Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Robert MİRANDA

McCain manevî önder olarak kimleri tercih ediyor



Amerika Birleşik Devletlerinde, seçmenler dünyanın en militarist milletini yönetecek bir sonraki başkanı seçmek için sandık başına gidecekler.

Başkan George W. Bush’un mensubu olduğu siyasî partiden başkanlığa aday olacak isim Arizona bölgesinden Senatör John McCain.

Cumhuriyetçi bir aday olan McCain, Kasım 2008 seçimlerinde Demokrat aday Illinois Senatörü Barack Obama ile başkanlık için mücadele edecek.

ABD’nin gelecek başkanı, savaş, iklimsel kaos ve ekonomik durgunlukla sarsılmış bir ülke devralacak. Gelecek başkan bütün bu sorunlarla yüzleşmek durumunda kalacak. Yeni başkan dünyamızı güvensizliğe ve karmaşaya sürükleyen bu sorunlara adil ve dengeli bir çözüm bulmak zorunda olacak.

Amerika; Irak, Afganistan ve diğer bölgelerde yürüttüğü teröre karşı kampanyasına devam ettiği müddetçe, ABD’nin yeni başkanı Amerika’nın içine battığı bu meselelere karşı yaklaşımında adil ve dengeli olmak durumundadır, zira bu sorunlar Orta Doğu’da binlerce senedir kanayan yaralardır.

Şu kadar var ki, bir takım dinî liderler, başkan adayları tarafında durup bazı görüşler serdettiği zaman, durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor. En son yaşanan Papaz John Hagee ve Papaz Rod Parsley olaylarında da buna benzer bir durum yaşandı.

Evanjelik Papaz Hagee, televizyonlarda Katolik Kilisesi hakkındaki bir konuşmasıyla yer aldı. Hagee, Katolik Kilisesini ‘Büyük Fahişe’ olarak tanımladı. Hagee, bunu söylerken Roma Kilisesini kastettiğini söyleyerek, durumu şöyle açıkladı: “Roma Katolik Kilisesi, Roma döneminden Holokost (Yahudi Soykırımı) günlerine kadar uzanan bir süreçte boy gösteren, Yahudi kanına susamış bir kilisedir”

Texas’taki binlerce kişilik bir cemaati bulunan kilisenin Papazı olan Hagee’nin bu sözlerinin haber değeri taşımasındaki yön ise, Hagee’nin başkanlık yarışında McCain’i büyük bir yüreklilikle desteklemesi ve onu başkanlığa uygun görmesiydi. Evet! Bu Texaslı çılgın rahip, bir yandan Roma Katolik Kilisesini “En büyük fahişe” olarak niteliyor ve bu fikrini yaymaya çalışıyor ve bunu Yahudi kanına susamış olmasına bağlıyor. Sanırım bu adamın acilen bir ruhsal bakıma ihtiyacı var.

Başkan adayı McCain ise bütün bunların farkında ve kendisine bu konu sorulduğu zaman, bu durumdan memnun olduğunu ve Rahip Hagee’nin görüşlerine saygı duyduğunu belirtiyor.

Bir dakika! İşler daha da ilginçleşiyor!

McCain bunun yanı sıra Parsley’in de görüşlerini onaylıyor. McCain Parsley hakkında “ahlâkî bir pusula ve manevî bir rehber” olarak bahsediyor.

Peki Parsley ne yapıyor? Ohio mega-kilisesinden tele-evanjelist rahip Parsley, İslâmiyete olan nefretini dile getiriyor ve Amerikan dergisi Mother Jones’da David Corn imzasıyla yayınlanan bir makaleye göre, Parsley, Hıristiyanları İslâma karşı savaşmaya çağırıyor ve İslâmiyeti “sahte ve yanlış bir din” olarak tanımlıyor.

David Corn bu konudaki makalesinde bakın neler söylüyor: “2005 yılındaki bir vaazında, Senatör John McCain tarafından övülen fundamentalist rahip, İslâmiyeti ‘medeniyetimizin ve dünyanın en büyük dini düşmanı’ olarak niteliyor ve Amerika’nın tarihî misyonunun ‘bu sahte ve yanlış dini yok etmek’ olduğunu savunuyor. Video kasetlere çekilmiş olan bu vaaz, halihazırda görev yaptığı mega-kilisede de satılmaya devam ediyor. Rahip Rod Parsley, Silent No More (Artık Susmak Yok) adlı kitabında da İslâmiyet aleyhinde aşağılayıcı ve nefret dolu yorumlarına yer vermiş. Bu kitap da söz konusu vaazın verildiği sene yayınlanmış. Aynı zamanda, McCain, kendisini sürekli destekleyen Parsleyi eleştirmeme konusundaki kararlı duruşunu da inatla muhafaza ediyor.”

Senatör John McCain başkanlık yarışı süresince Parsley’in desteğini hep aktif olarak arkasında gördü.

Daha en başından beri McCain kendini İslâmla topyekûn bir savaşa çağıran bir dinî liderle aynı karede tanımladı. Hagee’nin sözleri sorulduğunda onun görüş ve yorumlarına saygı duyduğunu belirtmişti.

Geçtiğimiz ay, bu konuda bir medya baskısı oluştuğu sırada, McCain sonunda Hagee ve Parsley’in görüşlerine katılmadığını istemeden de olsa söylemek zorunda kaldı. Eğer McCain ABD’nin yeni başkanı olmayı gerçekten istiyorsa, o zaman Parsley’in sözlerini ve desteğini reddetmek konusunda neden bu kadar geç kaldı. Neden bu güne kadar Hagee’nin sözleri konusunda medyanın yöneltmiş olduğu sorulara adeta bir şövalye gibi savunma tutumu takındı?

Anlaşılan o ki; İmparator Neron, Beyaz Saray’daki tahtına oturma yolunda ilerliyor.

