|
|
Şaban DÖĞEN |
“Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir” |
|
Demek nefiste öyle hata, kusur, eksiklik ve yanlışlıklar var ki, insan ancak onu temizleyince kurtuluşa erebiliyor.
Nefsi temize çıkarma değil bu, nefsi kötülüklerden, kötü huylardan temizlemedir. Çünkü nice insan nefsine toz kondurmaz, hata ve kusurlarını kabul etmez, sürekli savunmaya çalışır.
Demek nefsi çok iyi tanıyıp onunla ona göre mücadele etmek gerekiyor.
Yapısı ve yaratılışı gereği kendini hür ve serbest gören nefis, kendi hâline terk edilirse, insanı beklenmedik tehlikelere atabilir. Çünkü kontrol altında tutulmayıp bütün bütün serbest bırakıldığında nefsin yapamayacağı kötülük yoktur. Onun işi kötülükten kötülüğe koşmak, iyilikleri de kendinden bilip övünmek ve kendini beğenmeye kalkmaktır.
Nefsi bu duygudan kurtarmak için ona gerçek mahiyetini hatırlatmak gerekir. Mahiyeti kusur, noksanlık, âcizlik ve fakirlik değil midir nefsin? Bu hatırlatılmalıdır. İyilik ve başarılarının da, Allah’ın bir ihsanı olduğu gösterilmeli, övünme yerine şükür ve hamd etmesi gerektiği öğretilmelidir. Eğer nefse, “Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir”1 sırrıyla kemâlinin kemâlsizlikte, kudretinin aczde, zenginliğinin Allah’a karşı fakirliğini hissetmekte olduğu hissettirilirse nefsin şerrinden kurtulunur.
Nefis, beraberindeki duygularla birlikte hareket ettiğinde komutanları olan akıl ve kalbi susturabilmektedir. Çünkü, “Tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i îman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar.”2
Nefsin emirber bir neferi olan hevâ ve heves, aklı ve kalbi dinlemedikleri için insanı akla hayale gelmedik çirkeflerin içine sokarlar. O kadar ki, insanı insanlıktan çıkarırlar. “Hevâ, hevesin şe’ni budur dâima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir, mânevî meshediyor, değişir insaniyet.”3
Demek nefsi temizlemek, onun mahiyetini bilip kötülüklerinden arındırmak demektir. Kurtuluş ancak o zamandır.
Dipnotlar:
1- Şems Sûresi: 9.
2- Lem’alar, s. 73.
3- Sözler, s. 756; Îman ve Küfür Muvazeneleri, s. 237.
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Mısır’dan ayrı Mısır mektupları |
|
Uzakta kalanlar için İstanbul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine Kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bir serin nefestir. Bilhassa çölde onu konuşurken hep beyaz yelkenlerin kayıp gittiği, şurup renkli denizler, avize gibi şıkırdayan pınarlar, çınar ve çitlenbik gölgeleri, çilek tarlaları, fulya bahçeleri görürsünüz...” Refik Halid Karay, Gurbet Hikâyeleri
Uzaklarda yaşayan herkes, az ya da çok Refik Halid gibi hisseder. Hele bir de İstanbul’a kavuşmanıza az kaldıysa, yaşadığınız yer ne kadar güzel olursa olsun, her şey size çok daha zormuş gibi gelir. Bilhassa çölde İstanbul’dan bahsederken, gözleriniz dolar, coşkunuz daha da artar. Giderayak; gurbette olmak her zamankinden daha fazla yorar insanı.
Fakat gitmeden önce Mısır güzellikler yaşatıyor biz Türklere. Tabiî bu Türklerin de Mısır’a ve Mısırlılara yaşattığı bir güzellik aynı zamanda. Kahire’de yaşayan Türkler, hep İstanbul görürler, daha önce de söylemiştim, Nil-i mübarek bile İstanbul Boğazı gibi görünür bize. Ama bu hafta, Kahire Mısırlılar için de İstanbul’a döndü bir an için. Cuma akşamı Türkiye-Hırvatistan maçı esnasında ve sonrasında Kahire’de de İstanbul havası esti. Sadece Mısır’da yaşayan Türkler değil, Mısırlılar da Türklerle birlikte aynı heyecanı paylaştı, herkes tek yürek oldu. Bütün kalpler Türkiye için duâ etti. Türk Millî Takımının bu kupadaki huyunu bilenler, son dakikaya kadar umutlarını kesmediler. Aslında 119. dakikada tam “ah”lar ve “of”lar havayı sarmışken ve hatta tam bazı kişiler “iyi akşamlar” diyerek maç izlenen yerden ayrılırken, gelen son dakika golüyle El-Cezire kanalının spikeri başta olmak üzere herkesi büyük bir coşku sardı. Sanki herkes kendi millî takımları gol atmışçasına gururlanıp, sevinçten çığlıklar atmaya başladılar.
Diğer maçların sonuçlarına da bakarak; Türk Millî Takımını “tam Türk usulü” olarak değerlendirmemek mümkün değil. İnsan bir yandan, son dakikaya kalmadan ve başları sıkışmadan hiç kendilerini yormuyorlar diye yorum yapıyor. Ama öte yandan da bu gelen son dakika galibiyetlerinin sadece Allah’ın lütfu olduğunu herkes ağız birliği yapmışçasına söylüyor. Dünyanın dört bir yanında yaşayan ve çeşitli dinlere mensup arkadaşlarımdan maç sonrasında sürekli mesajlar ve mailler aldım. Herkes başarımızı kutluyor, sonuca inanamıyorlardı. Avrupa’da yaşayan Müslüman arkadaşlarım, hep beraber maç boyu duâ ettiklerini söylediler. İnancımızın bizi öne geçirdiğini ve inşallah geçirmeye devam edeceğini belirttiler. Bu güzel maç ve sonucu, Kahire’de bize haklı bir iftihar yaşattı. Millî Takımımızı gurbette izlemek çok daha farklı bir şey ve bu galibiyeti yaşattıkları için onları tebrik ediyorum.
Mısır’da da yaz kendini tam anlamıyla hissettirmeye başladı. Hava sıcaklıkları artık gündüzleri evden çıkmayı engelleyecek derecelere varıyor neredeyse. Klimalı arabalardan klimalı evlere, restoranlara, alış veriş merkezlerine geçiş yaparak, bu hava sıcaklığını hissetmeden de yaz tatili geçirmek mümkün. Ama bu da yaz ortası soğuk algınlıklarını arttırıyor. En iyisi yaz döneminde Mısır’da durmamak.
