Baki ÇİMİÇ |
|
His ve hissiyât |
“Hiss-i dîn ile, en âmî, en münevverü’l-fikir gibi mütehassistir. Fikri münevver olmasa da, kalbi münevverdir. Hissiyât güzel olursa, efkâr da müstakîm olur.” 1
Bedîüzzamân
İnsanın hissiyâtını ve efkârını münevver yapan muharrik hiss-i dîndir. Hiss-i dîn ile en âmî ve cahil de olsa, efkârı nurlanmış bir aydın gibi hassas olur ve o hiss-i dînden hislenir. Efkâr yoğunlaştığı zaman hisse dönüşür. His ise muhabbet içindir. “Allah kalbin bâtınını îmân ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahîrini saîr şeylere müheyyâ etmiştir.” 2 Hem “Vicdanın anâsır-ı erbaası ve rûhun dört havassı olan ‘irâde, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’ herbirinin bir gayetü’l-gàyâtı var: İrâdenin ibâdetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşâhedetullahtır.” 3 İnsanın “mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.” 4 Üstad Hazretleri “İşte, insanda binlerle hissiyat var” demektedir. Ve “Her birisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: Biri mecâzî, biri hakîkî”dir. 5 Her bir hissin, bir yıldız gibi yükselmesi ve inkişâf etmesi için hiss-i dîn ile mütezeyyin olması gerekir. Eğer hiss-i dîn ve îmân, efkârı nûrlandırırsa o efkâr yoğunlaşarak marifetullah noktasından da aşarak hissiyâta ve muhabbetullaha ulaşır ve insanı îmân-ı kâmil noktasına çıkarır. Demek ki dîn insanda bulunan binlerle hissiyâta istikamet veriyor ve insanları mütehassis (hassas ve hisli) yapıyor. Böylece insanda bulunan binlerle hissiyât ya müsbet ya da menfî mertebeye ayrılıyor. His, içte ve gönülde meydana gelen yankı ve duygudur; bir şeye duyulan yoğunlaşılmış bir ilgidir. Bir şeyi idrâk edip şuûr hâsıl eylemektir. Bedendeki his, uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcûdiyetini idrâk eylemek olarak da biliniyor. Hissiyât ise, duygular ve hisler olarak hissin mütenevvi’ çeşitleri ve çoğuludur. Hissiyât ve duyguların hayata derc edilmesinin sırrı ise şöyledir: “Hayat dahi pek çok sıfattan yapılmış bir hakîkattir. O hakîkattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisât ederek inkişâf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekserî ise, hissiyât sûretinde kendilerini ihsâs ederler ve hayattan kaynama sûretinde kendilerini bildirirler.” 6 Öncelikle, Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin Risâle-i Nûrlarda hissiyâtı müsbet ve menfî olarak ayırdığını görüyoruz. Meselâ; İnsanda ”...hissiyât-ı süfliye…” 7 vardır. İnsanın ”...hissiyât-ı ulvîyesi harekete gelir…” 8 denilmektedir. Risâle-i Nûrlarda tesbit edebildiğimiz diğer müsbet ve menfî his ve hissiyâtlar ise şunlardır: İnsanda hükmeden müsbet his ve hissiyâtlar; hissiyât-ı bâkiye, hissiyât-ı beşeriye, hissiyât-ı dînîye, hissiyât-ı hafiye, hissiyât-ı îmâniye, hissiyât-ı İslâmiye, hissiyât-ı ulviye-i dînîye ve insaniye, hissiyât-ı âliye, hissiyât-ı ulviye-i rakîka, hissiyât-ı cumhur, hissiyât-ı hayatiye, hissiyât-ı kalbiye, hissiyât-ı mütevârise, hissiyât-ı Yâkubiye, hissiyât-ı âmme, hissiyât-ı nezîhe, hissiyât-ı askeriye, hiss-i şefkat, hiss-i uhuvvet, hiss-i şükran, hiss-i selîm, hiss-i sâdis, hiss-i millî, hiss-i karâbet, hiss-i kable’l-vukû’, hiss-i hüzn-ü gam, hiss-i havf, hiss-i elîm, hiss-i âmme, hiss-i hürriyet, hiss-i zahirî, hiss-i sâmia, hiss-i sâdise-i sâdıka olan sâika, hiss-i sâbia-i bârika olan şâika, hiss-i hakîkî-i terakkî, hiss-i adalet, hiss-i sâdise-i bâtıniye, hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirâne, hiss-i mücerred, hiss-i millî ve dinî,... şeklinde devam etmektedir. Menfî his ve hissiyâtlar ise; hissiyât-ı nefsâniye, hissiyât-ı süfliye, hissiyât-ı şedîde, kör hissiyât, heyecanlı hissiyât, hissiyât-ı âşıkâne, hiss-i intikam, hiss-i tahkir, hiss-i gurur, hiss-i nefs-i cisim, hiss-i inkârî, fikr-i milliyet, hiss-i taklidî, hiss-i tenkit ve muâraza, hiss-i şedîd, hiss-i nâim, hiss-i taraftarlık, hiss-i hayvânî, hiss-i sâdise-i bâtıniye.... şeklinde devam ediyor. Bedîüzzamân Hazretleri “İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zâika gibi bir hiss-i sâika, hem bir hiss-i şâika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.” 9 demektedir. Üstad Bedîüzzamân Hazretleri, hissiyâtın rûh derecesine çıkabildiğini de îzâh ediyor. “Hissiyât-ı insâniye rûh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mâzî ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.” 