Tercüme: Umut Yavuz

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Yamalı hüzünler



Kelimelerle köşe kapmaca oynuyorum bugünlerde.

Onlar içimdekileri dökmek için birbiriyle yarışıyor. Ben inadına tutuyorum, kilitlediğim kapıların ardında.

Çok oldu dayandılar kapıma, ama direniyorum hâlâ.

Havalardan mıdır? Bilemiyorum.

Zira “Ben bu havalarda âşık oldum demişti” şair. Ve başına ne geldiyse, havaları sorumlu tutup, diklendikçe diklenmişti.

Uzun zamandır, sıcak günlerin özlemini çekerken, şikâyet etmeyi çok görüyorum kendime. İstediğim ve “Ah bir yaz gelse” diye içlendiğim günleri yaşarken, hâlâ “Yorgunum” demek yakışmaz dilime.

Yoksa kafama taktığım küçük şeyler yüzünden midir bu halim? Şimdilik bilmiyorum.

Çocukları görünce etrafımda, en çok istedikleri şeyi soruyorum merakla… Cevaplar hem güldürüp, hem düşündürtüyor.

Biri elleri havada, ille de söz istiyor. Sabredemeyecek kadar istekli. Söz alınca “Ben uzun boylu olmak ve sarı saçlı olmak istiyorum” diyor ve ekliyor “Bir de mavi gözlü olayım, saçlarım da uzun olsun” derken, çantasının üzerindeki çizgi film karakterini gösteriyor; “İşte bu kız gibi.” Bütün çocuklar resmin üzerine üşüşüyor, “Ben de bu kız gibi olmak istiyorum.”

Oysa hepsi o kadar güzel ki, onlar gibi olmak isteyen birçoğundan habersiz, ellerindeki nimeti fark etmeden istiyorlar.

Biri, duruyor ve “Ben gelin olmak istiyorum” diyor.

Bir diğeri “Ben en çok Convers'im olsun istiyorum. Ama sahtesi değil, gerçeğini istiyorum” diyor.

Ve bir sürü küçük, ama onlar için büyük hayal ve istek uçuşuyor havalarda.

Çocukları dinlerken gülümsüyorum, arada gözlerim doluyor ama yutkunuyorum.

Onlara imkânsız ve kocaman gelen hayaller, bana ne kadar küçük ve basit geliyor. Gözlerime yansıyan masum güzelliklerinden habersiz bir başka güzelliği istiyorlar. Oysa bana göre hiç de çekici değil o istedikleri güzellik. Bunu o küçük yüreklerine anlatmak nerede ise imkânsız.

Bir ara kendime dönüyorum, benim de tıpkı bu kadar küçük hayallerim yok mu?

Benim de bu mânâsız ve sıradan isteklerime hayat gülüyor arada.

Boşuna dememişler zira bilenler: “İnsan kurar kader güler” diye.

Eğiyorum, isteklerimin başını…

İnsan büyüyor, ama istekleri hâlâ çocuk.

***

Meselâ bazen üzülüyorum. Üzülmek olağan da, ilginç olan; neye üzüldüğümü unutmam.

Sizin de başınıza geliyor mu böyle durumlar? Geliyorsa; epey rahatsız edici bir durum olduğunu biliyorsunuzdur.

Ben böyle durumlarda, kendimi tesellî etmek için neye üzüldüğümü hatırlayıp, bin tane sebep sunuyorum üzülmemem için. Her zaman başarılı olduğum söylenemez.

Hayat arada hüzünleri yama yapıp dikiyor üzerime. Bu elbiseleri hiç beğenmesem de, onlarla gezmek zorunda kalıyorum.

Her güne bir şikâyet sunuyorum çoğu zaman. Yeni icatlar yapar gibi, her gün yeni bir hüzün çıkarıyorum karşıma.

Sonra kızıp kendime, sahip olduğum birçok şeyi saatlerce sıralayıp, susuyorum. Zira hüzünden eser kalmıyor geriye.

Hüzün gelmeden, nelere sahip olup, neden mutlu olmanız gerektiğini siz de arada hatırlatın kendinize...

Tavsiye ederim. İyi geliyor.

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Şevk-i mutlak



Risâle-i Nur bu memleketin mânevî bir halâskârıdır. Nur Talebeleri de, Kur’ân’ın bir elmas kılıcı hükmündeki bu kuvvetli tefsirlerin hakikî sahipleri ve sadık kahramanlarıdır.

Nur Talebeleri, toplumun imanını kurtarmak, kuvvetlendirmek ve tahkikî imana yükseltmek maksadıyla seksen seneyi aşkın bir zamandan beri cansiperâne çalışıyorlar. Rıza-yı İlâhîden başka hedefi olmayan bu hasbî hizmeti hakkıyla anlayamayan ve hep başka maksatlar arayan etkili ve yetkili merciler, onlara akıl ve hayale gelmedik zulüm ve işkenceleri revâ gördüler. Bundan netice alamadıklarını fark ettiklerinde içlerine fitne tohumları ekerek tesânüdü bozmaya çalıştılar. Genelde bunda da muvaffak olamadılar. Cüz’î sarsıntılar ise, hizmetin daha da genişlemesine ve yaygınlaşmasına vesile oldu. Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek, başka mesleklerin noksanlıklarıyla meşgul olmamak ve Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmak gibi çok önemli düsturların benimsenmesi ve yaşanması sayesinde sinsi plânlar neticesiz bırakıldı.