Ben de, Allah nasip ederse bu hafta yaz tatilime başlıyorum. Yaz dönemi boyunca artık Mısır’dan yazı yazmayacağım. Bu da bir müddet için Mısır’dan yazdığım son yazım. Ben yazmaya farklı ülkelerden, farklı kültürlerden devam edeceğim bu süre zarfında. Birbirlerine çok yakın, birbirlerinden çok farklı ülkeleri ve onlarla ilgili gerçekleri bu satırlarda yazmaya gayret edeceğim. Ama her seferinde başka bir yurt özlemi olacak, belki Mısır özlemi de dolaşacak satırların arasında. Haftaya kısmetse, Mısır’dan en az 20 derece daha serin bir ülkeden, Finlandiya’dan Mısır mektuplarına devam etmek üzere…
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Yeryüzü kandilleri |
|
İMÂNÎ bahisleri müzakere zikriyle akıl nurlanır, kalp mutmain olur… Nefis sükût eder, lâtife-i Rabbânî konuşur… Fıtrat-ı zîşuur vicdan, âlem-i gayb ve şehadet berzahından akla nurânî pencereler açar… Pencerelerden seyredilir hikmet gülistanı, Kevser kokusu soluklar sineler…
Açılan her bahis yeni açılımlara dâvet eder, kelâmlar kemale basamak olur, nefesler ilim solur… Vücut dirilir, zihin zindeleşir, lâtifeler uyanır, dimağ derinleşir, idrak açılır, ruh rahata erer, hakikat konuşur; “Sefahatin kaynağı sıkıntıdır. Sıkıntının kaynağı da ümitsizlik ve sû-i zandır”
Hakikat yeni bir yörünge kazanır, meselenin özü ve köküne inilir… Neden ümitsiz olunur sorusu şimşeklenir düşünce dünyasında… Tefekkür semasından hads huzmeler yağar; iman yeniden yenilenmelidir; şirk düşünceler atılmalı, sebeplerin vasıta olduğu idrak edilmeli, tevhid bayrağı kalbin tam orta yerine dikilmeli, dikleşen benlik devrilmeli, talim-i esmâ için Rahle-i Kur’ân-ı Kâinat önünde diz çökmeli, Bismillah diyerek okumaya başlanmalı…
Ümit ışıkları karamsarlık gecesini dağıtır, gün güneşlenir, eşyanın mahiyeti berraklaşır, hadiselerin renkleri ortaya çıkar… Sû-i zannın zulüm perdesi yırtılır, hakikat aşikâre ışıklanır… Mahiyeti bilinmeyen şeyler inkâra yeltenilmez, hüküm için acele edilmez, hüsn-ü zanla her şeyin güzel tarafı alınır…
Ümit rüzgârlar sıkıntı tozlarını sefahat çamuruna dönüşmeden savurup atar, cana iman, imana can gelir…
Cehalet ve zulüm zanlar devrilir, hüsn-ü zanla bütün zamanlar aydınlanır, afak ufunetten kurtulur…
Yunus yüzmelerle geçilir dağlarvârî sıkıntı dalgalarından, sahil-i selâmete ümit duâlarla ulaşılır… Katman katman karanlıklar duâ derinliği, müzakere zikriyle delinir…
Nefsin yutmuşluğu uyumakla geçmeyeceği ubudiyet diriliğiyle, tefekkürü tezekkürle cilâlamakla geçeceği… O sana binmeyeceği, senin ona bineceğin, kâinat hazinelerini keşfederek zengin olacağın idrak edilir böylesi okumaların neticesinde…
Kelebeğin kanatlarından yıldızların karnına, arının göğsünden galaksilerin yörüngesine; her şey, her hadise tefekkür sofrası, bir hikmet ziyafet, geniş bir müzakere meclisi… Mekân mahpusluğundan kurtulunmuş, zaman zarfı yırtılmış; hür ruhlar her zerreden, her hadiseden hikmetin, rahmetin izini, özünü yakalamanın rahatı içindedir…
Bedenler dört duvar arasında olsa da böylesi müzakere meclislerine semâvât ehli bile nazar eder; sıkıntı yerini sekineye terk eder, ümitsizlik ümide, sû-i zan hüsn-ü zanna, tozlar tohumlara…
Yeryüzü, sefahat selinden kandil kandil yanan imânî müzakere meclisleriyle kurtulur… Yüreklerden yanan çırayla canlanır bu meclisler, sıkıntıları def eder, ümidi ve hüsn-ü zannı besler… Buyurun sofra-i Rahman ü Rahim’e.
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kahraman ordumuz uyuyor mu? |
|
Kahraman ordumuz uyuyor mu? Ben bunca vergileri niye ödüyorum? Askerler darbe yapsınlar diye değil mi! Daha ne bekliyorlar? Buyurun, şu rezalete bakın:
“Saçı gözüken kadınları, traşı uygunsuz erkekleri topladılar, fön çeken berber dükkânlarını kapattılar. Ahlâk polisi, artık daha sıkı. Saçı gözüken ‘açık kadınları’, uygunsuz saç tıraşı olan erkekleri, sokaklarda tek tek çevirip sorguya çektiler, sonra da polis otolarına doldurup karakollara götürdüler. Düşük bel pantolon, dar pardesü satan, batı tarzı saç kesimi yapan kadın ve erkek berber dükkânlarını kapattılar. Ahlâk polisi, çok geniş çapta bir kılık-kıyafet operasyonu başlattı. Yeni uygulama kapsamında ahlâk polisi, sadece kıyafet denetimi yapmıyor... Erkeklerin saç-sakal tıraşına da bakıyor. Kadınlarda Avrupâî saç kesimi ve fön çektirmesi de artık kesinlikle yasak. Kıyafeti ‘uygunsuz’ bulunan kişilerin bilgileri alınıyor, bir daha kuralları bozmayacaklarına dair taahhütname imzalatılıyor. Bunlara uymayanlar, ikinci kez yakalandığında gözaltına alınarak mahkemeye sevk ediliyor...” (Basın, 17 Haziran 2008.)
Ay pardon, çok afedersiniz, İran’da yaşanıyormuş bunlar…
Sahi, bu İran ne yapıyor? Düpedüz diktatörlük bu. İnsanları rahat bıraksanıza… Peh, bir de “cumhuriyet” imiş. Gelsinler Türkiye’den cumhuriyet, laiklik, demokrasi ve insan hakları dersi alsınlar… Türkiye’de olduğu gibi, saçı gözükmeyen kızları, kadınları üniversiteye sokmamalı. Tıraşı uygunsuz erkekler, istedikleri yerlere girebilirler. Yalnız sakallılar asla üniversite, devlet dairelerine giremez. Sonracığıma, isteyen berber fön çeker, isteyen hippi saçlı model yapar. Burada, düşük bel pantolon, dar pardesü giymeyen, satmayan, batı tarzı saç kesimi yapmayan ayıplanır… Demokrasi dediğin böyle olur!