10 Yine gelen şu kısımda da hissiyâtın rûhla münâsebâtını görüyoruz: “...nefsin hevesât-ı süfliyesinin teshiline bedel, rûhun hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder.” 11 İnsandaki hissiyâtlar değişebiliyor. Çünkü her birisinin, aşk gibi, iki mertebesi olduğunu öğrendik. Hatta biri mecâzî, biri hakîkîdir. Bu mâ’nâda Barla Lâhikası’nda da “Hissiyât-ı beşeriye tebeddüle pek müstaid” 12 denmektedir. Otuzuncu Söz’de de hissiyâtın eneye derc edildiğini öğreniyoruz: “Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhîyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyât, enede münderiçtir.” 13 His ile ilgili Üçüncü Lem’a’nın girişinde Üstad Bedîüzzamân Hazretleri güzel bir îzâh dahâ yapmıştır: “Bu Lem’a’ya bir derece his ve zevk karışmış. His ve zevkin coşkunlukları ise, aklın düstûrlarını, fikrin mîzânlarını çok dinlemediklerinden ve mürâ’ât etmediklerinden, bu Üçüncü Lem’a mantık mîzânlarıyla tartılmamalı” 14 denilmektedir. Bedîüzzamân Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz’da da bize his noktasında ipuçları veriyor: “Kur’ân-ı Kerim, evvelâ münafıkların hallerini, saniyen cinâyetlerini sarâhaten kaydettiği gibi, muâmelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, hayâle, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsille temin etmiştir. Evet, aklî şeylerden fazla, temsillerle hayâlî şeyleri kabûle, hayâl dahâ yakındır. Ve kezâ, akla muhâlif olan ve hem gayr-ı melûf bulunan birşeyin me’nus bir şekilde gösterilmesiyle hayâl çabuk kabul eder. Ve kezâ gâib birşeyi hazır göstermekle, akıl ile his arasında mutâbakat hâsıl olur, his de kabul eder.” 15 İnsanda menfî hissiyâtın galip gelmesi durumunda ise Bedîüzzamân Hazretleri şu tesbitleri yaparak çok müşküllerimizi halletmiştir. ”Hem insanda hissiyât galip olsa, aklın muhâkemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hâzırayı ileride gâyet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyâde çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i îmân olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek îmânsızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.” 16 Bu îzâhlardan sonra insanda his ve hissiyâtın çok mütenevvî olduğunu anlıyoruz. Hem hissiyâtın eneye mündemiç olduğunu, menfî ve müsbet cihetlere yöneldiğini, özellikle menfî yöndeki hissiyât-ı süfliyenin galibiyetinde aklı ve kalbi dinlemediğini de öğrenmiş oluyoruz. Ulvî hissiyâtların îmân ile mütezeyyin olduğunda ise, hissiyât-ı âliye mertebelerine çıktığı anlaşılmış oluyor. “İnsanın cihazât cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişâf ve inbisât peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyât peydâ olmuştur” 17 sırrınca da hissiyâtın hakîkî mâhiyeti ve insana derc edilmesinin hikmetleri anlaşılmış oluyor. Bu îzâhdan, hissiyâtın insanın ihtiyâcının kesretinden dolayı çeşit çeşit olduğunu da öğreniyoruz. Madem insanın nihâyetsiz ihtiyacı var ve o ihtiyaçların karşılanması için de nihâyetsiz duygular, hasseler ve hissiyâtlar rûhuna yerleştirilmiş. Bu hissiyâtın müsbet ve menfî noktalarda istimâli de enede münderiçtir diyebiliriz. İnsanın ihtiyâcının kesreti dolayısıyla o ihtiyaçlarına karşılık rûhun muharrik hâssesi hissiyât olmalıdır. Ene ise, o hissiyâtların yönünün belirleyicisidir. Zaten ene, insanın nefsine takılmış bir anahtar konumundadır. Ene hem nefsî, hem de îmânî cihetlere doğru hissiyâtı istimâl edebilir. Nefsî yönde istimâl edilen hissiyât süflî, kalbî ve îmânî yönde istimâl edilen hissiyât ise ulvîdir. Duygular ve hissiyâtların hayattan tezâhür eden pek çok sıfatlardan ve o sıfatlar vasıflardan ve o vasıflar esmâlardan ve o esmâlar şuûnatlardan ve o şuûnatlar ise Zat-ı Akdes’ten tezâhür ettiğini biliyoruz. Madem hayat tek başıyla, bir Hayy-ı Kayyûm’un bütün esmâ ve şuûnâtıyla bir tezahürüdür. O hayatın levâzımatı ve ihtiyâcı kesretlidir. O kesretli ihtiyaçların karşılanması ise, hayata konulan ve rûha yerleştirilmiş olan duygular ve hissiyâtlar ile karşılanmaktadır. Bu ihtiyaçların karşılanmasındaki duygu ve hislerin anahtarı ve kullanımı eneye derc edilmiştir. Ene nübüvvetin terbiyesi ile müsbet, dinsiz felsefe terbiyesi ile menfî boyutta hissiyâtı istimal ediyor diyebiliriz. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Toplantı haftası |
