Galatasaray’ın 2000 yılındaki Avrupa şampiyonluğu ve millî takımın 2002’deki dünya üçüncülüğü sonrasında, futbol odaklı yeni bir coşku dalgası daha yaşanıyor.
Millî takımın kötü bir başlangıç yaptığı Euro-2008 elemelerinde, müteakip maçlarını son dakika, hattâ Hırvat maçında olduğu gibi son saniye ataklarıyla kazanarak yarı finale çıkmasının yankıları, diğer bütün gündemleri geriye attı.
Günlerdir bu “zafer”le yatıp kalkıyoruz.
Ne yürüyen kapatma dâvâsı, ne AYM Başkanının mahkemeye yönelik eleştirilere karşı savcıları göreve çağırması; ne “izlenme” kuşkuları ve ilginç buluşmalarıyla çok konuşulan AYM Başkanvekilinin son olarak Kara Kuvvetleri Komutanıyla makamında yaptığı ortaya çıkan bir buçuk saatlik görüşme; ne hangi niyet ve kasıtlarla “Lâhika” adı verildiği de anlaşılamayan Genelkurmay belgesinin yol açtığı dalgalanmalar...
Ve hattâ ne başörtüsü meselesi...
Dahası, maç kutlamalarında kalabalığa karışarak coşkuya ortak olan bazı başörtülülerin tavrı ne anlama geliyor? Yasağın hiç umurlarında olmadığı mı, başörtüsünün ayrımcılık sembolü olduğu iddiasının tekzibi mi, tesettürün temsil ettiği mânâlar açısından son dönemde yaşanmakta olan gerilemenin yeni bir tezahürü mü?
Ya da ayrı ayrı hepsinin geçerliliği olabilir mi?
Futbolun genel anlamda kitleleri uyuşturmak ve gerçek gündemlerden koparıp oyalamak için kullanılan en etkili araçlardan biri olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat öteden beri dile getirilir.
Yerli takımların sezon boyunca yarıştıkları ve kendi içlerinde kategorilere ayrılan millî liglerdeki şampiyonluk mücadeleleri başka bir fasıl.
Sonrasında bölgesel veya dünya çapında düzenlenen periyodik müsabaka organizasyonları.
Bunların küresel boyutlara erişip, iletişim teknolojisindeki başdöndürücü gelişmeyle desteklenerek bütün toplumları etki alanına almasına bakılınca “Kitleler oyalanıyor ve uyuşturuluyor” kanaati haliyle daha da kuvvet kazanıyor.
İşin arkaplanında, muazzam paraların döndüğü ve karanlık güç ilişkilerinin geçerli olduğu bir sektörün mevcudiyeti de işin ayrı bir ciheti.
Ama bütün bunlar bir yana, söz konusu organizasyonlardaki müsabakaların gerek ortak millî duyguları ön plana çıkarma, gerekse uluslararası dayanışma kümelenmeleri oluşturma gibi olumlu sonuçları herhalde gözardı edilmemeli.
Nitekim son maçların Türkiye’nin üzerine aylardır çöken ve her geçen gün daha da ağırlaşan kasveti kısa bir süreliğine de olsa dağıttığı, aramızdaki ayrılıkları törpüleyip birliktelikleri öne çıkardığı ve ayrıca “Türkün Türkten başka dostu yok” anlayışının rağmına, Arap âlemi başta olmak üzere dünyanın birçok yerinden sempati ve destek görmemize vesile olduğu gözleniyor.
Öte yandan, özellikle kapatma dâvâsının bunalttığı iktidar partisinin, üç maçta da başarının son dakika ve saniyelerde gelmesini kendi durumuna uyarlayarak, “90 dakikalık maçın henüz 75. dakikasındayız, her an olumlu sürprizlerle karşılaşabiliriz” gibisinden yorumlar geliştirerek kendisine moral takviyesi yaptığı da görülüyor.
Ama futbolla siyaset ve ülke gerçekleri her zaman örtüşmeyebilir. Bilhassa siyasette gerçeklerin temennî ve beklentileri karşılar şekilde gelişmesi için son dakika sürprizlerinden çok, istenen sonuç için gerekli reel şartları doğru zamanda uygun yöntemlerle ikmal etmeye ihtiyaç var.
Ve AKP bu noktadaki affedilmez ihmallerinin bedelini ödüyor. Eğer AB ve demokratikleşme reformlarına üç buçuk yıldır ara vermeseydi, en azından 22 Temmuz seçiminden sonra elde ettiği tarihî fırsatı yanlış adımlarla heba etmeseydi, bugün böyle bir sıkıntıya maruz kalmazdı.
Futbolda Hırvat takımını 4-2 yendiğimiz için şenlik yapanlar, bizimle aynı tarihlerde AB ile üyelik müzakerelerine başlayıp yolu yarılamış olan Hırvatistan’ın, açılan başlık sayısında bize 10 fark atması hakkında ne düşünüyorlar acaba?
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|