Vukua gelen bir kısım olumsuz olaylar gerçi kalp ve ruhlarda menfî etki yapar. Şevkleri bir derece kırar. Hizmette geçici bir gevşekliğe sebep olur. Ancak, Üstadın ifade ettiği gibi “Hamiyet ise, şiddet-i mevânia (mânilerin şiddetine) karşı şiddetle metânet etmektir. (...) Çabuk yeise inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir.” (Münâzarât) “Bir adamın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Hutbe-i Şâmiye) Bu ve emsâli Nur prensipleri şaşmaz ölçülerdir. Hayat sür’atle akıp gitmektedir. Değerlendirilemeyen zamanlar bir daha geri gelmemektedir. Bâkî hayatta göreceğimiz mükâfat ve saadet, bu fâni hayatta yapacağımız hizmet ve çalışmalara bağlıdır. Bahar ve yaz mevsimlerinin getirdiği rehâvet, hizmetteki şevk ve gayreti etkilememelidir. Farklı usûl ve çalışmalarla şevk duygusu devamlı uyanık tutulmalıdır. Zira, iman hakikatlerine hem bizim, hem de cemiyetin ekmek ve sudan daha fazla ihtiyacı var.

Şevk duygusunu kamçılayan en önemli unsur, mânevî havayı oluşturan nurânî sebeplerdir. Kitap takip ederek her gün Nurların düzenli okunması, Kur’ân ve Cevşen okumaları, Nur derslerinin takibi, cemaat içi müfritâne irtibat, yakın mesafedeki il ve ilçe hizmetlerine katılım gibi vesileler şevki arttırır. Karşılıklı kuvvet alıp vermeyi temin eder. Hizmette ileri, ücret makamında nefsi geri atma faziletini kazandırır. “Neme lâzım, başkaları çalışsın” tembelliğinden kurtarır. Tesanüdü kuvvetlendirir. Muhabbet duygularının artmasına sebep olur. Mânevî havayı bozan sebepler ise, bahsi geçen hakikatlerin ters yüz olmasını netice verir. Böyle durumlarda yapmamız gereken şeyleri Üstad şöyle îzah ediyor: “Bu havanın zararından kurtulmak çâresi, Risâle-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkülât ziyadeleşse, kudsî vazife itibariyle daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü, başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini de yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.” (Kastamonu Lâhikası, s. 78)

Herhangi bir şahıs zorla kimseyi bu daireye dahil etmediği gibi, kimse de kimseyi bu daireden dışarı atamaz. Kimsenin buna yetkisi yoktur. Bir takım sebepler altında ihlâsını kıran ve bozanlar, zahirî sebepler bahane olarak kendini bu daire dışına atar. İhlâsın kırılması, aslında Allah ile kul arasındaki ahdin bozulmasıdır. Ciddî bir tövbe ve nedametten başka bunun bir ilâcı da yoktur. Onun için gidenlerin de vazifesi omuzumuzda olduğu bilinmelidir. Her şeyi ve bütün olayları değerlendirirken, Risâle-i Nur’un gözüyle bakılması ve yorumlanması ihmal edilmemelidir. Şevk ise, hiçbir zaman elden kaçırılmamalıdır.

Evet, sahabe mesleğinin bir cilvesi olan Risâle-i Nur Mesleği “Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak ve şevk-i mutlak” prensipleri üzerine inşâ edilmiştir. Şevk atına binenler, yeis ve ümitsizlik vadilerinden uçarak geçerler. Kudsî hizmeti en yüksek makamlara yüceltip mânevî fetihleri gerçekleştirirler. Bunun için Nurların devamlı okunması, Nur Talebelerine göre vazgeçilmez bir hayat tarzıdır.

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Anayasayı yenilemek



Bundan öncekilerde olduğu gibi, yaşadığımız son tıkanmanın da çeyrek asırdır yürürlükte olan ihtilâl anayasasından kaynaklandığı, artık herkes tarafından paylaşılan yaygın bir kanaat haline gelmiş durumda.

Gerçi işin özüne inildiğinde, kökü daha derinlere uzanan bir zihniyet çatışmasının söz konusu olduğu da bir vâkıa. Söz gelişi, 12 Eylül anayasasına hemen herkes itiraz ediyor, ama sıra “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler”e geldiğinde iş çatallaşıveriyor.

Aslında Türkiye’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmasına kimsenin itirazı yok.

Ama sıkıntı, yorum ve uygulamada. Söz gelişi, hukuk devleti denilip de, yerine göre Meclisi ve hükümeti de devredışı bırakan bir “hakimler yönetimi”ne yol açılırsa ve yargının birinci görevi “hukuktan önce devleti korumak” olarak gösterilirse, orada sıkıntı ve tartışmalar hiç bitmez.

Aynı şey, bir taraftan “Dinsizlik değildir” denilen laikliğin, diğer taraftan dinin toplumsal ve kamusal alandaki bütün tezahürlerini dışlayıp reddeden bir “alternatif yaşam biçimi” olarak nitelenmesi ve dayatılması için de söz konusu.

Keza, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” nitelikler arasında “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” şartının ve Atatürkçülük dışında hiçbir “faaliyet”e hayat hakkı tanımayan başlangıç metninin yer alması da, dillerden düşmeyen demokrasi anlayışıyla bağdaştırılamaz.

Ve meselenin püf noktası burada. İhtilâl anayasasıyla koruma altına alınan tabuları bu zırhın dışına çıkarıp, hak ve özgürlükler üzerindeki “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ipoteğini kaldırmayı öngörmeyen hiçbir anayasa “reform”u, Türkiye'nin önünü açamaz.

Ama böyle bir reformun, özellikle son tartışmalardan sonra iyice zorlaştığı da bir vâkıa. Çünkü konu yine laiklik, irtica, rejim kavgaları arasında boğuldu. Ve işin özü yine kaynayıp gitti.