Gazetemizde epey zamandır çıkmaya devam eden duyurularda belirtildiği gibi, 2010 güz dönemi temsilciler toplantımız bu hafta sonu, 6 Kasım Cumartesi günü yine İstanbul’daki merkezimizde yapılacak. Bu vesileyle, 29 Mayıs’ta yapılan bir önceki toplantıdan bu yana gazeteyle ilgili olarak yaşanan gelişmeleri kısaca özetleyecek olursak: * Geride bıraktığımız dönemin en çok konuşulan konularından biri olan 12 Eylül’deki anayasa paketi referandumunda, Yönetim Kurulu ile bölge sekreterlerinin katıldığı toplantıda alınan “serbest bırakma” kararına uygun bir yayın politikası takip ederken, Türkiye’nin asıl ihtiyacının topyekûn bir anayasa değişikliği olduğu hususuna her vesileyle dikkat çekmeye çalıştık. Yürürlükteki anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri ile başlangıç kısmını sürekli gündeme getirerek, bunlar aşılmadan ileriye doğru bir adım atılamayacağını vurguladık. * Paketin kabulünden sonra hazırlanacak uyum kanunlarına da çok dikkat edilmesi ve suiistimallere müsait boşluklar bırakılmaması gerektiği noktasındaki ikazlarımızı yaptık. * Başörtüsü meselesinde çözümün anayasa ve yasa değişiklikleriyle değil, uygulama ile bulunması gereğini hatırlattık ve partiler arasındaki son tartışmalardan sonra bu noktaya gelindi. Başörtülü gazetecilere basın kartı vermeme uygulaması da önce bizim gündeme getirip daha sonra diğer bazı yayın organlarının da konuyu işlemesini müteakiben kalktı. * TSK ve yargıyla ilgili köklü demokratik reformlar gerçekleşmeden, bu adreslerden kaynaklanan sıkıntı ve tıkanıklıkların aşılamayacağını her fırsatta hatırlattık. * EMASYA protokolü ve İl İdaresi Kanunuyla ilgili gelişmeler, bizim çok önceden yaptığımız uyarıları doğruladı. * AB ve açılım süreçlerindeki durgunluk ve tıkanmayı sürekli gündeme getirip hatırlattık. * MGSB’deki irtica tehdidi ile cemaatleri de bu bağlamda tehlike olarak gösteren ifadelerin metinden çıkarılmasını, farklı boyutlarıyla değerlendirip tahlil ettik. * Cemaat, siyaset, devlet, ticaret ilişkilerini Risale-i Nur ölçüleri ışığında yorumladık. * CHP’de söylem düzeyinde gözlenen olumlu değişiklikleri destekleyici ve teşvik edici yorumlar yaptık. * İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırıyı, sonrasındaki gelişmeleri ve farklı adreslerden sâdır olan yorumları, bir taraftan zulme rıza göstermezken diğer taraftan mücadele metodunun da doğru olması gerektiği prensibini hatırlatan tahlillerle değerlendirdik. * Ekonomideki yapısal problemlere dikkat çekmeye çalıştık. * Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’ün, önce Başbakanın, sonra CHP liderinin medya davetlerine çağrılması, birilerince gözardı edilip yok sayılan Yeni Asya’nın medyadaki mevcudiyetini bir kez daha tescil etti. * Almanya’daki toplantılara ve Üstadı anma programına davet edilen Yönetim Kurulu üyelerimizle yazarlarımıza çıkarılan vize engelini, konuya ilişkin yayınlarımız neticesinde Alman Başkonsolosluğunun bizimle kurduğu diyalogla aşmanın yolu açıldı. * Risale-i Nur Enstitüsünün hazırladığı Enstitü sayfaları, uzunca bir aradan sonra tekrar yayınlanmaya başlandı. * İstanbul İlim ve Kültür Vakfınca tertiplenen Risale-i Nur Sempozyumuyla ilgili yayınlarımız okuyucularımız tarafından takdirle karşılandı. * 17 Eylül-17 Ekim tarihleri arasında Türkiye’yi dolaşan Bediüzzaman TIR’ı, geniş bir hüsn-ü kabule mazhar oldu. Gazetemiz, tüm detayları ve arkaplanı ile bu organizasyonu günü gününe okuyucularına aktardı. * Ergenekon ve Balyoz dâvâlarında yargılanan generallerle ilgili olarak 27 Mayıs’ta attığımız “Hepsi 27 Mayıs’ın yetiştirmesi” manşeti ve aynı günkü Tahlil yazısı ile 28 Mayıs’taki “Darbecilik genlerine işlemiş” manşeti sebebiyle emekli Orgeneral Hurşit Tolon’un yaptığı suç duyurusu, Savcılığın takipsizlik kararı ile sonuçlandı. * Güleçyüz’ün müteveffa emekli Orgeneral Doğu Aktulga hakkında yazdığı bir yazıdan dolayı mahkûm olduğumuz ve AİHM’e götürdüğümüz dâvâda hükümet “dostane çözüm” teklifinde bulundu. Cevaben, ödediğimiz tazminatın iadesi talebinde ısrarlı olduğumuzu bildirdik. * İbrahim Özdabak’a, bir karikatüründen dolayı Sincan hakimi Osman Kaçmaz’ın talebiyle İstanbul’da açılan ceza dâvâsı düşerken, Ankara’da açılan tazminat dâvâsı mahkûmiyetle sonuçlandı. Kaçmaz, konuyla ilgili olarak gazetemizde çıkan beyanları sebebiyle Avukat Turgut İnal’a da dâvâ açtı. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Zafer Bey’in çıkış noktası... |
