Siyasî iktidarın, başörtüsü yasağını demokratik direnç ve siyasî irâde ile kaldırmak yerine, yasasız yasağı “yasa”yla aşma teşebbüsü, daha da çıkmaza soktu. Esasen kamudaki ve özellikle üniversitelerdeki yasaklama, tamamen kanunsuz ve keyfî idi. Hakkında hiçbir yasa ve yasal yasaklama olmayan başörtüsünü yasayla, hele anayasayla serbest bıraktırma yanlışlığı, meseleyi bu noktaya getirdi.
Yanlıştan “yanlış” çıktı; ancak bu “yanlış”ın, tamamen tepeden dayatılan yasa dışılığı “yasallaştırma” bahane edilmesi, yasağı daha da azdırdı. Öylesine ki bazı “laikçiler”in son raddede tıpkı CHP sözcüleri gibi “Meclis’in Anayasayı değiştirme iktidarının kalmadığı”, “yetkinin Anayasa Mahkemesi’nce devralındığı” şamatasına kadar vardırıldı.
Tıkanma süreci, “bir Başbakan olarak beş yıl boyunca bu konuda bir şey konuşmadım” diyen Başbakan Erdoğan’ın, yasak hakkındaki bir soruya, İspanya’dan “velev ki siyasî simge de olsa...” çıkışıyla başlayan siyasî öngörüsüzlükle başladı.
Bu vartaya varacağı baştan belli idi. Başbakan “bir cümlelik Anayasal değişiklik” için destek aradı; ve MHP’nin “desteği”yle sözkonusu Anayasa’nın iki maddesi değiştirildi. Neticede yasakçıların eline kozlar verildi; daha önce binbir zorlamayla açıkladıkları yasağa yasal yakıştırma uydurmaları, alabildiğine istimal ve istismar edebilecekleri bir dizi malzeme sunuldu…
“KARAR”LA BAŞÖRTÜSÜ YASAKLANAMAZ
Olup bitenlere baktıkça âdeta “başörtüsü yasağını daha da azdırma ve yasallaştırma” senaryosunun sahnelendiği, “anayasal değişiklikler”den “iptal istemi”ne kadar birbirini tamamlayan bir plânla “yasal oyun”un oynandığı, tuzağa düşüldüğü izlenimi alınmakta…
Başta yasakçı rektörler olmak üzere “yasakçılar” başından beri “yeni yasa da çıksa, anayasa da değişse yasağın devam ettirileceğini” açıkça ilân ettiler. Anayasanın 10. ve 42. maddelerindeki düzenlemenin yeni birşey getirmediği, “iptal” edilmezse de bunun başörtüsünü serbest bırakmayacağı yaygarasını kopardılar. Amaç, ne yapılırsa yapılsın, yasadışı yasağa mutlaka bir kılıf bulunarak dayatılacağı korkusunu kamuoyunda yaymaktı. Bunda kısmen başarılı da oldular.
Aslında yapılacak olan, yasağın yasal olmadığını ikaz etmek; siyasî irâde ile dayatılmasını bertaraf etmekti. Zira kanunda olmayan yasak, tamamen Anayasa ve yasalara aykırı olarak Anayasa Mahkemesi’nin “iptal” edemediği Yüksek Öğretim Kanununun Ek-17. maddesinin “gerekçesi”ne yazdığı “yorum”a dayandırılmakta.
İkide bir serrişte edilen Danıştay kararları da, AİHM’in “Türkiye’deki yasağı yasalara uygun gören” şaşırtılması da, YÖK ve rektörlerin indî yönetmelik ve tâlimatları da hep bu uydurmaya dayanmakta… Oysa Anayasanın 153. maddesi, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının ve “gerekçesi”nin hiçbir surette “kanun” yerine geçemeyeceğini ve “yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceğini” hükme bağlamakta.
Keza Anayasa’nın 6. ve 7. maddelerinde, “millet adına yasama yetkisi”nin yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olduğu, Mahkemenin ya da başka bir kişi veya organın kaynağını Anayasadan almayan “millet adına egemenlik yetkisini kullanamayacağı” açıkça ifâde edilmekte. Ayrıca ek-17, “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâresiyle, hiçbir indî yoruma mahal bıraktırmayacak şekilde başörtüsünü serbest bırakmakta…
YASAK HALEN YASADIŞI
Siyasî iktidar, “yasa” yapmak yerine, Mahkemenin “gerekçesi”nin “karar” olarak dayatılmasının yanlışlığı üzerinde durmalıydı. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetleri hakkında hiçbir kanun olmadığına ve başörtüsünü yasaklayan bir yasa bulunmadığına göre, hükûmete düşen sapa yollara sapmada başörtüsünün kesinlikle yasaklanamayacağını kararlılıkla savunmaktı. Bunda ısrar etmekti.
Ne var ki Yeni Asya’nın baştan beri tesbit ettiği, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk ve Avukat Kezban Hatemi başta olmak üzere hukukçuların anayasal ve yasal dayanaklarıyla açıkladıkları bu hususun üzerinde durulmadı.
İktidar partisi bazı günübirlik mülâhazalarla sürekli savsakladığı başörtüsü meselesini, yanlış bir yöntemle “çözmeye” kalkıştı. Kolaycılığa kaçtı, tribünlere oynadı; ancak oyunun farkına varmadı. Olmazsa, “yapmak istedik yine yaptırmadılar” söylemine sığınacaktı.
Neticede Anayasa Mahkemesi, hukukî değil siyasî karar verdi. Ancak iktidar da hep siyasî yanlış yaptı. Siyasî yanlışın faturası, insan hak ve hürriyetlerinin başında gelen inanç ve eğitim hakkına kesildi. Sâdece yüzbinlerce başörtülüyü hak kazandıkları okullarda okumayı engellemekle kalmadı; “yasağın yasallaştırılması” oyunu olarak ortaya çıktı. Ayrıca bumerang gibi döndü siyasî iktidarı da vurdu.
Değer miydi?
09.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|