22 Temmuz seçiminden sonra AKP’nin gündeme getirmeye hazırlandığı anayasa taslağı, sorunun temeline dokunacak bir çözüm yaklaşımından uzaktı, ama buna rağmen sırf AKP ile irtibatlı olarak gündeme geldiği, üstelik bu yapılırken yanlış yöntem izlendiği ve taslak provokasyona açık tâlî konular öne çıkarılarak kamuoyuna sunulduğu için karşı tepkiler tetiklendi.

Tepkiler de taslağın rafa kalkmasına yol açtı.

Ardından TOBB’un başını çektiği sivil örgütlerin anayasa girişimi gündeme geldi. Ama o da —en azından şu aşamada—sonuç vermeyen bir “akademik çalışma” olmanın ötesine gidemedi.

Derken, TÜSİAD “anayasa konvansiyonu” önerisiyle konuyu gündeme taşıyacak oldu. Ama bu atağın kapatma dâvâsıyla siyasî psikolojinin bozulduğu sisli bir ortamda, hele şu konjonktürde bir araya gelmeleri kolay olmayan tarafları buluşturma esasına dayalı olarak, TOBB ve işçi sendikalarının kendilerini dışlanmış hissetmelerine yol açan bir üslûpla ve yedi yıl önceki sıkıntılı siyaset denemesiyle hatırlanan Kemal Derviş de işin içine katılarak kamuoyu önüne getirilmesi, bu girişimi baştan akamete uğrattı.

Gerçi TÜSİAD’ın niyetinin gerçekten sonuç almak mı, yoksa bilâhare “Tarihe not düştük, üzerimize düşeni yaptık, günah bizden gitti” diyebilmek mi olduğu tartışmaya açık bir nokta.

Bunlar bir tarafa, varsayalım ki konvansiyon teklifi prensip olarak kabul görmüş olsun, mevcut tabloda nasıl uygulanır? TBMM Başkanı işin lokomotifliğini üstlenir mi? Mecliste temsil edilen partiler, hele CHP ve MHP konvansiyona üye verir mi? Yüksek yargı ne yapar? TOBB ve sendikaların baştan mesafe koydukları bir konvansiyonda STK’ların temsili nasıl olabilir?

İşin sonraki aşamaları ayrı bir fasıl...

Galiba TÜSİAD’ın girişimi için de “ölü doğdu” yorumu yapmak mümkün. Ama şu noktayı gözden kaçırmadan: Farklı kesimlerden peş peşe gelen ve giderek sıklaşan girişimler gösteriyor ki, toplumda yeni bir anayasa talebi güçleniyor.

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Önce dinleyin!



Son günlerdeki tartışmalar Kemalizm etrafında gelişiyor. Bir televizyon programında sarf edilen ‘seviyorum/sevmiyorum’ sözleri, akabinde bazı siyasilerin yaptığı açıklamalar ve ilâve olarak bazı ‘aydın’ların beyanları tartışmayı alevlendirdi.

Meselâ Prof. Dr. Murat Belge’nin Yeni Asya’ya yaptığı açıklama, “Kemalistler demokrasiden korkuyor” şeklinde özetlenmişti. (Bkz. Hasan Hüseyin Kemal’in röportajı, 23 Haziran 2008)

Aynı gün Sevan Nişanyan’ın Taraf’a yaptığı açıklamalar geldi. Nişanyan’ın sözleri de çoğu kişi açısından ‘ilk kez’ duyulmuş olmalı. Nişanyan’ın sözleri “Kişi putlaştırması yıkım getirdi” şeklinde özetlenmiş. (Neşe Düzel’in röportajı, 23 Haziran 2008)

‘Aydın’ların dile getirdiği bu ifadeler sonrasında bir siyasetçinin de benzer sözler sarf etmesi hadiseleri demokrasi gözlüğüyle görmeyenleri rahatsız etti. AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, New York Times’a verdiği beyanatta, özetle; “Atatürk devrimleri travma yaratmıştır” demiş. Bu söz üzerine başta CHP mensupları olmak üzere çoğu kişi ‘susturun, konuşturmayın!’ moduna geçti.

Tepkiler üzerine açıklama yapan Fırat, siyasette az rastlanan bir tavır sergileyerek sözlerine sahip çıktı. Fırat şöyle demiş: “Düşünce ve ifade özgürlüğünü doğru kullanabilmek için özelikle medya organlarına büyük görev düşüyor. Eğer medya, psikolojik bir savaşın tarafı olarak bilgiyi çarpıtıyorsa, kendine göre yorumluyorsa, o zaman doğru bilgiye ulaşmamış insan, düşünebilme yeteneğini doğru kullanamaz. Söylediğim şudur: Yeni bir Cumhuriyet kurulmuştur. Bu Cumhuriyet, toplumun o güne kadarki değer yargılarını, kurumlarını ortadan kaldırmıştır. Bunlar devrimdir. Saltanatın ilgası, Cumhuriyet’in kurulması devrimdir. Arap harflerinin kaldırılıp Latin harflerinin kabulü bir devrimdir. Birçok devrimin yaşandığını söyledim. Her devrim sosyal bir travmadır. Evrimden temel farklılığı budur.” (Sabah, 24 Haziran 2008)

Fırat’a düşüncelerini ifade ettiği için tepki gösterenler olduğu gibi, çok sayıda destek açıklaması yapanlar da var. Tepki gösterenler, belki de Fırat’ın tam olarak neler söylediğini bile takip etmemiş, ‘güçlüden yana medya’nın dolmuşuna binmiştir. Bir şeyi eleştirmek için önce dinlemek gerek. Elbette dile getirilen her görüş ve düşünceye herkesin katılması mümkün değildir. Ama bunu ifade etmenin yolu, düşüncesini ifade edenleri susturmaya çalışmak olmamalı. Farklı düşünenler de düşüncelerini medenî ölçüler içerisinde açıklar ve tartışmadan da hakikat ortaya çıkar. Yoksa “Benim hoşuma gitmeyen sözleri nasıl söylersin, sus!” demekle bir yere varamayız...