İlköğretimdeki başörtülü kızlar tartışması, çoktandır kamuoyundan kaçırılan bir hakikati, müdakkik nazarlara sunma fırsatı verdi. Dinsiz felsefenin öğretileriyle yetişmiş, gençliğinde bu istikametteki hareketlere katılmış ve ehl-i kalem olduklarından kırklarından sonra liberal sol veya özgürlükçü geçinen bir neslin yardımıyla demokrasinin Türkiye’ye gelemeyeceğini; bu ülke Müslümanların onların desteğiyle temel hak ve hürriyetlerine kavuşamayacağını ve herşeyin aslına rücu edeceği düsturuyla bu neslin, temel özgürlükler ve insanî değerlerle süslenmiş bir demokrasiye taraf olamayacaklarını söyleyerek geliyoruz. Biliyoruz ki, küfrün mahiyetinde istibdat, anarşi ve kaos vardır. Liberal sol kimlikli kuşağa farklı bakış ve itirazların olduğunu biliyoruz. Durduğumuz yer ve baktığımız adese burada önemlidir. Kuzey Avrupa menşeli din karşıtı felsefenin prensiplerini benimsemiş, söz konusu görüşleri hayatının her karesine tatbik etmiş ve akademisyen olduğu mekteplerde tedris etmiş ve şimdilerde ise bazen medyada, bazen politika mahfillerinde gizli kapaklı niyetlerini izhar eden bu zevatı, 12 Eylül ve 28 Şubat süreçleri maalesef dindarlarla aynı kamplara sürdü. Zahirî ortak paydalarının yalnızca “özgürlük” olduğunu biliyoruz. Bu özgürlüklerin mahiyeti mevzubahis olduğunda, felsefenin din karşıtı şakirtleriyle şu millet arasındaki derin fark ister istemez ortaya çıkıyor. Hem Özal’ın ve hem de AKP hükümetinin bilhassa Batıya ve Selaniklilere bakan ileri karakollarında, bu düşünceyi benimsemiş kişiler ilk başta onların siyasetlerine zarar vermeyebilir. Fakat ihtilâllerin bu hükümetlere sağladığı taze kuvvet azalıp, beyan ile icra arasındaki açı genişleyip cilalar dökülmeye başladığında, herkes “öz kimliğiyle” ortaya çıkmak zorunda kalıyor. AKP gibi siyasal İslâmdan gelen bir hükümetin “insan hakları sorumlusunun” tesettür mağduriyetinden inleyen yüz binlerce kadın ve genç kızımıza destek bir beyanına veya Meclis çalışmasına maalesef mülâki olamadık. Buna karşın Avrupa’daki sefih ve dinsiz neoliberallerin insanî temel değerleri tahrip istikametindeki çalışmalarına Zafer Bey ve aynı düşüncedekilerin ne kadar destek olduklarına, hem medyada ve hem de Meclis çalışmalarında açıkça şahit oluyoruz. Türk ailesini dağılmakta olan Batı ailesinden ayıran “millî prensiplerimizi” kanunlarla devre dışı bırakmak, kadına pozitif ayrımcılık yaparken onu ebeveyn, eş ve evlâd korumasından mahrum bırakmak ve Avrupa’da büyük tepki gören homoseksüelliğe arka çıkmak gibi gayretleriyle meşhur Zafer Bey’in “tesettürlü ilköğretim kızlarına” yaklaşım biçiminin aynı zamanda tarihi kökenleri de vardır. Zafer Bey ve fikirdaşlardının düşünce kaynaklarına indiğinizde, yolunuz bizzarure 19. yy sonlarında ve 20. yy başlarındaki “devrimci felsefenin” anavatanına düşecektir. Milliyetperverlerinin yardımıyla tam yedi kez “dünya psikoloji konferansı” düzenlemiş Freud ve arkadaşlarıyla tanışacaksınız. Aile ocağını “faşizm merkezi” kabul eden “serbest beden kültürünü” başlatan ve bütün otoritelere başkaldıran bu düşüncenin bilhassa Kuzey Avrupa ve İskandinav ülkelerindeki acı neticelerini ailede, kadında ve bilhassa gençlikte göreceksiniz. Belki de sosyal ilimlerde Freud’u üstad edinmiş Leo Troçki’nin Rusya'sındaki “Çocuk Çiftliklerini” ziyaret fırsatı bulacaksınız. Çocukların arasında Stalin’in oğlunu da göreceksiniz. Bütün bu icraatların, semavî dinlere baş kaldırmış dinsiz felsefenin “özgürlük ve modernitesinin” mahsulleri olduğunu unutmamak gerekiyor. Zafer Bey’in “Çocukları devlet alabilir” düşüncesi Leo Troçki’ye aittir. En büyük terbiyeci Lenin ile yardımcısı Vera Schmidt’in projesidir. Türkiye devrimcileri bu projeyi “Köy Enstitüleri” üslûbuyla uygulamışlardı. Çalışkan çocukları milletin gözünden ırak yerlerde “dinsiz felsefenin öğretileriyle” yetiştirmeye çalışan Kemalist devrimciler—haşa—yeni bir ulus yaratmanın peşi sıra koşuyorlardı. Hem klâsik resmî Kemalizmi ve hem de Liberallerin savunduğu Kemalizmi yukardaki tarihî zaviyeden inceleyen tarihi araştırmacılar, çok ilginç şeylerle karşılaştılar. Dinsiz felsefenin enaniyetini şişirdiği bu yeni modern devrimci veya değişimciler, eski yoldaşları gibi herkesi kendilerine benzetme sevdasındadırlar. “Elit hastalığı” da kabul edeceğiz bu düşünce mensupları, ötekilerini cahil, yobaz, kapitalist, faşist, gerici