Kahraman ordu rahat uyuyabilir. Yalnız tedbiri elden bırakmamalı. Her ihtimale karşı geniş kapsamlı bir “Eylem Planı” hazırlamalı. Ve:
- Kamuoyunu, vatanın yılmaz bekçilerinin, gözetleyicilerinin, iç ve dış düşmanlarını kahredenlerin hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmeli,
- Silâhlı bürokrasi hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmalı,
- Silâhlı bürokrasi içinde fikir birliği sağlamalı,
Ve özellikle şu hususları nazara almalı:
- İktidar, irticai faaliyetlere zemin hazırlıyor ve bizzat organize ediyor.
- Silâhlı bürokrasiyi yıpratma ve din karşıtı gibi gösteren kampanyaları etkisiz kılmak amacıyla, kanaat önderleri yönlendirilerek kullanılmalı.
- Silâhlı bürokrasiyi hedef alan grupları dağıtmak için bunların içindeki bazı kişiler desteklenmeli.
- Silâhlı bürokrasi taraftarı san'atçı ve yazarlar desteklenmeli, karşıtları yıpratılmalı.
Bunun için de:
- Güvenilir isimler
- Tam kontrollü, etki edilebilen, harekete geçirilebilen sivil toplum örgütleri
- Kamuoyunda etkili akademisyenler
- Yüksek yargı üyeleri
- Basın mensupları
- San'atçılar istihdam edilmeli.
Bu arada,
- Film, dizi ve belgesel çekilmeli, ya da çekileceklere maddî destek sağlanmalı.
- Şarkı bestelenmeli.
Yoksa bunlar yapılıyor da, biz mi boşuna endişe ediyoruz! Rahat uyuyun ey laikler! Vatan emin ellerde…
24.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Saçmalama özgürlüğü |
|
Birileri çıkıp diyor ki: "Said Nursî'nin eserleri Cemaleddin Efganî'den alıntıdır." İşte size zırvanın daniskası...
Çünkü, bu tür iddiaların sahibi, merdane şekilde ortaya çıkıp da mukayeseli bir tek delil, ispat getirmiyor, getiremiyor.
Delil ve ispat sadedinde ortaya koyabildiği şey, sadece, "Efendim, tam olarak bilemiyorum da, öyle zannediyorum, öyle tahmin ediyorum"dan ibaret. Geriye tümüyle "şüphe, tereddüt, zan hasıl etme" gibi bir yığın zırva tortusu kalıyor.
Zırvanın tevil/yorum götürmez gerçekliği bir yana, durduk yerde şüphe, tereddüt uyandırmaya çalışmanın ise, başlı başına bir "münâfıklık alâmeti" olduğunu ayrıca hatırlatmış olalım.
Zaten, din ve mukaddesat düşmanları artık mertçe ortaya çıkıp da her istediği şeyi haykıramıyor da, gidip zihinleri ifsad etme gayretini başka başka perdeler altında yürütmeye çalışıyor.
Bu da onların acziyetini gösteriyor.
Öte yandan, Türkiye'de ve dünyada bugüne kadar binlerce âlimin ve milyonlarca müdakkik okuyucunun bakıp da göremediği bir gizli hakikati, zırvalamaktan başka hiçbir meziyeti bulunmayan şahısların bulup ortaya çıkarması, ilmin, aklın, vicdanın, insafın kabul edeceği şey değil.
* * *
Bir başkası da çıkıp meselâ diyor ki: "Marks ile Nursî arasında fark yok."
İddia, güya Cemil Meriç'e dayandırılıyor. Ancak, merhum Meriç'e dayandırılan olumsuz sözlerin kaynağı belirtilmiyor. Sadece zorlama tevillerle yetiniliyor.
Ne yapalım, dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de zırvalama özgürlüğü var.
Said Nursî'nin eserlerini yerli yabancı binlerce insan okuyup tetkik etti, ancak hiçbiri bu türden tevil götürmez bir zırvaya tevessül ile tenezzül etmedi.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bunlar şüphe, tereddüt uyandırma maksadıyla ortaya atılan sansasyonel atmasyonlardır. Bunların münafıklığa hizmetten başka herhangi bir faydası yoktur.
Marksizmin dayandığı maddeciliği, tabiatperestliği, diyalektik felsefeyi (Tabiat Risâlesini hatırlayın) pozitif ilimlerle de çürütüp yerden yere vuran, o fikrin sahiplerini ise hayvandan aşağı düşürmeye çalışan Said Nursî'yi tutup o zifiri karanlığın dehlizlerine doğru çekmeye çalışmanın altında, elbette ki başka türlü maksatları aramak gerekir.
Kaldı ki, Marks, Engels veya başka birileri olsun, hatta en sapık ve sapkın bir densizin teki olsun, yine de onun her söylediğinin yalan yanlış şeyler olması gerekmez. Zira, "En batıl bir meslekte dahi, hakka temas eden bir dane–i hakikat bulunabilir."
İşte, o bir tek dane–i hakikati göstererek, bunu götürüp serapa hakikat olan bir Kur'ânî mesleğe nisbet etmeye çalışmak, hakperestlikle zerre kadar bağdaşmaz.
* * *
Hayatının sonlarına doğru "Bir tek gayem vardır" diyen Said Nursî, bakınız Marksizme dayanan ve o bataklıktan beslenen bolşeviklik mikrobuna karşı ne diyor ve nasıl bir tedbir almaya çalıştığını ifade ediyor: "“Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum.” (Şuâlar, s. 427)
Said Nursî, böyle bütün mevcudiyeti ile mücadele ettiği şirret mi şirret bir cereyanla bugün irtibatlandırılmaya çalışılıyorsa eğer, acaba buna nasıl bir isim vermeli ve bu zırvayı ne ile tevil etmeli?
Ne diyelim, bu ülkede saçmalama ve zırvalama hürriyeti gibi, kafaları karıştırma, zihinleri bulandırma hürriyeti de var.
Bütün bunlara karşı Said Nursî'nin tavsiyesi şudur: "İman-ı tahkikî kılıcıyla mânevî bir cihad-ı dinî yapmak." (Asâ-yı Musa , s. 79)
Tarihin yorumu = 24 Haziran 1961
İşçi kàfileleri Almanya yolunda
Türkiye ile Almanya arasında yapılan "işgücü protokolü" anlaşması çerçevesinde, resmî ilk Türk işçi kàfilesi Batı (Federal) Almanya'ya doğru yola çıktı. Böylelikle, uzun yıllar sürecek olan yeni bir "gurbet kapısı" daha açılmış oldu.
* * *
Almanya, 1945'te sona eren II. Dünya Savaşında çok büyük kayıplar verdi.