Böyle durumlarda ortaya konulan tavır belirleyicidir. Kimse doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovmaya çalışmasın. Çünkü doğrular, kovulduğu ‘onuncu köy’de de dile getirilir. Susturarak, yasaklayarak, ürküterek gerçeklerin üstü örtülebilseydi bunca yıl sonra bu tartışmalar yaşanmazdı.

Niyetin vurmak olsa bile, önce dinle!

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Travmalaştırılmayanlardan kim kaldı?



Her hafta başı olduğu gibi bu Pazartesi de yeni bir bombayla haftaya başladık. Bomba derken yanlış anlaşılmasın; haber bombasını kastediyorum. Bombadan bombaya fark var.

Darbecilerin iç yüzünü ortaya çıkaran bombalar manşetlerden patladıkça darbeciler sarsılıyor.

Bir de bomba süsü verilmiş sıradan haberler var. Belli bir medya grubu son zamanlarda bayat malzemeleri zorlamayla piyasaya sürüp patlatmaya çalışıyor. Belki 10 yıl önce millet bunları yutuyordu fakat şimdi ciddiye alan yok.

**

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın “travma” sözleri bir çok kişiyi yeni travmalara soktu. Ne dedi Fırat? “Atatürk devrimleri toplumda travma yarattı. Arap harfleri yerine bir gecede latin harfleri getirildi.”

Vay sen misin bunu diyen? Kendi partisinden bazı milletvekilleri de dahil Fırat’a demediklerini bırakmadılar. Gelen tepkiler üzerine Fırat basın toplantısı düzenledi. “Sözlerimin arkasındayım” dedi.

Fırat’ın sözlerinde ne bir hakaret, ne de bir aşağılama var. Verdiği bir röportajda sadece bir “tesbit”te bulundu. Devrimlerin iyi veya kötü olduğuna dair en küçük imada dahi bulunmadı. Ancak bir kesim konjonktür gereği de olsa gerek üzerine çullandı.

Aynı tavır yakın geçmişte Hüsrev Kutlu’nun sözleri üzerine de sergilenmişti. Meclis’te, askerî üniformalı Atatürk resminin yerine sivil bir resminin olması teklifinde bulunmuştu Kutlu. Neredeyse linç edilecekti. Bu teklif bile kimilerini travmaya sokmaya yetmişti.

**

Fırat’ın sözleri Devlet Bahçeli’nin de gündemindeydi. Bahçeli resmen niyet okudu. Fırat’ın yalanladığı halde Şeyh Said’le ilişkisini nazara verip “cumhuriyetle sorunlu ve kavgalı geçmişinin hıncını” aldığını söyledi. Baykal ise önemli bir “ipucu” yakalamanın keyfiyle kapatma dâvâsının haklılığına vurgu yaptı.

Fırat’ın sözlerini eleştiren Bahçeli ve Baykal’ın Genelkurmay tarafından hazırlandığı ileri sürülen “Lahika-1” adlı “askeri eylem planı” hakkında da bir çift söz söylemesini bekledik, ama nafile.

Başbakan Erdoğan, “kenara çekilip bir bilen olma” teklifine karşılık Bahçeli’ye “sen kim oluyorsun?” diye çıkıştı. MHP’yi CHP tarzı siyaset yapmakla suçladı. O da “eylem planı”nı pas geçti. Üzerine alınmayan liderler sınıfına katılmayı tercih etti.

**

Travma sözcüğüne kızmanın bir anlamı yok. Travma, Türkiye’nin vazgeçilmez hallerinden biridir. Hepimiz her olay ve devrim karşısında travma yaşarız pekalâ. Her ihtilâl ve darbe bir travmadır. Başbakan ve iki bakanın asılması siyasetçilerin yaşadığı en büyük travmadır. Ekonomik krizler ciddi travmalardır.

Tek parti döneminin sona erdiği beyaz ihtilâl de bir kesimi travmaya uğratmıştır. Ezanın aslî şekliyle okunmasına izin verilmesi de bu kesim açısından onarılmaz bir travmaya yol açmıştır. Bir türlü iktidar olamayışı nedeniyle CHP’nin sergilediği davranışlar da dikkate değer bir travmanın dışa vurumudur.

Kızmaya, farklı anlamlar çıkarmaya gerek yok. Hepimiz travmalıyız bir şekilde. Sezen Aksu’nun şarkısı gibi. Travmasız değiliz hiçbirimiz…

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı” (3)



Demokratik zâfiyet, demokratikleşmeden özgürlüklere, ekonomiden eğitime, milletin asıl gündemini etkiliyor. Olan millete oluyor. “Avrupa kupası” heyecanı ile avutulan topluma gerçek gündem âdeta unutturuluyor.

Din eğitimindeki sıkıntı, imam hatip okullarının orta kısmının kapatılmasına ilâveten diğer meslek okullarıyla birlikte imam hatip liseleri mezunlarına uygulanan haksız katsayı haksızlığı sonucu ilâhiyat fakülteleri dışında başka bölümlere girmesine engeller konulmasıyla sınırlı değil.

Çocukların Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarına ve camilerdeki kurslara devamları için okul zamanında ilköğretimi, tatillerde de en az beşinci sınıfı bitirme zorunluluğu, dünyada benzeri görülmeyen garip bir yasak olarak duruyor. Kısacası Kur’ân öğrenimini yaşla yasaklayan yasa ve yönetmelikler yüzünden Kur’ân öğreniminden mahrum edilen yüz binlere her sene yüz binler ilâve ediliyor…

“DİN EĞİTİMİ VE ÖĞRETİMİ” DEVLETİN

ANAYASAL GÖREVİ

Oysa anayasanın “din ve vicdan hürriyeti”yle ilgili 24. maddesi, “yaş yasağı” bir yana, okullarda “devletin denetim ve gözetimi altındaki din ve ahlâk eğitim ve öğretimi” dışında “kişilerin kendi istekleri, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebi”ne bağlı “din eğitimi ve öğretimi”ni de devlete yükler. Keza anayasanın 90. maddesiyle, “kanun hükmünde” olan ve “Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı” açıkça belirtilen “milletler arası antlaşmalar”ın başında gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de, din eğitimi ve öğretimi, “devletin üzerine aldığı eğitim ve öğretim görevleri”nin başında sayılır.