ve özgürlük karşıtı niteleyerek, yalnızca kendilerine münhasır “hürriyet anlayışlarını” galip oldukları yerlerde ortaya koyarlar. Onların Atatürk düşmanlığı Kemalizmin fosilleşen diktasından global modern komünizme veya yeni Liberalizme geçiş sürecidir. Temel ilke ve düşüncelerde Kemalizm’den zerre farkı yoktur, inançlarının... Çünkü aynı kaynaktan içiyorlar. Üniversitede tesettüre hayır demenin dünyada maskaralık olduğunu bilen Zafer Bey ile Nimet Hanım gibi politikacılar, hiç olmazsa sair okulları ve devlet dairelerini bu "facia"dan—akıllarınca—kurtarmaya çalışıyorlar. Halbuki bin seneden beri Kur’ân’a bayraktarlık yapmış olan bu millet, tesettürün nerede başladığını ve nerede bittiğini Zafer Bey’den de Nimet Hanım’dan da iyi biliyor. Avrupa’daki neoliberal yoldaşlarından ve bilhassa Turuncu Devrimcilerden büyük destek alan bu ekibin mahiyetini gizlemeye çalışan siyasal İslâm kökenli politikacılar, şahsî çıkarlarını milletin zararında aradıklarının belki de farkında değiller. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Batı medeniyeti: Kurtlaşmış bir ağaç! |
Avrupalı düşünür Edgar Morin, Batının, medeniyetin özellikle maddî ve teknik yönünü geliştirdiğini, maneviyât gibi konularda tamamen bir azgelişmişlik hâli sergilediğini söyler. Morin, Le Monde’da verdiği, Mostar dergisinde de yayınlanan röportajında, teknik ve ekonomik gelişmelerin halkın bir kısmına refah getirdiğini, ama manevî huzur sağlayamadığını; olumlu etkilerinden çok olumsuz etkileri görülen Batı medeniyetinin bir reformdan geçmesi gerektiğini belirtir.1 Harward Üniversitesi Visual and Environmental Studues Bölümü öğretim üyesi Dr. Nan Burks Freeman da, “Bu toplumun bunalım içinde olduğunu görmek çok büyük eğitimi gerektirmiyor. Hemen herkes, onu fark eder” 2 diyor. Ancak, Batı, inat ve gururu yüzünden itiraf edemiyor! Hâlâ “medyatik” oyunlarla hem dünyayı, hem kendilerini aldatıyor. Beynelmilel fesat şebekeleri, İslâm ülkelerindeki Müslümanların maddî yöndeki perişan hâlini sık sık ekranlara, gazete sayfalarına aktararak yanıltıyorlar. Müslüman coğrafyalarda yaşayan gayr-ı müslim veya ateistlerin ahlâk ve davranışlarını da Müslümanlıktan kaynaklanıyor gibi göstererek, İslâmiyete olan teveccühleri kırmak istemeleri gözlerden kaçmıyor. Oysa Batı, ıztırabını çektiği hastalıkların mikroplarını, bizzat kendisi üreterek bulaştırıyor ve kendi kendini zehirliyor. Bediüzzaman’a göre; Batı medeniyetinin, bunalımının sebebi, fazîlet ve hüdâ üzerine değil, beş menfî esas üzerine oturmuş olmasıdır. Zirâ, dayanak noktası “kuvvet”, hedefi “menfaat”tir. Hayatı “mücadele” olarak görür. Kitleler arasındaki bağı, “menfî milliyet ve ırkçılık”, çekici ve sihirleyici hizmeti, “hevâ ve hevesi harekete geçirmek, kötü arzuları tatmin etmek ve kolaylaştırmak”tır. Batı medeniyetinin dayandığı “kuvvet” anlayışına göre, kuvvetli olan daima haklıdır. Kuvvetli zayıfı ezmekte, sömürmekte ve köleleştirmektedir. Hedefi, ‘menfaat’tir. Bir yerde menfaat varsa, boğuşma da vardır. Nice cinâyet, işkence, eziyet, çıkar kavgaları “menfaat” ağacının acı meyveleri değil mi? Kitleler arasındaki bağı, ‘başkasını yutmakla beslenen ırkçılık’tır. Bu da boğuşmalara, haksızlıklara, zulümlere ve dolayısıyla insanlığın mutsuzluğuna sebeptir. Hayattaki en büyük prensibi, ‘çarpışmak’tır. Hayatı bir çarpışma, mücadele kabul etmenin âkıbeti, kavga, gürültü, ayrılık, düşmanlık, kin, nefret, ezme ve ezilmedir. Çekici ve sihirleyici hizmeti, ‘hevâ ve hevesi harekete geçirmek, kötü arzuları tatmin etmek ve kolaylaştırmak’tır. Bu felsefenin yüksek insânî duyguları mahvettiği; alçalttığı; sefil, rezil ettiği açıktır. Bu anlayışın insanlığa yegâne armağanı, insan rûhunu ve iç dünyasını, içi tamamen boşaltılmış kof ve çürük bir ağaca döndürmekten ibarettir. Bediüzzaman, Batı medeniyetinin, insanlığın huzurunu kaçırdığını ise şu sözleriyle ifade etmişti: “Bu medeniyet-i hazıra (şimdiki medeniyet), beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh (sahte) saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne (ikisinin arasında) bırakmış. Saadet odur ki, külle (herkese), ya eksere (çoğunluğa) saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir (azın da azınındır) ki, nev-î beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal (en azından) ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.”
