şu soruları sormaktan kendini alamaz: Bütün bunlar neden oldu? Bütün bunların anlamı nedir? Sorumlusu kimdir? Sebepleri nelerdir? Bir çıkış yolu var mıdır? Buradan nereye gidiyoruz? Benim âilemin, dostlarımın, memleketimin başına neler gelecek?” (Büyük İslâm Tarihi, c. 1, s. 29.)
Mânevî bir boşlukta bocalayan insanlar, bir arayış içinde. Avrupanın zekâ tarlaları, düşünen kafaları ve idârecileri, bunu açıkça itiraf ediyor zaten. Bernard Kouchner, bunlardan sadece birisi:
“Sizden öğreneceklerimiz var diyorum. Dayanışmayı, âile bağlarını, yeniden insan olmayı öğrenebiliriz sizden. Irkçılığa karşı bir panzehir olacaksınız bizim için. Avrupa’yı kendi içine dönük bir kale olmaktan kurtaracaksınız.”
Bir diğer önemli tesbit de, Alman ve Protestan Kiliseleri Ruhânî Meclis Başkanı Manfred Kock’un: “Tek Allah inancımız aynı, ortak değerler etrafında birleşelim...” (Yeni Asya, 10.1.2000)
Öte yandan, ABD Başkanı Bill Clinton, Ocak 2000’de, Müslüman toplulukların liderleriyle yaptığı bayram kutlaması toplantısında, aynı düşünceleri, başka bir üslûpla seslendiriyordu:
“Dünyada dört kişiden birisi Müslümandır. Kur’ân’ın beni en etkileyen yönü, ‘Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki toplum hayatındaki münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinizle yardımlaşasınız. Yoksa, sizi, birbirine yabanı bakıp, düşmanlık besleyesiniz diye kabile kabile yapmadım’ (Hucurât, 13.) âyetidir. Birlik noktalarımız var.”
Bunlar asla yabana atılacak bir gelişmeler değildir. Hiç şüphesiz, bu sözleri onlara söylettiren, önemli hâdiseler yaşanmaktadır.
AB’nin “genişleme politikası” ile 1993 yılından bu yana özellikle Doğu ve Orta Avrupa ülkelerine aldırdığı mesafe de, bütün malî yükü ve handikaplarına rağmen “istikrar ve refahı arttırma” hedefini de güttüğünü görüp kabul etmek gerekmektedir.
11.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|