Yine AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin “ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde temel hak ve hürriyetlerin başında din eğitimi ve öğretimiyle inanç ve ibadet özgürlüğü şartı koşulmakta. Ayrıca Türkiye’nin AB müzâkere sürecinde yerine getirmeyi taahhüd ettiği Sözleşmenin Ek Protokol 2. maddesine göre, öncelikle “hiç kimsenin eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılmayacağı” belirtilmekte; “devlet, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” denilmekte. Buna göre, devlet özellikle okul zamanı dışında vatandaşların din eğitimi talebini karşılamakla sorumlu.

Aslında Millî Eğitim Bakanlığının on binin üzerinde pedagojik formasyona sahip din dersi öğretmeni var. Diyanet’in bünyesinde seksen bini aşkın yeterli din görevlisi bulunuyor. Yaz aylarında okullarda mevcut din dersleri öğretmenleri ile diğer din görevlileri görevlendirilerek, isteyenlere Kur`ân ve din dersleri okutulabilir. Başta imam hatip okulları olmak üzere, ilköğretim okulları binalarında “yaz kursları” düzenlenerek yaz aylarında bomboş duran binalarda en azından Kur’ân-ı Kerim öğretilebilir, din eğitimi verilebilir. Buna mani hiçbir yasa yok; aksine anayasa ve yasalar bunu gerekli kılmakta…

Anayasanın söz konusu maddesine göre vatandaşların “din eğitimi ve öğretimi talebi” karşılama yükümlülüğüyle, 1980 yazında Adalet Partisi azınlık iktidarı döneminde okullarda yaz Kur’ân kursları açılmış; Kur’ân öğretimi ve din eğitimini vermenin anayasa ve yasalara göre devletin görevi olduğu açıkça ifâde edilmişti. Gösterilen demokratik kararlılıkla mâlûm mahfiller de ikna edilerek buna râzı edilmişti. 12 Eylül darbesi, birçok hayırlı icraatın önünü kestiği gibi bu hizmeti de inkıtaa uğrattı…

MECLİS MİLLETE BİR JEST YAPSIN…

Ne var ki altı yıldır daha Kur’ân kursları önündeki ucûbe “yaş yasağı”nı kaldırma irâde ve icraatını gösteremeyen, yasaklı iki aylık kurs süresinde haftada üç gün ve günde bir saat Kur’ân öğrenimiyle sınırlayan yönetmeliği dahi değiştiremeyen AKP hükümetinden bunu beklemek hayal. Ama “yaş yasağı”nı kaldırabilir…

Bugün inanç ve dinî değerlerinin zayıflamasından meydana gelen ahlâkî ve manevî tahribat ortada. Manevî boşluk, cemiyette anarşi, uyuşturucu, kötü madde bağımlılığını yaygınlaştırıyor. İnternet bile “sanal kumar”a âlet ediliyor. Bilhassa büyük şehirlerde, hırsızlık, kapkaç terörü, serserilik, sosyal hayatı zehirliyor. Buna karşı dinî eğitim ve terbiyenin zarûreti her gün daha bâriz bir biçimde ortaya çıkıyor. Lâkin milyonlarca çocuk başta Kur’ân öğrenimi olmak üzere hiçbir dinî terbiye görmeden sokağa salınıyor.

Gelinen noktada siyasî iktidar, en azından 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma Kur’ân kurslarına getirilen kısıtlamaları kararlılıkla kaldırmalı. İktidar partisi, kapansa da, kapanmazsa da bu yanlışı düzeltmeli. Milletin hayrına bu icraatı yapmalı. Hazır Meclis açıkken ve daha yasama yılı kapanmadan hiç olmazsa bu yazdan itibaren yüz binlerce çocuk Kur’ân öğreniminden mahrum kalmasın. Bunca zamandır din eğitimi ve inanç hürriyetinde demokratik direnç gösteremeyen siyasî iktidarın ve Meclis’in millete bir jesti olsun.

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nefse kendini unutturmamak için



Akıl ve kalbin ileriyi görme özelliği vardır. Kusur, hata, eksiklikle yoğrulmuş nefis ise, ileriyi göremez, görmek istemez, günübirlik yaşar; kendini mükemmel gördüğü için diğer duygulara da yön vermeye çalışır.

Nefsin bu özelliği dikkate alınmazsa ileriyi gören akıl ve kalbi susturmakla kalmaz, gerçeklere karşı gözlerini kapamayı da maharet zanneder. Öyle ki, “Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti [ölümü] düşünse, başkasına verir. Fenâ ve zevali görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât [ücret alma, haz duyma] makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek; nefs-i emmârenin muktezâsıdır.”

Bu makamda nefsi arındırma ve terbiye etmenin yolu, nefsin arzularına ters hareket içinde olmaktır. “Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek, yani, huzûzât ve ihtirasatta [haz ve ihtiraslarda] unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek”tir.1

Evet, hizmet zamanında geri kaçan, ücret vaktinde en ön safa geçen nefsi terbiye etmek, iş ve hizmet vaktinde onu ileriye sevk etmek, ücrette ise geriye bırakmakla olur.