Dipnotlar:
1- Yeni Asya, 20.02.2008.; 2- Zaman, 26 Haziran, 1995.; 3- Sünûhat, s. 59. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hikmet dilinin işaretleri |
“Has” rumuzlu okuyucumuz: “Varlıkların hikmet yönüyle Allah’ın varlığına olan işaretlerinden bahseder misiniz?” Zerrelerden kürelere bütün kâinatta sayısız hikmet ve fayda ön plândadır. Hikmetsiz, faydasız, boş, anlamsız, gayesiz, hedefsiz hiçbir şey yaratılmamıştır. Tek bir zerrede bile amaçsızlık, savurganlık, rast gelelik ve tesadüf söz konusu değildir. Sayısız hikmetler, gayeler ve faydalarla meydana çıkan varlıkların akıllı, şuurlu, bilinçli ve kavrayış sahibi olduklarını iddia etmek ise mümkün değildir. Öyleyse sınırsız ilim ve sonsuz hikmet sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını ve bütün bu hikmetleri gözettiğini düşünmek akla en uygun olanıdır. Fizik, Kimya, Biyoloji, Ekoloji, Jeoloji, Tıp, Astronomi gibi bütün pozitif ilimler yerlerden göklere her şeyde gözetilen sayısız hikmetleri gözler önüne sermektedirler. Cenâb-ı Hak sonsuz hikmet ve ilim Sahibidir. Kâinatta boş ve abes hiçbir şey yaratmamıştır. Cenâb-ı Hak her şeyi yerli yerince, olması gereken gibi, olabilecek ihtimallerin en makulü ve en hikmetlisi ölçüsünde yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın hikmet sıfatının ve Hakîm isminin bütün kâinatı kuşattığını kaydeden 1 Said Nursî, kâinatın her bir bölümünün bir büyük kitap mahiyeti taşıdığını, bu kitabın her harfinin yüzer kelime, her kelimesinin yüzer satır, her satırının binler bab, her babının da binler küçük kitap hükmünde bilgiler ve hikmetler sakladığını beyan ediyor.2 Bedîüzzaman’a göre, bütün mahlûkatta eşsiz bir hikmet eli işlemektedir. Meselâ insanın hafıza kuvveti binler hikmetlerle tanzim edilmiş, hem bütün mazisi, hem âlemin olayları hafıza içine yazılarak bir kütüphane hükmüne getirilmiş; Haşirdeki muhakeme için amel defterine bir belge hüviyetinde ezelî hikmet tarafından tanzim edilmiştir.3 Şuursuz varlıkların binler hikmet içinde işler görmesi, Hakîm-i Alîm olan Allah’ın hükmü ve emri nedeniyledir.4 Saxid Nursî’ye göre, bir çiçeğin ince ve derin programını küçücük tohumunda derc etmek, büyük bir ağacın amel sayfasını, hayatının özetini, küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak, ancak sonsuz bir hikmet kalemiyle mümkündür. Her şeyin yaratılışında sonsuz derece güzel san'atların hâkim olması, her şeyin ancak sonsuz derece Hakîm olan bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir.5 Bedîüzzaman’a göre, hava âlemi Allah’ın bir hikmet sahifesidir. Bu tecellî ile bir tek hava zerresi birden çok işleri, karıştırmadan, tam bir başarı ile, eksiksiz bir şekilde yürütür.6 Mahlûkat da kendi yüzlerinde nakışları okunan sayısız ilim ve hikmet ile Allah’ı intizamlı ve hikmetli azasıyla okutuyor.7 Bedîüzzaman’a göre şu kâinat kitabının bir sahifesi bu yeryüzüdür; bir satırı bir bahçedir; bir kelimesi, bir ağaçtır. Cenâb-ı Hak her bir mahlûkuyla insana Kendisini tanıttırmak ve sevdirmek istemektedir. O’nun Kendisini tanıttırmasına karşı insan O’nu imanla tanımalı; sevdirmesine mukabil, ibadetiyle kendini O’na sevdirmelidir.8 Bu kâinat sarayının her bir zerresine yüzer hikmet takan ve yüzer vazife yükleyen, hatta her bir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince görevler veren Allah’ın, Kıyameti ve Haşri getirmesi, had ve hesaba gelmeyen hikmetlerin bir gereğidir.9 Bedîüzzaman’a göre, bütün mahlûkatta görünen güzel san'atlar, intizamlar, ihtimamlar, her şeyde takip edilen faydalar ve hikmetler; kâinatı kudret elinde bulunduran Cenâb-ı Allah’ın pek büyük ve pek kuşatıcı bir hikmetle iş yaptığına delildir.