Dinamik nüfus kesiminden milyonlarca insanını toprağa gömen Almanya, sanayi, teknoloji ve sahip olduğu hemen bütün modern imkânlarından da mahrum kaldı.
Ne var ki, bu ülke insanı, toprakları bölünmesine ve şehirleri harap olmasına rağmen ümidini kaybetmedi. Hayata adeta sıfır noktasından yeniden sarıldı. Sanayi ve teknolojisini yeniledi, yıkılmış binalarını mâmur etti.
* * *
Almanya, bu arada özellikle yer altı maden ocakları ile inşaatlarda çalıştırılmak üzere, dışarıdan işçi getirtilmesi yoluna gitti.
Bu maksatla Türkiye ile de bir dizi temaslar kuruldu. Her iki tarafın da rızasıyla bir "işgücü anlaşması" yapıldı. Anlaşma, 13 Haziran 1961'de imzalandı. On bir gün sonra da ilk resmî işçi kàfilesi Almanya'ya yollandı.
* * *
Almanya'ya gidecek işçiler, önce bir "uyum testi"ne tabi tutuldu. Ardından da doktor muayenesinden geçirildi. Heves ettiği halde gidemeyenlerin bir kısmı ise, o dönemde revaçta olan "işçi simsarları"nın eline düştü.
* * *
Bin bir zahmet ve sıkıntı içinde Almanya'ya giden işçilerin, birkaç sene sonra altlarında Mersedes marka arabalarla tatil için Türkiye'ye dönmesiyle birlikte, Almanya giderek cazip bir ülke haline geldi.
İlk yıllarda yüzlerle, sonradan binlerle ifade edilen Türk işçilerin yekûnu, bugün için artık milyonlarla ifade ediliyor.
Bu sebeple, Almanya neredeyse gurbet diyârı olmaktan çıkmış görünüyor.
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Tatile girerken |
|
Tatil; bir işi paydos etme, bir meşguliyeti sonlandırma veya ara verme gibi anlamlara geliyorsa da, yaklaşımımızın “farklı” olması gerektiğini düşünüyorum.
Deyim yerindeyse tatil; vakit öldürme, zamanı boşa geçirme ve yan gelip yatma şeklinde algılanmaması gerekir. Her şeyden önce; sağlığın yanı sıra bize bahşedilen iki önemli nimetlerden birisi olan “zaman” çok değerli ve kıymetli bir hazinedir. Hatta denilebilir ki, yedeği olmayan ve tekrarı imkânsız olan biricik sermaye zamandır. Yani, İlâhî bir lütuf olarak bize ikram edilen vakit, yerli yerinde ve amacına uygun bir biçimde kullanılmadığı takdirde sorumluluğu çok çetin olur.
Evet, gerçekten sağlık nimeti ile zaman nimetinin yokluğu hayalen dahi düşünülse, ne kadar sıkıntıları beraberinde getireceği izahtan varestedir.
Günlük meşguliyetlerimizin pek çoğu ancak sağlık ile beraber meydana geldiği ve bütün bunların bir zaman dilimi içerisinde gerçekleştiği bilinmektedir.
Gerçekten de, sağlık olmadan çoluk-çocuk için çalışmak, sağlık olmadan iyi bir öğrenci olabilmek, sağlık olmadan iyi bir öğretmenlik yapabilmek, sağlık olmadan normal bir esnaf görevini üstlenebilmek, sağlık olmadan derli-toplu ibadet yapabilmek neredeyse imkânsızdır. Şunu da düşünelim ki, bütün bu faaliyetleri, içerisinde bulunduran ve tükenip giden en ufak zaman diliminin dahi tekrar geri getirilebilmesi mümkün değildir.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda tatile “ayrı” ve “farklı” bir anlam yüklenilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkacaktır.
Elbette, yıl boyu çalışıp yorulan işçinin, öğrencinin, esnafın ve diğer insanların bir “hava değişimi”ne ihtiyaçları vardır. Ancak, bu “değişim” güzel sonuçlar doğuracak şekilde planlanmalı, önemli projelerin alt yapısının görüşüldüğü zaman dilimi haline getirilmeli, dinlenme ve meşru eğlenmenin yanı sıra eksikliklerin tamamlanması ve yapılacakların gözden geçirilmesi şeklinde değerlendirilmelidir.
Unutmayalım ki, tamamen “bomboş” geçirilen bir tatilden sonra ciddi işlere konsantre olabilmek de son derece zordur. Bu nedenle büyüklerin çoğu dinlenmeyi “iş değişikliği yapma” ve “alan değiştirme” şeklinde düşünmüşlerdir.
Dolayısıyla, tatilde kendimize vakit ayırmamız, okuma fırsatı bulamadığımız kitapları okumamız, gezdiğimiz gördüğümüz yerleri bilerek dolaşmamız, ziyaret fırsatı bulamadığımız akraba ve dostları imkânlar ölçüsünde ziyaret etmemiz, vakit ayıramadığımız çoluk-çocuğumuza vakit ayırıp yakından ilgilenmemiz tatile ayrı bir mana kazandıracaktır.
Diğer taraftan, çocuklarımıza ciddi bir dinî eğitim zemini hazırlamamız, Kur’ân okumaları ve dinî bilgilerini sağlamlaştırmaları için yardımcı olmamız, yapmamız gereken işlerin başında gelir. Yaşlarını, eğlenmelerini ve çocukluklarını göz önünde bulundurarak yapacağımız bu tür bir katkı, hayatları boyunca yararlanacakları bir husus olacaktır. Bu yüzden, çocuklarımızın elinden tutarak onları hocalarına teslim etmemiz ve eğiticiye destek sağlayarak çocuğumuza yardımcı olmamız ve fıtratına uygun bir eğitim vermemiz geleceğini olumlu etkileyecektir.
Kuşkusuz, hocalarımız da çocukların dinlenme, eğlenme ve oynama ihtiyaçlarını dikkate alacak, fıtratlarını gözden ırak tutmayacak ve pedagojik kurallara uygun bir eğitim vereceklerdir. Böylece, çocuklarımız dinlerini sevecek, Kur’ân ve camiye sempatiyle yaklaşacak ve kendi arzusuyla koşarak öğrenmenin yolunu tutacaktır. Aksi davranışlar ise, çocukların ömür boyu din, iman, ezan ve Kur’ân’dan soğumalarına sebebiyet verebilecektir.
