Bundan öncekilerde olduğu gibi, yaşadığımız son tıkanmanın da çeyrek asırdır yürürlükte olan ihtilâl anayasasından kaynaklandığı, artık herkes tarafından paylaşılan yaygın bir kanaat haline gelmiş durumda.
Gerçi işin özüne inildiğinde, kökü daha derinlere uzanan bir zihniyet çatışmasının söz konusu olduğu da bir vâkıa. Söz gelişi, 12 Eylül anayasasına hemen herkes itiraz ediyor, ama sıra “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler”e geldiğinde iş çatallaşıveriyor.
Aslında Türkiye’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmasına kimsenin itirazı yok.
Ama sıkıntı, yorum ve uygulamada. Söz gelişi, hukuk devleti denilip de, yerine göre Meclisi ve hükümeti de devredışı bırakan bir “hakimler yönetimi”ne yol açılırsa ve yargının birinci görevi “hukuktan önce devleti korumak” olarak gösterilirse, orada sıkıntı ve tartışmalar hiç bitmez.
Aynı şey, bir taraftan “Dinsizlik değildir” denilen laikliğin, diğer taraftan dinin toplumsal ve kamusal alandaki bütün tezahürlerini dışlayıp reddeden bir “alternatif yaşam biçimi” olarak nitelenmesi ve dayatılması için de söz konusu.
Keza, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” nitelikler arasında “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” şartının ve Atatürkçülük dışında hiçbir “faaliyet”e hayat hakkı tanımayan başlangıç metninin yer alması da, dillerden düşmeyen demokrasi anlayışıyla bağdaştırılamaz.
Ve meselenin püf noktası burada. İhtilâl anayasasıyla koruma altına alınan tabuları bu zırhın dışına çıkarıp, hak ve özgürlükler üzerindeki “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ipoteğini kaldırmayı öngörmeyen hiçbir anayasa “reform”u, Türkiye'nin önünü açamaz.
Ama böyle bir reformun, özellikle son tartışmalardan sonra iyice zorlaştığı da bir vâkıa. Çünkü konu yine laiklik, irtica, rejim kavgaları arasında boğuldu. Ve işin özü yine kaynayıp gitti.
22 Temmuz seçiminden sonra AKP’nin gündeme getirmeye hazırlandığı anayasa taslağı, sorunun temeline dokunacak bir çözüm yaklaşımından uzaktı, ama buna rağmen sırf AKP ile irtibatlı olarak gündeme geldiği, üstelik bu yapılırken yanlış yöntem izlendiği ve taslak provokasyona açık tâlî konular öne çıkarılarak kamuoyuna sunulduğu için karşı tepkiler tetiklendi.
Tepkiler de taslağın rafa kalkmasına yol açtı.
Ardından TOBB’un başını çektiği sivil örgütlerin anayasa girişimi gündeme geldi. Ama o da —en azından şu aşamada—sonuç vermeyen bir “akademik çalışma” olmanın ötesine gidemedi.
Derken, TÜSİAD “anayasa konvansiyonu” önerisiyle konuyu gündeme taşıyacak oldu. Ama bu atağın kapatma dâvâsıyla siyasî psikolojinin bozulduğu sisli bir ortamda, hele şu konjonktürde bir araya gelmeleri kolay olmayan tarafları buluşturma esasına dayalı olarak, TOBB ve işçi sendikalarının kendilerini dışlanmış hissetmelerine yol açan bir üslûpla ve yedi yıl önceki sıkıntılı siyaset denemesiyle hatırlanan Kemal Derviş de işin içine katılarak kamuoyu önüne getirilmesi, bu girişimi baştan akamete uğrattı.
Gerçi TÜSİAD’ın niyetinin gerçekten sonuç almak mı, yoksa bilâhare “Tarihe not düştük, üzerimize düşeni yaptık, günah bizden gitti” diyebilmek mi olduğu tartışmaya açık bir nokta.
Bunlar bir tarafa, varsayalım ki konvansiyon teklifi prensip olarak kabul görmüş olsun, mevcut tabloda nasıl uygulanır? TBMM Başkanı işin lokomotifliğini üstlenir mi? Mecliste temsil edilen partiler, hele CHP ve MHP konvansiyona üye verir mi? Yüksek yargı ne yapar? TOBB ve sendikaların baştan mesafe koydukları bir konvansiyonda STK’ların temsili nasıl olabilir?
İşin sonraki aşamaları ayrı bir fasıl...
Galiba TÜSİAD’ın girişimi için de “ölü doğdu” yorumu yapmak mümkün. Ama şu noktayı gözden kaçırmadan: Farklı kesimlerden peş peşe gelen ve giderek sıklaşan girişimler gösteriyor ki, toplumda yeni bir anayasa talebi güçleniyor.
25.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|