DİPNOTLAR: 1- Şuâlar, s. 37, 2- Şuâlar, s. 72, 3- Şuâlar, s. 192, 4- Sözler, s. 65, 5- Sözler, s. 68, 6- Sözler, s. 148, 149, 7- Sözler, s. 575, 8- Lem’alar, s. 306, 9- Lem’alar, s. 309, 10- Mesnevî-i Nûriye, s. 36. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Uzmanından önemli tavsiyeler |
Son aylarda, şeker hastası bazı yakınlarımızın acınacak durumlarına yakînen şahit olunca, beyaz şekere karşı kesin bir tavır alma ihtiyacını hissettim. Zira, bu mendebur illete birinci derece "beyaz şeker" sebep oluyormuş. Uzman şahsiyetler, öyle diyor. Tavsiyeleri: "Şeker değil, tatlı alın" şeklinde. Bizler de uzmanların sözlerini dikkate almak durumundayız. Beyaz şekerin vücuda zararlı olduğunu önceden de az–çok biliyorduk. Bunu, yeri geldikçe başkasına da söylüyorduk. Ancak, başta kendimiz bu tehlikeli beyazı terk edemiyorduk. Yazılarımızda ve sohbetlerimizde inandırıcı olmak ve muhatabımıza tesir edebilmek için, önce kendi nefsimizden başlamalıydık. Şükürler olsun, öyle de yaptık ve başardık. Haftalar oldu ki, şekerli bir tek çay içmedik. Tatlandırıcı olarak, kuru üzüm, hurma gibi fitrî nimetlerden istifade ediyoruz. Şu an itibariyle, şekerli çay içme isteğim, inanın sıfıra müncer olmuş durumda. Beyaz şeker, bana artık beyaz kireç gibi görünmeye başladı. Meğerse, vücudun belli bazı bölgelerinde zaten kireç etkisi yapıyormuş. Bunu da, tanınmış hekimlerimizden konu uzmanı Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'nun bir yazısından öğrendim. Yakın zamanda Hürriyet'te yayınlanan bu yazısının ilgili bazı bölümlerini sizlere de aktarmak istiyorum. İşte "Beyaz şeker zararlı mı?" başlıklı o yazının kısa bir hülâsası: "Şekeri ihtiyacımızdan çok daha fazla tüketiyoruz. Yalnız çaya, kahveye, tatlılara değil, sıradan yiyeceklere bile çok fazla şeker ekliyoruz. Ve ne yazık ki çoğumuz bunun çok, ama çok önemli bir sağlık yanlışı olduğunu bilmiyoruz. "Aşırı şeker tüketimi önemli bir sağlık yanlışı. Çünkü, vücudumuz beyaz şekerden faydalanacak tarzda tasarlanmış değil! "Ne metabolik yapılanmamız, ne hormonal ayarlarımız, ne hücresel organizasyonumuz, tatlı ihtiyacımızı doğrudan beyaz şekerden karşılayacak şekilde organize edilmemiş. Dolayısıyla, tatlı ihtiyacımızı sağlıklı bir şekilde karşılamanın çaresi, doğal şekerden zengin yiyecekleri sofralarımıza konuk etmemizden geçiyor: Kısacası, tatlı ihtiyacımızı meyve, bal, pekmez gibi doğal yiyeceklerden karşılamamız daha doğru bir yol. "Günümüz dünyasının en önemli sağlık sorunları olan kilo problemi, şeker hastalığı, kalp damar hastalığı, hipertansiyon ve benzeri sağlık sorunlarının bu kadar önemli problemler haline gelmesinin arkasında, hiç şüphesiz şeker tüketiminin kontrolsüz bir şekilde artması yatıyor. "Evet, bir kez daha altını çizmemizde fayda var: Son yıllarda sağlık gündemimizi işgal eden kilo sorunu (obezite), hipertansiyon, şeker hastalığı, koroner kalp hastalığı, inme, hipoglisemi ve benzeri pek çok sağlık probleminin büyük bir hızla yayılması, şeker tüketimindeki ciddî artış oranı sebebiyledir. "Kendimizi de çocuklarımızı da daha az şekerli bir hayata hazırlamamızda fayda var. Sağlıklı bir hayat sürmek için buna mecburuz."