Sağlıklı ve yararlı bir tatil dileğiyle…
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Müzikte bir geleneğin son temsilcisi: Cinuçen Tanrıkorur |
|
Gönülden Dile
“Öyle bir musîkiyi örten ölüm
Bir teselli bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm
Çok saatler geçince hicranda. ”
Yahya Kemal Beyatlı
Yahya Kemal “Eski Mûsıkî” şiirinde Dede Efendi için şöyle der:
“Bu mûsıkîyi o, son kudretiyle parlattı
Ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı. ”
İşte o muhteşem güneşlerden biriydi merhum Cinuçen Tanrıkorur. 2000 yılının 29 Haziran'ıydı hayata gözlerini kapadığında. Ertesi gün cenaze namazı için Altunizade’deki İlâhiyat Fakültesi Camiinde idik. Dönemin kültür bakanı İstemihan Talay’dan R. Tayyip Erdoğan’a, Orhan Gencebay’dan Ahmet Özhan’a kadar bütün sevenleri, öğrencileri cenaze namazında saf tutmuştu. San'atta taviz vermeyen çizgisi, eleştirmekten çekinmeyen tavrına rağmen sevmeyeninden kat be kat fazla sevenlerinin olduğunu işte cenazesine katılan cemaat ispatlıyordu.
Bekir Sıtkı Sezgin’den bir süre sonra hocanın da kaybı müziğimiz adına pek çok kişiyi üzmüştü. Birkaç dil bilen, muhteşem bir ud virtüözü. Konservatuardaki hocalık görevinin yanı sıra yine pek çok öğrenci yetiştiren bu pek titiz insan artık yoktu. Öğrencisi ve iyi bir tanbur icracısı olan Dr. Murat Tokaç’ın konserinde izlemiştim onu. İçinde yabancıların da olduğu salonu dolduran dinleyicilerden biri de bendim. Konser boyunca tanbur ve udun dışında duyulan tek ses arada bir salonu kaplayan öksürük sesleriydi. Konserin bitiminde Cinuçen Hoca’nın tatlı sert ikazıyla karşılaştı izleyenler. Konser boyunca salonu çınlatan öksürük sesleri rahatsız etmişti haklı olarak. Konser dinlenirken daha dikkatli olunabileceği yönündeki hatırlatması salonda biraz soğuk duş etkisi yapmıştı. Gerçekten de kalabalık ortamlarda duyulan bir öksürük sesi başkalarının da peşi sıra gelmesine sebep oluyor ve çoğu zaman insan bunu bilinçli yapmıyor.
Hocanın acaba kırılırlar mı diye içinden geçenleri söylemekten kaçınmayan tavrı, yazdığı yazılar, yaptığı konuşmalarda da kendini gösteriyordu. Sanırım 1999, 2000 yılları idi. “Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler” isimli kitabı yeni çıkmış hemen alıp okumuştum. Beşiktaş’ta yayınevinde yapacağı imza programına çok istememe rağmen hangi seebeple hatırlamıyorum gidememiştim. Yüzyüze sohbet etme imkânını böylece kaçırdığıma üzülürken bir de vefat haberi gelince buna bir de pişmanlığım eklenmişti. Cinuçen Beyle işte böyle, bir kez sağlığında bir de vefatında aynı ortamda buluşmuştuk. Yazdığı pek çok makaleyi ve kitabını okudum. Kalıplaşmış bir ifade olarak düşünülmesin, ama gerçekten müziğimiz büyük bir kayıp verdi, yara aldı. Aynı yukarıda Yahya Kemal’in dediği gibi öldüğünde muhteşem güneşlerden biri daha battı.
Bir Portre: Cinuçen Tanrıkorur
1938’de İstanbul’da doğdu. İtalyan Lisesini ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümünü bitirdi. Müzik kariyerine 4 yaşında başladı. Kendi kendine nota, usul, beste yapmasını ve ud çalmasını öğrendi. Şeddisaba Zavilaşiran, Gülbuse isimli yeni makamlar buldu. 500’e yakın beste yaptı. 1982'de TRT’-den ayrıldı. Konservatuar’da dersler verdi. Pek çok Avrupa ve Arap ülkeleri ile ABD'de konserler verdi. Hem Türk hem de yabancı pek çok öğrencisi oldu. 5 dil bilen Cinuçen Tanrıkorur, hayatının önemli bölümünde ağır hastalıklarla mücadele etti. Defalarca ameliyat oldu. Bütün bu sağlık problemlerine karşın gazete ve dergilerde makaleler yazdı konferanslar ve konserler verdi. 29 Haziran 2000 yılında İstanbul’da vefat etti. Yine bir müzik adamı Yalçın Çetinkaya’nın dilinden vefat anıyla ilgili kısmı aktaralım:
‘’Vefatından iki gün önce tedavi gördüğü hastane odasında kendisini son kez görmek nasip oldu. Ellerinden öptüm. Helâlleştik. Tam o sırada öğle ezanı başladı. Merhum Cinuçen Bey ezan bitene kadar ‘La ilahe illallah Muhammedun Rasulallah' zikriyle ezana eşlik etti." Allah rahmet eylesin.
Cinuçen isminin anlamı
İlk kez duyduğum ve anlamını merak ettiğim bu ismin nereden geldiğini Beşir Ayvazoğlu’nun köşesinde okuyunca öğrenmiştim. Cinuçen isminin hikâyesi şöyle: Yaman bir İttihatçı olan Hacı Tahir Cidali Bey çocuklarına ebced hesabıyla doğum tarihlerini veren ilgi çekici isimler verirmiş: Lütf-ı Hak, Savn-ı Hüda, Şan-ı Zafer, Dürr-i Semin, Mecd-i Nevin. Bunlardan Şan-ı Zafer, Cinuçen Tanrıkorur'un babası imiş ve terzilikten kunduracılığa, çiftçilikten mobilyacılığa kadar kırka yakın san'at dalında birinci sınıf san'atkârmış. Orijinal isim merakını babasından miras alan Zafer Şan Bey (Şan-ı Zafer) oğluna hiç kimsenin bilmediği öztürkçe bir isim vermiş: Cinuçen. Bu kelime “galip, muzaffer” anlamına gelen “yenuçen/yenici” kelimesinin şark Türkçesinde aldığı biçimmiş.
24.06.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Futbol ve ötesi |
|
Galatasaray’ın 2000 yılındaki Avrupa şampiyonluğu ve millî takımın 2002’deki dünya üçüncülüğü sonrasında, futbol odaklı yeni bir coşku dalgası daha yaşanıyor.
Millî takımın kötü bir başlangıç yaptığı Euro-2008 elemelerinde, müteakip maçlarını son dakika, hattâ Hırvat maçında olduğu gibi son saniye ataklarıyla kazanarak yarı finale çıkmasının yankıları, diğer bütün gündemleri geriye attı.
Günlerdir bu “zafer”le yatıp kalkıyoruz.