Nefs-i emmarenin, yani kötülüğü emreden nefsin diğer bir önemli özelliği de, hayır ve iyilikte eli kısayken, şer ve tahripte sınır tanımaz olmasıdır. Sözler’de bu hususa şöyle dikkat çekilir:

“Nefs-i emmâre; tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat îcad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Lâkin eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücûdu tevfik-i İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa; o vakit ‘Allah, onların kötülüklerini iyiliklere tebdil eder’2 sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kàbiliyet-i şer, nihayetsiz kàbiliyet-i hayra inkılàb eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.”3

Demek şerde eli uzun, hayırda kısa olan nefsi eğittiğimizde kötülüklerinden korunmakla kalmaz, ondan istifade eder hâle geliriz.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 503, 504; Mektûbat, s. 507.

2- Furkan Sûresi: 70.

3- Sözler, s. 335; Nurun İlk Kapısı, s. 51.

25.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tefekkürî eserler okumanın kazancı



Yüce Nebî (asm), “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır”1 diye beyan eder. Acaba bunun açılımı nedir? Yani, imanî ve tefekkürî eserler okumak bize neler kazandıracak?

*İman meseselerindeki bütün vesvese ve şüphelerden kurtulacağız.

*Yaratılışımızın gayesini öğrenip, kafamızı meşgul eden sorulara cevaplar bulacağız.

*İman esaslarını talim edeceğiz. Tahkikî imân elde edip kabre imânla gireceğiz. (Bazı ehl-i keşifin kesin müşahedesiyle sabittir.)2

Şu halde Risâle-i Nur; ebedî hayatı kazanma dâvâsının vekilidir; yüzde 99 kazanma garantisi veriyor!3

*Zihnimizi, gönlümüzü en büyük dâvâyla doldurup ona yoğunlaşacağız.

*İzah ve ispat ettiğinden ibâdet ve duâ zevkine varacağız.

*Tefekkürî ibadetimizi yapacağız: Düşünme melekemiz gelişecek. Yüksek düşünce üretme teknikleri öğreneceğiz.

*Risâle-i Nur, Kur’ân’ın mu’cizeliğini ispatladığından ve istikbâli aydınlatan bir tefsir olduğundan, meselelerin gerisinde kalmayacak, geleceğe yönelik mevzulardan bile haberdar olacağız.

*Gerçeğe; eski zamanın metod ve usûlleri gibi dolambaçlı yollardan değil, direkt ulaşacağız.

*Mânevî yaralarımızı tedâvi edeceğiz.

*Kâinatta cereyan eden sırlı olayların muammasının çözülmesi, rahat nefes almamızı, rahat uyumamızı sağlayacak.

*Meşrû, helâl dairenin keyfe kâfi geldiğini, gayr-i meşrû yolda binler elem ve sıkıntılar olduğunu anlayıp kendimize çeki düzen vereceğiz.

*Başkalarının imânını kurtaracağız, insanlara hizmet edip sonsuz azaptan kurtulmalarına vesîle olacağız.

*Dinsizlikle, ahlâksızlıkla, zulüm ve haksızlıklarla yüksek seviyede mücâdele azmini elde edeceğiz.

*Kur’ânî ve Sünnetî hizmet stratejisine kavuşacağız. Şaşmaz, şaşırtmaz temel ölçüleri elde edeceğiz.

*“Ferdî gelişim tekniklerini, rûh, duygu ve zihnî zekâ” geliştirme maharetini, yâni, nefis terbiyesini bütün boyutlarıyla öğreneceğiz.

*Sevgi, fazîlet, yardım, fedâkârlık, diğergamlık, tevekkül, ümit, tevâzu gibi duyguların pozitif enerji ürettiğini; hırs, korku, kin, düşmanlık enâniyet, gösteriş, kibir-gurur gibi duyguların negatif enerji ürettiğini tesbit ederek mecrâlarına kanalize edeceğiz.

*Hür irâdemizle aklımızı kullanacak, kendi değer yargılarımızı oluşturabilme, sorgulayabilme ve diğer insanlarla iletişim kurabilme özelliklerine sahip olacağız.

*Kâinat çapında muazzam bir tefekkür ve ilim ufkuyla doğru düşünme melekemizi geliştirecek; ferdî ve sosyal olgunlaşma, başarı, huzûr ve mutluluğun mahiyet itibariyle duâ ve ilme bağlı olduğunu idrak edeceğiz.

*Başımıza gelen mûsibetlerin perde arkasını, gerçek mahiyetlerini; güzel ve faydalı yönlerini görerek, korku ve endişelerimizi yok edeceğiz.

*Harfî, melekûtî, Muhammedî bakışa sahip olacağız.

Dipnotlar:

1- el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 4:409 (Kitâbu’t-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 1:78.); 2- Emirdağ Lâhikası-l, s. 187; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.134.; 3- Asây-ı Mûsâ, s. 13.

25.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]





M. Latif SALİHOĞLU

Cemil Meriç, Said Nursî'yi anlatıyor (1)



Hürriyet gazetesi yazarlarından Soner Yalçın, yine yaptı yapacağını... "Efendi" isimli çalışmasıyla kafaları karıştırıp zihinleri alabildiğine bulandırdığını daha evvelden kendisine buradan hatırlatmış, özellikle Said Nursî hakkındaki mesnetsiz iddialarını tek tek çürütmüş ve onu bu yalan yanlış notlarını tashih etmeye dâvet etmiştik.

Ancak, kendisi hiç oralı olmadığı gibi, hemen her vesileyle Said Nursî ile ilgili kafa midesini bulandırıcı saçmalıkları yazmaya, yaymaya inadına devam etti.

İşte, son olarak ortaya attığı "Marks ile Nursî arasında fark yok" şeklindeki iddiası da (22 Haziran 2008), aynı saçmalıklar dizisinin yeni bir halkasını teşkil ediyor.

