TÜRKİYE bu tartışmaları yaparken, anlaşıldı ki, asıl ve en büyük engel “Kemalizm!” ve onu paravan olarak kullanan ve menfaatini kapalı rejimde bulan “silâhlı-sivil bürokrasi, elit tabaka, medya” imiş! Bu tesbit bizim değil. Batılıların. Birlikte takip edelim:
“Avrupa Birliği bir değerler topluluğudur. Bütün askerî geçmişini aşmış olan demokrasilerin bir kulübüdür. Üye olmak için çaba sarf eden birey, kulübün kurallarını benimsemek zorundadır. Yoksa o topluluğun dışında kalır. İslâm-köktendinci bir Türkiye, Avrupa’ya yakışmaz. Ancak Silâhlı kuvvetlerin, özgürlükçü demokrasinin izin verilen ölçüsü üzerinde belirleyici olduğu, Kemalist bir Türkiye’nin de şeriat ülkesi Türkiye gibi Avrupa Birliği içinde yeri yoktur... Kişiye tapma ve ‘ölümsüz önder, eşsiz kahraman’ gibi tumturaklı açıklamalarla Anayasa metnine kadar giren Cumhuriyetin kurucusuna Avrupa’dan çok Kuzey Kore’ye yakışmaktadır... Türkiye’nin AB’ye girmesini engelleyen konu, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması gereği değildir. Ekonomik durumu, AB’ye girişi sağlanacak ölçüde gelişmiş olmaması da değildir. Türkiye’nin AB’ye girişini zorlaştıran TSK’nın sürüp giden egemenliğidir. Avrupa, Türk generallerine yer açmak için kendi anlayışı veya Anayasasını değiştirmeyecektir... Beni en fazla şaşırtan bir durum da, Türkiye’nin, AB’ye girişinin en büyük savunucularından olan Türk generallerinin kendilerinin bu yolda en büyük engeli teşkil ettiğinin farkına varamamalarıdır.” (Dr. Theo Sommer, Die Zeit Hamburg, 1999.)
***
AB’nin, Türkiye Temsilcisi Karen Fogg’un Şubat 2000’deki beyanatı bu gerçeği açıkça te’yid ediyor:
“Türkiye’nin temel insan hakları, ekonomi ve ordunun siyasetteki etkinliği konusunda hâlâ kaygılarımız var. Ordunun siyasetteki rolünün gerçekten henüz azaldığını söyleyemem. Azalıyor gibi görünmüyor.” (Yeni Şafak, 29 Kasım 1999)
AB karşıtlarının borazanı “medyatik gücün” bulunduğunu, AB yetkilisi; Dünya Gazeteciler Birliği Başkanı Timothy Balding’i vurguluyor:
“Basın hürriyetinde en alt sıradasınız. Uluslar arası standartlara ulaşmanız için köklü değişiklikler yapmanız gerekir. Diktatörler bağımsız medyadan hoşlanmaz ve sizin de bağımsız medyanız yok.”
***
Mart 2000’de Türkiye’yi bir grup parlamenterle ziyaret eden Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup üyesi Avusturyalı Hannes Swoboda, Türkiye’de AB üyeliğini istemeyen bir kitle olduğunu, ne zaman bir ilerleme olsa, hemen bir hâdise çıkarılıp bu gelişmelerin dondurulduğunu söyler:
“Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşından korkmakla ve onları bir tehlike olarak algılamakla en büyük zararı kendisine veriyor. Aslında kendisine güvenen bir ülke, bütün problemleri halleder. Türkiye bu güçtedir. Devlet, insanıyla diyaloğa geçmelidir. İfâde hürriyeti ve benzeri hakların kısıtlanması Türkiye’ye kötü bir görüntü veriyor.” (Nuriye Akman, Milliyet, 3.4.2000.)
Avrupa’ya ikinci, Almanya-Viyana’ya birinci seyahatine çıkarken hayalen tarih tayyaresine binerek 1243 Kösedağ bozgunu ile Selçuklu Devletinin yıkılışının başlangıcına ve 1299 Osmanlı Devletinin kuruluşuna gittik. Selçuklu dağılmış, birçok beyliklere ayrılmıştı.
En büyük ve en güçlüleri Karamanoğulları ile Germiyanoğullarının Selçuklu mirasına konacağı bekleniyordu. Güç ve sayı çokluğu bunu gerektiriyordu.
Ne var ki, muvaffakiyet ve sonuç almak sayı çokluğu ve maddî kuvvete değil; ihlâs ve samimiyete bağlıydı. İşte bu sırra binaen beyliklerin en küçükleri (400 çadır) ve uç beyliği, ama, en ihlâslıları Osmanoğulları bayrağı düştüğü yerden kaldırdı ve dalgalandırmaya başladı.
Bize bu tarihi seyr ü sulüku ettiren; aynı zamanda II. Viyana kuşatması ve sonucuydu. Osmanlı da, imanın ve ihlâsından aldığı güçle ilim ve teknolojiye binerek 1683 yılına dek, gür bir sadâyla “Allah, Allah, Allah” diyerek ahlâk ve adaleti, yani “i’la-i kelimetullah”ı ana gaye yaparak yaymış ve Viyana (Avrupa) kapılarına dayanmıştı.
Hayfa ki, ikincisinde hayret, mahcup bir edâ ve kısık bir sesle, “Allah, Allah yahu!” diyerek geriye çekilmişti...
Aşk, şevk, heybet ve haşmetle, “Allah, Allah, Allah!” nidalarıyla Avrupa’nın içlerine dalanların; cılız bir sesle hayıflanıp ricat etmelerinin sebebi neydi? Nasıl olur da muhteşem bir medeniyet, Viyana duvarına toslar?
Zahire bakıldığında bunun sebebi teknik ve askeriydi. Fakat, asıl saik; hiç şüphesiz iman, ahlâk zaafıyla ihlâslarını yitirmeleriydi. Zira, iman, aynı zamanda “marifetullahı” (Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla) bilmeyi gerektirir.
Tarih aynı zamanda buna da şahit değil mi? Müslümanlar dinlerine sarıldıkları zaman yükseldiler. Dinlerinden uzaklaştıkları nispette de gerileyip herc ü merc ile musibetlere giriftar oldular!
15.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|