Ne yürüyen kapatma dâvâsı, ne AYM Başkanının mahkemeye yönelik eleştirilere karşı savcıları göreve çağırması; ne “izlenme” kuşkuları ve ilginç buluşmalarıyla çok konuşulan AYM Başkanvekilinin son olarak Kara Kuvvetleri Komutanıyla makamında yaptığı ortaya çıkan bir buçuk saatlik görüşme; ne hangi niyet ve kasıtlarla “Lâhika” adı verildiği de anlaşılamayan Genelkurmay belgesinin yol açtığı dalgalanmalar...
Ve hattâ ne başörtüsü meselesi...
Dahası, maç kutlamalarında kalabalığa karışarak coşkuya ortak olan bazı başörtülülerin tavrı ne anlama geliyor? Yasağın hiç umurlarında olmadığı mı, başörtüsünün ayrımcılık sembolü olduğu iddiasının tekzibi mi, tesettürün temsil ettiği mânâlar açısından son dönemde yaşanmakta olan gerilemenin yeni bir tezahürü mü?
Ya da ayrı ayrı hepsinin geçerliliği olabilir mi?
Futbolun genel anlamda kitleleri uyuşturmak ve gerçek gündemlerden koparıp oyalamak için kullanılan en etkili araçlardan biri olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat öteden beri dile getirilir.
Yerli takımların sezon boyunca yarıştıkları ve kendi içlerinde kategorilere ayrılan millî liglerdeki şampiyonluk mücadeleleri başka bir fasıl.
Sonrasında bölgesel veya dünya çapında düzenlenen periyodik müsabaka organizasyonları.
Bunların küresel boyutlara erişip, iletişim teknolojisindeki başdöndürücü gelişmeyle desteklenerek bütün toplumları etki alanına almasına bakılınca “Kitleler oyalanıyor ve uyuşturuluyor” kanaati haliyle daha da kuvvet kazanıyor.
İşin arkaplanında, muazzam paraların döndüğü ve karanlık güç ilişkilerinin geçerli olduğu bir sektörün mevcudiyeti de işin ayrı bir ciheti.
Ama bütün bunlar bir yana, söz konusu organizasyonlardaki müsabakaların gerek ortak millî duyguları ön plana çıkarma, gerekse uluslararası dayanışma kümelenmeleri oluşturma gibi olumlu sonuçları herhalde gözardı edilmemeli.
Nitekim son maçların Türkiye’nin üzerine aylardır çöken ve her geçen gün daha da ağırlaşan kasveti kısa bir süreliğine de olsa dağıttığı, aramızdaki ayrılıkları törpüleyip birliktelikleri öne çıkardığı ve ayrıca “Türkün Türkten başka dostu yok” anlayışının rağmına, Arap âlemi başta olmak üzere dünyanın birçok yerinden sempati ve destek görmemize vesile olduğu gözleniyor.
Öte yandan, özellikle kapatma dâvâsının bunalttığı iktidar partisinin, üç maçta da başarının son dakika ve saniyelerde gelmesini kendi durumuna uyarlayarak, “90 dakikalık maçın henüz 75. dakikasındayız, her an olumlu sürprizlerle karşılaşabiliriz” gibisinden yorumlar geliştirerek kendisine moral takviyesi yaptığı da görülüyor.
Ama futbolla siyaset ve ülke gerçekleri her zaman örtüşmeyebilir. Bilhassa siyasette gerçeklerin temennî ve beklentileri karşılar şekilde gelişmesi için son dakika sürprizlerinden çok, istenen sonuç için gerekli reel şartları doğru zamanda uygun yöntemlerle ikmal etmeye ihtiyaç var.
Ve AKP bu noktadaki affedilmez ihmallerinin bedelini ödüyor. Eğer AB ve demokratikleşme reformlarına üç buçuk yıldır ara vermeseydi, en azından 22 Temmuz seçiminden sonra elde ettiği tarihî fırsatı yanlış adımlarla heba etmeseydi, bugün böyle bir sıkıntıya maruz kalmazdı.
Futbolda Hırvat takımını 4-2 yendiğimiz için şenlik yapanlar, bizimle aynı tarihlerde AB ile üyelik müzakerelerine başlayıp yolu yarılamış olan Hırvatistan’ın, açılan başlık sayısında bize 10 fark atması hakkında ne düşünüyorlar acaba?
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Vadime dokunma! |
|
Türkiye’nin dertlerden biri de çevre konusundaki ihmallerdir. Sanayileşmesini tamamlayan ülkeler, bu süre zarfında ‘çevre’lerini de büyük ölçüde tahrip etmişler, sonra da ‘zararın neresinden dönülse kârdır’ anlayışıyla yeniden çevreye sahip çıkmayı gündemlerine almışlardır. Türkiye bu dönem zarfında sanayileşmede ‘geri’ kalmış, ama ‘çevre’yi de nisbeten koruyabilmiştir.
Dünya, son yıllarda daha önce tahrip ettiği çevreyi yeniden kazanmaya çalışırken, biz ne yazık ki tahrip çalışmalarına ağırlık vermek üzereyiz. Hatırlamak lâzım: Dünyada ‘ekolojik ürün’e rağbet arttı. Peki, ‘ekolojik ürün’ nasıl yetiştirilebilir? Geçmiş yıllarda ‘kimyasal gübre’ kullanılmayan topraklarda ‘ekolojik ürün’ yetiştirilebilir. Türkiye’de çiftçiler; geçmiş yıllardaki ‘fakir’likleri sebebiyle topraklarını gübreleyemedi. Ve o günlerde ‘zarar’ gibi görünen ‘fakirliğimiz’ bugün ‘ekolojik ürün’ üretme yoluyla zenginliğe dönüşebilir.
İşte çevre konusunda da aynı noktadayız. Başta Karadeniz olmak üzere henüz bozulmayan güzel bir çevreye sahibiz. Ancak son yıllarda ‘para’ uğruna bu güzel ve eşi bulunmaz çevremiz tahrip edilmeye başlandı. Karadeniz Bölgesinin hemen her ilinde, her vadisinde ‘tünel tipi HES’ler yapılmaya başlandı. Henüz iş işten geçmiş değil, ama çevre tahribi noktasında epey yol alınmış durumda.
İstanbul’daki Karadenizliler, 22 Haziran Pazar günü Kadıköy’de bir araya gelerek çevrenin katledilmek istenmesini güçlü bir ses ile protesto ettiler. İkizdere Derneği ve çevre derneklerin organize ettiği “Vadime Dokunmayın” mitingi yapılarak, hadiseye sadece ‘para’ gözlüğüyle bakanlara anlamlı bir mesaj verildi. Mitingde sadece İkizdereliler yoktu. Başta Çayeli’nin Senoz Vadisi köylerinde oturanlar olmak üzere Fırtına Vadisi ve diğer vadi köylerinde oturanlar da oradaydı.