Öyle anlaşılıyor ki, bu şahıs bundan sonra da benzer tuhaflıkları, gariplikleri sergilemeye devam edecek.

Şimdi burada, biz de çok yakından tanıdığımız, şahsen de tanıştığımız ve hemen bütün kitaplarını okuduğumuz Cemil Meriç'in Said Nursî ve eserlerine dair söylediklerini aktarmak sûretiyle, hem Soner Beye, hem kafası karışanlara, hem de hakikati öğrenmek isteyenlere bir nebze olsun yardımcı olmaya çalışalım.

Üç kez ziyaretine gittik

1987 senesinin 13 Haziran'ında 71 yaşında vefat eden Cemil Meriç, şahsen tanıdığım, bizzat sohbet ettiğim ve eserlerinin çoğunu okuyarak düşüncelerini öğrenmeye çalıştığım son dönemin en dürüst ve haysiyetli fikir adamlarından biridir. Hakperest bir araştırmacı, münekkit, münevver ve mütefekkir bir şahsiyet idi. Cenâb–ı Hak, rahmet eylesin.

Merhum Cemil Meriç'le vefatından iki–üç sene evvel görüşüp tanışma imkânını bulduk. Göztepe'deki evinde tam üç kez ziyaret ederek, bir–iki defa da kitap fuarında görüşerek hususî sohbette bulunduk. Değerli kızları Ümit Hanım, evlerinde her gittiğimizde yanında ve hizmetindeydi. Bizlere meşhûr Osmanlı kompostosu ikrâm ederdi. Bu ziyaretimizin ve sohbetimizin daha başka şahitleri de var.

Ayrıca, bir ziyaretimiz esnasında kendisine "Kırk Ambar" isimli en hacimli eserini imzalattık. Halen hususî kütüphanemizde duran bu eserin ilk sayfasına şu veciz ifadeleri yazarak imzalama lütfunda bulundu: "Latif Salihoğlu'na... 'Kırk Ambar', kırk bin hücreli bilgi sarayından birkaç oda sergiliyor. 'Huzma safâ, da'ma keder."

Cemil Meriç (imza), 28 Haziran 1985

"Said Nursî'yi çok geç tanıdım"

Çok erken yaşlarda görme yeteneğini kaybeden Cemil Meriç, ömrünün son döneminde geçirdiği beyin kanaması sebebiyle, kısmî felç geçirmiş ve yatağa bağlanmış durumdaydı.

Kendilerini ziyaretlerimiz esnasında, sohbetimizin ana konusunu Said Nursî, onun eserleri, fikirleri ve tarih içindeki yeri gibi hususlar teşkil ediyordu.

Öncelikle, Said Nursî'yi çok geç tanıdığını hayıflanarak söylerdi. "Şayet kendisini önceden tanıyıp eserlerini tetkik etme imkânını bulsaydım, hayatımın akışı, yaşayış tarzım bambaşka olurdu" diyor ve aynen şunları ekliyordu: "Üstad Bediüzzaman'ın eserlerini şayet ilk gençlik yıllarımda tanımış, okumuş olsaydım, büyük ihtimalle gözlerimi bu kadar erken yaşlarda kaybetmezdim... Önce Batı'ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu'da buldum. Doğu'da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî'yi tanıdım... Tanzimat'tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor."

(Devamı var)

Tarihin yorumu = 25 Haziran 1950

Kore'de zıt dünyaların savaşı

Kore Savaşı 25 Haziran (1950) günü başladı. Birleşmiş Milletlerin çağrısı üzerine, bu savaşa Türkiye de müdahil oldu. İşin garip tarafı, savaşın patlak verdiği bu tarihte, 27 yıllık CHP diktasının yıkılıp hür ve demokrat olan DP iktidarının henüz başlamış olmasıydı. DP'nin Meclis'ten güvenoyu almasının üzerinden sadece bir aylık süre geçmişti ki, yeni hükümet kendini sıcak ve kanlı bir savaşın eşiğinde buldu. Kore'de, iki zıt kutba ayrılan hür dünya bloku ile komünist blok karşı karşıya geldi.

* * *

İkinci Dünya Savaşı sonrası (1945) ortadan ikiye ayrılan Kore'nin kuzeyinde Rusya, güneyinde ise Amerika hakimiyet tesis etti. Kuzey Kore'de Rusya tipi komünist bir yönetim kuruldu. 25 Haziran günü aralarındaki 38. paraleli ihlâl ederek geçen komünist kuvvetler, Güney Kore toprağını işgale başladı. Rusya ile Çin, komünistlere yardım ederek işgali bilfiil desteklediğini ilân etti.

Bunun üzerine âcilen toplanan Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, üye devletlerin iştiraki ile güçlü bir ordu teşkil edilerek, bunun Kore'ye gönderilmesini kararlaştırdı.

Amerika başta olmak üzere 15 ülke askerî kuvvet, 5 ülke de para ve sağlık malzemesiyle yardımda bulundu.

Komünist istilâya karşı askerî kuvvet gönderen ülkeler şunlar: ABD, İngiltere, Türkiye, Y. Zelanda, Belçika, Filipinler, Kanada, Yunanistan, Lüksemburg, Habeşistan, Avustralya, Fransa, G. Afrika Birliği, Hollanda ve Kolombiya.

Türkiye, bu savaşa 17 Ekim 1950 tarihinde General Tahsin Yazıcı komutasında 5090 kişilik bir tugayla iştirak etti. Katıldığı çatışmalarda büyük başarılar elde eden Türk tugayı, dünya milletlerinin takdirini topladı.

Yaklaşık üç yıl devam eden savaşta 900 askerimiz hayatını kaybederken, 2000 kadarı da yaralandı. Üç yıl boyunca münavebeli olarak Kore'ye gidip gelen askerimizin yekûnu takriben 50.000 kişiyi buldu.

25.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır