Osmanlı ruhu Bosna’ya sinmiş
Burası Bosna Hersek. Mimarisine, havasına, toprağına Osmanlı ruhunun sindiği belde. Osmanlı ruhunu solumak, tarihimiz taşında toprağında, mimarisinde okumak üzere Bosna’ya ayak basmış buluyorum.
Bosna’ya uçuş yolculuğum bir buçuk saat sürüyor. Havaalanından şehir merkezine gitmek üzere bir taksiye biniyorum. Taksi soförüm Boşnak bir genç. İngilizce sohbet ediyoruz Sarayova eksenli. Seyir halindeyiz. Bir yandan şoförün anlattıklarını dinliyor, bir yandan da şehri temaşa ediyorum. Binaların duvarlarındaki delikler gözüme çarpıyor. Sanki bir çekiçle delmek için uğraşmışlar bu duvarlarda. Şoföre ”bu delikler de ne?”diye soruyorum. Genç şoför oldukça hüzünleniyor ve arkasından hidddetle konuşmaya başlıyor:
“İşte şu karşı dağlarda ve tepelerde siperlenen çetnikler(Sırplar) silahlarıyla şehrimize aylarca kurşun yağdırdılar. Hayalleri olan büyük Sırbistan'ı kurmak için asırlardır yaşadığımız bu topraklarda bizi yok etmek istediler.”
Bu sözler beni Bosna’da Sırp zulmünün yaşandığı o günlere götürüyor hayalen. Günlerce ekranlardan izledigimiz savaş görüntüleri geliyor gözlerimin önüne. Şu an Bosna’daki sükûnet havası “elhamdülillah” dedirtiyor bana.
Milyatska Nehrinin üstündeki latin köprüden geçiyoruz. Sırp bir gencin Avusturya prensini öldürmesi üzerine 1. Dünya Savaşı başlıyor. Ve harbe sebebiyet veren olay bu köprü üzerinde gerçeklesiyor.
Şehir merkezine gelince ilk işim bir otele yerleşmek oluyor. Ardından hemen meşhur Başçarşı'ya gidiyorum. Aman Ya Rabbî! Manzara harika.Tabii içindeki insan manzaraları oldukça yeni. 21. yüzyıl versiyonu. Vakit öğle saatleri. Çarşının hemen girisinde bulunan Başçarşı Camiinde öğle namazını kılıyorum. Cami çevresi ve içi aynen muhafaza edilmiş. Kendinizi sanki İstanbul’da veya Anadolunun eski camilerinden birinde zannediyorsunuz. O kadar bizden Bosna. O kadar Osmanlılaştırdıklarımızdan. Cami halılarının makine halısına dönüştüğü günümüzde Bosna’da cami halıları parça parça kilim ve halılardan oluşuyor.
Çarşı birçok sokaktan meydana geliyor. Tüm binalar muhafaza edilmiş. Çarşının ortasında Hüsrev Bey Camii ve Külliyesini görüyorsunuz. Caminin yanında Hüsrev Bey Türbesi ve bahçesinde diğer türbe ve yatırlar göze çarpıyor. Avlusunda şadırvan ve hemen karşısında medresesi var. Caminin duvarından sokağa suyu buz gibi iki adet sebil akıyor. Çarşının hemen karşısındaki kitapçıya uğruyorum. Kitapları karıştırırken Boşnakça risaleler dikkatimi çekiyor. Tabii bu beni çok mutlu ediyor. Birkaç sene önce Çin ziyaretimde bir camiye uğramıştım. Oraya İngilizce Risale-i Nur bırakmak istedim. Ama baktım ki risaleler zaten baş köşede. ”Elhamdulillahi hâzâ min fazli Rabbi.”
Çarşıdan çıkıp bir lokantada yemek yiyorum. Yetmiş milletin yaşadığı bir yer olan Avustralya‘da diğer milletlerin dilinden birkaç kelâm öğrenmiş olmanın avantajını yaşıyoruz.. Kendi kendime “İşte sana fırsat. Konuştur Boşnakçanı” diyorum. Garsona “dayme piliç (piliç ver) diyerek siparişimi verdim. ”Kuko pare (kaç para)” diye sorduğumda garsonun cevabı Boşnakça oluyor. Her ne kadar dediğini anlamasam da hiç bozuntuya vermiyorum. Anlamış gibi yapıp büyük rakamı olan paradan veriyorum. Boşnaklar çok eğitimli, görgülü ve anlayışlı insanlar. Ve hemen hemen herkes az çok İngilizce biliyor. Trafik kurallarına uymada bizden çok daha titizler.
Savaştan önce buralarda, bilhassa Sarayova’da tesettür bilinmezmiş. Ama şimdi yollarda, çarşıda az da olsa tesettürlü gençleri görebiliyorsunuz. Bosna’da hayat çok pahalı sayılmaz. Ortalama bir işçi aylık olarak 400 Euro kazanıyor.
1561 yılında yaptırılan Ferhad Bey Camisinin etrafı kabir ve yatırlarla dolu. Bununla beraber kafeteryalar ve birahaneler de camiyi sarmalamış durumda. Kâinat tarlasında ecdadın içtima edişine bir numune Ferhad Bey Camii etrafı. Namazı yüksek dozda müzik eşliğinde kılıyorsunuz. Bu durum beni “Camide Dans Var” kitabının satır aralarına götürüyor. Oldukça üzücü bir durum. Orada yatan ehl-i kuburun kemiklerini sızlatacak, ruhlarını müteessir edecek bir hal.
Ertesi gün şehitlikleri ziyaret ediyorum. Sarayova'nın tepeleri şehitler için kabir olmuş. Tepenin bir tarafında evlad-ı fatihan, bir tarafında Boşnak şehitler yatıyor. Millî şairimiz Mehmed Akif’in dediği gibi ”Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda”. Sağ elini göğsüne koymuş, hazırol vaziyetinde duran askere soruyorum:
“Aliya İzzetbegoviç nerede yatıyor?” diye. Askerden cevap yok. O anda bir adam peydah oluyor. Sonradan öğrendiğime göre adı Mehmed Paşa Sokuloviç olan bu adam benim mihmandarım oluyor. Mihmandarımın kafası biraz bulutlu. -Maalesef buralarda alkol oldukça fazla tüketiliyor- Sonradan öğreniyorum ki askerin nöbet tuttuğu şehitlik Aliya İzzetbegoviç’inmiş. Ruhuna Fatihalar gönderiyorum. Ardından Fatih Sultan Mehmed’in kaleye girdiği kapıdan geçip kaleye çıkmaya çalışıyoruz. Tabii çıkabilirsek. Benim kilolarım, onunsa kafasının bulutlu oluşu buna mani oluyor. Kaleye çıkmayı gözümüz kesmiyor ve yarı yoldan dönüyoruz.
Bosna’da Türk işletmeciler çekiyor dikkatimi. Bunlar da İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlar. İstanbul’da yaşayan Boşnak asıllı vatandaşlarımız. Burada iş kurmuşlar. Her iki dili de rahat kullanıyorlar.
Ve gezimizin son durağı, tarihî Mostar şehri oluyor. Mostar, Sarayovadan yaklaşık 120 kilometre uzaklıkta. Tarihî Mostar Köprüsü bu şehirde. Otele yerleştikten sonra tarihî dokusuyla korunan Pocitel Köyüne hareket ediyoruz. Nobel ödülü almış olan Ivo Andric, Pocitel için “taşlı şehir” diyor. Şehir Neretva nehrinin kıyısında dağın eteğinde kurulmuş. Tüm binalar, yollar herşey taştan yapı. Osmanlılar bu Pocitel’i 1444’ te fethetmiş.
Tam bir Osmanlı şehri Mostar. Pocitel’i gezip gördükten sonra Buna nehrinin kaynağına gidiyoruz. Burası nehir suyunun tamamının çıktığı yer. Saniyede 43.000 litre su çıkıyor buradan. Nehrin görüntüsü ve manzara büyülüyor insanı. Kaynağın tam bitişiğinde yapımı 1500’lere dayanan Bektaşi tekkesi var.
Kaldığım otel Mostar köprüsünün çok yakınında. Köprü ve çevresini tarif etmekte kelimeler âciz kalıyor. Tarihî Mostar Köprüsü son savaşta yıkılmış. Türkiye tarafından tekrar restore edilmiş. Köprünün hemen yakınında Koski Mehmet Paşa Camii, öbür tarafında Karagöz Bey Camii var. Bu iki cami de maalesef Hırvatlar tarafından yakılıp yıkılmış. Her iki camiyi de Diyanet Vakfı tekrar restore etmiş. Buralarda Türkleri çok seviyorlar. Zannımca Türklerin en çok sevildiği yer burası. Türk Konsolosluğu da tarihî sokakların içinde yer alıyor.
Koski Mehmet Paşa Camiini ziyaret ederken üniformalı bir subay dikkatimi çekiyor. Yaklaşıp selâm veriyorum. Kendisinin THK subayı olduğunu öğreniyorum. Biraz sonra bir motorlu paraşütçü pilot, Türk bayrağı eşliğinde, üzerinde “sizinleyiz” yazan bir pankartla semada görünüyor. Bu güzellik bizim göğsümüzü kabartırken, Boşnakları da duygulandırıyor.
Bosna‘da tattığım lezzetlerden biri de tadını unutamayacağım Boşnakların meşhur börekleri. İnsan sırf bu lezzet ve tat için bile uğrar Bosna’ya.
Bosna Hersek bir zamanlar bizimdi. İstanbul‘un taşına toprağına sinmiş olan ruh, Bosna’nın da fatihiydi. 1463 yılında Osmanlı idaresine girmişti Bosna. Boşnakların bir kısmı Müslümanlığı benimsemişti. Osmanlı idaresi Müslümanlığı benimsemeyen Boşnaklara dinî vecibelerini yerine getirme hakkı tanımıştı. İşte Osmanlıyı Avrupa içlerine kadar götürüp, altıyüz yıl cihan devleti yapan sır. Bosna 1878 yılına kadar Osmanlı idaresinde kaldı.
1878’den bu yana bizden ayrılan bir parçamız Bosna. Ama geçmişten çok izler var hâlâ Bosna’da. O izleri görmek, Osmanlı ruhunu yaşamak ve ecdadın kokusunu duymak isteyenlere Bosna’ya uğrayın mutlaka diyoruz. Osmanlıya olan hayranlığınız ve muhabbetiniz ziyadeleşecek.
Boşnakların tabiriyle “Allah emanet” diyerek ayrılıyoruz Bosna’dan.
Yolunuz düşerse bir gün Sarayova’ya bizden de selâm götürün evlad-ı fatihana…
|