Mitingde yapılan konuşmalarda bu ve benzer mitinglerin ‘enerji üretimine’ karşı olmadığı özellikle hatırlatıldı. Konuşmacılarca, karşı çıkılan şeyin; ölçüsüz ve insafsız çevre tahibatı olduğu ifade edildi. Gerçekten de başlangıçta bu vadilerde santraller yapılmasını destekleyen çok sayıda kişi, çalışmaları yerinde görünce ürküyor. Halkın diline yerleşmiş bir tabirimiz var: “Vur deyince öldürme.” İşte, “Enerji üreteceğim, dereler boşa akmayacak, bölge halkı da kazancak” diyenler öyle ölçüsüz ve insafsız hareket etmeye başladılar ki, Senoz Vadisindeki güzellikler ‘ölüm’ün de ötesine geçti!
Çok önemli itiraz noktalarından biri de şu: Bölgede çalışmaya yapan firmalar, vatandaşı muhatap bile almıyor ve bu güne kadar da almadı. Düşünün, bunca itirazlar oluyor, mitingler yapılıyor, başta mahalli TV’ler olmak üzere onlarca yayın yapılıyor; bu bölgede yatırım yapan ‘çevre dostu firmalar’ tek kelime etmiyor! Eğer yaptıkları işin faydalı olduklarını düşünüyorlarsa niçin kamuoyu önüne çıkıp bunu savunmuyorlar? Kaçak güreşmeye, milleti yanıltmaya ne gerek var?
Kadıköy’deki mitingde coşkulu bir kalabalık vardı ve “Dereler özgürdür, özgür akacak” diye haykırdı. Her konuda olduğu gibi ‘çevre’ konusunda da duyarlı olmak ve haksızlıklara, çevre katliâmına karşı çıkmak durumundayız. Bunun için “Senoz Vadisi”nde oturuyor olmak da gerekmez. Çünkü her şeyi ‘para’ olarak gören menfaatçiler, bugün Senoz Vadisinde, yarın Beykoz Korusunda olabilirler...
Vadimize, yeşilimize ve ‘temiz hava’mıza dokunmayın.
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı” (2) |
|
“KAPATMA dâvâsı”na dalan siyasî iktidar, asıl “yasal düzenleme” yapması gereken temel hak ve özgürlüklerde geri duruyor. Kur’ân kurslarına devamdaki “yaş yasağı” da bunlardan biri…
Bilindiği gibi, 28 Şubat’ın siyasî aktörü Anasol-M hükûmeti döneminde Kur’ân-ı Kerim’i öğrenebilmek ve dînî bilgilerini geliştirebilmek amacıyla, okul zamanı ve tatilde veyahut hafta sonlarında Kur’ân kurslarına devama “kısıtlamalar” koymuş; “Kur’ân kursları yönetmeliği”ndeki “câmilerdeki Kur’ân eğitimine katılanlarda yaş sınırı aranmaz” hükmünü kaldırılmıştı.
Buna göre, çocuklar dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmeleri için okul zamanı ancak “sekiz yıllık kesintisiz eğitim”i tamamlamaları, yaz aylarında ise beşinci sınıfı bitirmiş olmaları şart.
Müzik, bale, yüzme, spor, resim, dans ve yabancı bancı dil çin yaş sınırı bulunmazken, Kur’ân öğrenimi için çocukların okul dışında 12, okul zamanı 15 yaşa gelmeleri beklenmesi öncelikle temel hak ve hürriyetlere, “inanç ve eğitim hakkı”nı düzenleyen Anayasaya ve yasalara aykırı…
“YAŞ YASAĞI” YASALARA AYKIRI
Zira “herkesin dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğunu” belirleyen “din ve vicdan hürriyeti”ne dair Anayasanın 24. maddesi, öncelikle “din ve ahlâk eğitim ve öğretimini devletin denetim ve gözetimi altında yapılmasına” hükmeder. “Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin kanunî temsilcisinin talebine” bağlar.
Ve Anayasanın 136. maddesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer aldığını” belirtir; görev ve yetkilerinin “özel kanun”la belirleneceğini ifade eder. “Diyanet İşleri Başkanlığı kanunu”nun “kuruluş ve görevleri” bölümündeki birinci maddesi ise, “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur” denilir.
Bu bakımdan sözkonusu “yaş yasağı”, evvela Anayasanın 12. maddesinde teminat altına alınan, “herkesin sahip olduğu kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetler”in başında yer alan “din ve vicdan hürriyeti”ni hiçe saymakta. Çocukların sağlıklı din eğitim almasının bazı vehimlerle engellenmesi, özellikle Anayasanın vatandaşların “din eğitimi ve öğretimi” hakkını elinden almakta.
Keza Anayasal tâbirle “kişinin kendi isteği veya küçüklerin kanunî temsilcilerinin isteğine bağlı olarak, devletin denetim ve gözetiminde verilecek olan din eğitim ve öğretimi”nin, yasa ve yönetmeliklerle “sınırlanması”, her şeyden önce vatandaşları inancını öğrenme gibi temel hak ve hürriyetlerden mahrum bıraktırmakta.
Keza çocukların sağlıklı din eğitim almasının engellenmesi, öncelikle Anayasa’daki vatandaşların “temel hak ve hürriyetleri”ni hiçe saymakta. Dahası, devletin “din işleri”yle yetkili yegâne Anayasal kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na Kur’ân kurslarına ve camilere devamı için “küçüklerin kanuni temsilcilerinin isteği”nin “yaşla sınırlanması” Anayasada ve ilgili yasada açıkça belirtilen hükümlerle tezat teşkil etmekte ve çocukların eğitim hakkını engellemekte…
KONUNUN CİDDİYETİ
Gerçekten merak konusu; Anayasa ve yasadaki “küçük” tanımı neden ilkokul ikinci sınıf için değil de, beşinci sınıf için dayatılmakta? 12, dahası 15-16 yaşına gelen çocuklar, hangi kritere göre “küçük” dahi sayılmayıp velisinin talebine rağmen, “yaş yasağı”yla dininin temel kitabını öğrenmesi engellenmekte?
Diğer kurslar için “küçükler”in “kanunî temsilcileri”nin isteği yeterli görülürken, neden bir tek Kur’ân kursu için yeterli görülmemekte; ayrıca “yaş haddi” konmakta? Oysa, 12 yaşından, hele 15-16 yaştan sonra Kur’ân öğreniminin çok zorlaştığı; hatta bu yaşlardan sonra öğrencilerin artık kurslara devamlarının imkânsız olduğu eğitimcilerce açıkça ifade edilmekte. Hele hâfızlık yapmanın bütünüyle zorlaştığı, âdeta imkânsız hale geldiği uzmanlarınca ifâde edilmekte.
Peygamberimiz, çocukların küçük yaşlardan itibaren yavaş yavaş usandırmadan, ürkütmeden Kur’ân ve dinî bilgilerin, bazı ibadet pratiklerinin yaptırılmasının, basit bir şekilde eğitilmelerinin lüzumuna işaret etmektedir.
Zira Kur`ân öğretiminin salt bir öğrenmenin ötesine, kendine göre okuma kurallarının olduğu ve bu kurallara göre okunması gerektiği, harfler mahreçlerinden doğru ve uygun okuyabilmek, öğretimin yanı sıra bir eğitim konusu olduğu konunun uzmanlarınca iâde edilmekte. İlâhiyatçılar, her yaş ve seviyede Kur’ân’ın öğrenebileceği, ama usulüne göre okumayı öğrenebilmek için küçük yaşlarda bu eğitimi alması gerektiği gerekleriyle belirtilmekte…
Görünen o ki Diyanet’in bu tesbitleri ilgililere iletmesi ve siyasî iktidarın bu meseleyi artık ötelemeyip ciddiyetle eğilmesi gerekiyor.
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Bezdiren film |
|
Geçtiğimiz asır, insanlık tarihinin en fırtınalı asrı olmuştur. Bediüzzaman’ın “ilk asırların toplam vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu” dediği şu hâzır medeniyetin yaşandığı asır, insanlık tarihinin en kanlı ve vahşi sayfası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu asırdaki dünya savaşları ile son yıllarda cereyan eden ve “medeniyetler çatışması” kılıfına uydurularak göz yumulan savaşlarda milyonlarca insan öldü. Bundan da kötüsü, insanın vazife-i asliyesini unutturan, Cemil Meriç’in “idrakimize giydirilen deli gömlekleri” dediği sonu “izm”le biten ideolojiler, insanlığın büyük bir kısmını huzursuz etti ve hayat-ı ebediyelerini de kaybettirdi. Ne uğruna?
Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne yayılıyor” diyerek tesbit ettiği dinsizlik ve imansızlık vebası, ülkemize, kapılarını ardına kadar Batı’ya açma hareketi olan Tanzimat’la birlikte iyice yerleşti. Bundan ilham alan Cumhuriyet, modernleşme projesini dindışı unsurlar üzerine bina etti. Ondan sonradır ki, Risâle-i Nur müellifinin ifadeleriyle, terbiye-i İslâmiye zedelendi, milletin kalp hastalığı olan zaaf-ı diyanet baş gösterdi, ehl-i İslâm sımsıkı temessük ettiği dinden elini gevşetti. Ne uğruna?
Gorbaçov’un sevdiğim bir sözü vardır: “Hayat geç kalanları hiç affetmez.” O kadar geç kaldık ki… “Hürriyetin ilânı” olarak da bilinen İkinci Meşrûtiyet’ten bu yana yüz yıl geçtiği halde demokrasimiz hâlâ sakat. İdrakimize deli gömlekleri giydirilmeye devam ediliyor. Bu deli gömlekleri için kaç nesil yitirdik? Ne uğruna?
2. Meşrûtiyet bizde demokratikleşme yönünde atılmış önemli bir adımdı. Ancak ilk kırılma noktası ve bir darbe teşebbüsü de diyebileceğimiz 31 Mart Hadisesiyle bu hareket baltalandı. 31 Mart olayı kanlı bir şekilde bastırıldı. Bundan üç yıl sonra Abdullah Cevdet “İçtihad”da, “Hürriyet-i irtica yoktur” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazısında kendileri gibi düşünmeyen, Batı normlarına uygun yaşamayan insanları ilkel bulmaktaydı ve böyle insanların özgürlüklerinin kısıtlanmasını talep etmekteydi. İnançları ve düşünceyi kısıtlayıcı bu tavır adeta bir devlet geleneği haline getirildi. Bu fikirlerle yoğrulmuş Cumhuriyet eliti “Batıcılık”ı kutsayarak millî-manevî değerlere sırtını döndü ve bu değerleri kendi insanının yaşamasına engel oldu. Bu topraklar yüz elli yıldır kendi aydınının ihanetini görmektedir. Ne uğruna?
1950 “Beyaz devrim”i, farklılığın ve renkliliğin de adı olmuştu. On yıl boyunca demokrasi bahçemiz şenlendi, insanımız rahat bir nefes aldı. 1960 darbesiyle bu bahçe de tarumar edilerek demokrasi tarihimizin önemli bir sayfası daha kana bulandı. Ne uğruna?
1971 muhtırası ve 1980 darbesi de “zulm ile abad olanlar”ın devrini devam ettirdi. 28 Şubat süreci ise Türkiye’de kapanması zor yaraların açıldığı bir dönem oldu. Zulmün başına adalet tacını geçirdiği bu yıllarda insan hakları ve hukuk, en çok ayaklar altına alınan mazlumlar arasındadır. Andıçlar, fişlemeler, ikna odaları, fikirlere vurulan prangalar ortaçağ engizisyonundan farksızdı. Yine kuşaklar ziyan edildi. Ne uğruna?
27 Nisan e-muhtırası nihayetinde Türk siyasetinin yol haritasını değiştirdi. İrticanın hortlaması ve laikliğin elden gitmesi gibi kutsal mazeretlere dayanan Anayasa Mahkemesinin son kararıyla da demokrasimiz tarihinin en büyük darbelerinden birini daha aldı. Ne uğruna?
Onca darbelerden ve darbe teşebbüslerinden sonra, son olarak da bir “Hizaya gel” projesi. Genelkurmay Başkanlığınca tekzip edilen bu projeye göre “Halkı TSK’nın görüşleri doğrultusunda yönlendirmek, kamuoyunu TSK’nın çizgisine çekmek için” bir eylem planı hazırlanmış. Amaç: iktidarı yıpratarak yeni anayasanın çıkarılmasını engellemek. Yıl 2008… Kaybedilen koca bir asır… Ne uğruna?
Bütün bunlardan sonra insan sormadan edemiyor. Kendi insanını “yığın” olarak görenlerin iktidar mücadelesini anlatan bu yüz elli yıllık film nasıl sonuçlanacak acaba? İnsanca yaşamak, insan olmanın gereklerini yerine getirmek, ruhunda hissettiği hürriyeti elde etmek, baskıya, haksızlığa maruz kalmadan inancını yaşamak gibi temel prensiplere dayananlar mı galip gelecek; yoksa bunları insanımıza yakıştıramayan çağdışı anlayış mı? Filmin izlediğimiz şu ana kadarki kısmına dair genel düşüncemiz şudur ki: Bezdik artık!
24.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|
|