Tarihin yorumu 1 Kasım 1918
Musul, İstanbul'dan önce işgal edildi
Birinci Dünya Savaşının bitimine kadar Osmanlı hakimiyeti altında bulunan Musul, savaş sonrası işgale uğrayan İzmir, İstanbul, Adana, Urfa, Maraş... gibi Misâk–ı Millî sınırlarına dahil olan bir vilâyetimiz idi. Ancak, diğer Anadolu şehirleri nasıl haksız ve hukuksuz bir şekilde işgal edildiyse, Musul şehri de aynı âkıbete uğradı. Ancak, Millî Mücadele sürecinde kurtarılamayan yer, ne yazık ki Musul oldu. Daha da acı olanı, Musul'un Lozan masasında büsbütün kaybedilmesiydi. Zira, sınırlar itibariyle Lozan'da esas alınan tarih, Mondros Mütarekesinin imzalanmış olduğu 31 Ekim 1918 tarihiydi. Bu tarihte ise, Musul'da Osmanlı ordusu vardı ve hakimiyet de onların elindeydi. İngiliz hükümeti, buna rağmen Musul'un işgal edilmesini istedi. Bu maksatla hareke geçen Irak'taki İngiliz Ordusu Komutanı General Marshall, emrindeki kıtalara "Musul'u işgal edin" emrini verdi. Bu, bir emr–i vaki durumuydu. Ateşkes antlaşmasına yapılan bir zorbalıktı. Osmanlı hükümeti ise, yenilgiyi kabul ettiği için, ordularının savaşması veya işgale karşılık vermesi yönünde bir irade sergileyemedi. Ancak, bu aleni haksızlığın hiç olmazsa Lozan Konferansı esnasında giderilmesi mümkündü. Maalesef, bu da yapılmadı, yapılması için gayret dahi gösterilmedi. Musul, adeta İngilizlere peşkeş edildi. Musul'un işgaliyle iyice şımaran İngilizler, ardından İstanbul'un işgalini planladı. Güvenlik gerekçesiyle İstanbul'a gelen İngiliz birlikleri, adım adım işgale yöneldiler ve nihayet 16 Mart 1920 günü itibariyle, bir bahane ile fiilî işgali gerçekleştirmiş oldular. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Meydanı negatif insanlara bırakmayalım |
Bir adama, ‘kırk gün deli desen, deli olur’ derler, ya da ‘fena bir adama, ‘iyisin, iyisin’ desen iyileşmesi; iyi bir adama da, ‘fenasın fenasın’ desen fenalaşması, görülen vakıalardandır’ denir. O zaman, muhatabımızı, (yani bu muhatap eş, çocuklar, öğrenciler, personel de olabilir) iyileştirmek de, fena hale getirmek de bizlerden kaynaklanıyor. Yani fenalaştırma kabiliyetimiz de iyileştirme kabiliyetimiz de mevcut. Peki bu potansiyeli daha çok hangi yönde kullanıyoruz? ** Bizim de, ‘Pozitif Pencere’ isimli çalışmamızdan sonra, adımız neredeyse ‘pozitif adam’a çıktı. Artık, adımız çıktı pozitife, inmez negatife. Yani pozitif düşünceler, pozitif duygular ve pozitif davranışlar içinde olduk diye, bizim üzülme, bizim moral bozukluğu yaşama, negatifleşme hakkımız yok mu oldu? Geçenlerdeydi, biraz kendime vakit ayırma ihtiyacı hissetmiş ve zaman zaman takıldığım derin beslenme mekânlarımda sessiz yürüyüşler yapıyordum. Bu bir anlamda ne çok güzel olan ve ihtiyaç duyulan iç yürüyüşler… Yanıma yaklaşan dost, ‘Hayırdır, pozitif bir adama böyle duruşlar yakışır mı? Pozitif insan dediğin… diyerek epeyce bir nasihat çekti…” Ben de, içten dinledim ve ‘haklısın’, ‘haklısın’ diyerek, cümlelerinin boşa gitmediğini ona hissettirmeye çalıştım. ** İnşallah bunlar duâ hükmüne geçer de şahs-ı maneviye yakışır, pozitif bir insan oluruz. Kusursuz olan şahs-ı maneviye lâyık olabilmek için, doğrusu elimizden geleni yapmakla ve kesinlikle nefsimizi temize çıkarmadan sürekli emmare olan nefsi terbiye içinde olmamız en büyük duâmız. Tabiî ki, böyle bir tanımlanmaya binler şükür. Benim bütün mü’min kardeşlerim böyle bir tanımlamayı hak ediyor. Onların yanında Rabbim bize de hem kendi içimde hem de dış dünyaya karşı pozitif bir insan olmayı nasip etsin. Yoksa, ne kadar kusurlara alude olduğumuzu bilmiyor değiliz. Ama pozitif enerji kaynaklarından beslenen dostlarımızın, pozitif insan tanımlamalarını duâ olur niyazıyla baş göz üstüne kabul ediyoruz. Çünkü negatiflik, önce yaşayana ve taşıyana bir yüktür. Hem de çok ağır bir yük. Gerçekten söylüyorum, Allah böylelere yardım etsin. Kirli düşünce içinde olan bir insanın ne çekilmez bir hale-i ruhiyesi vardır. Böylelerin negatifliği, sadece kendisinde kalmıyor, çevreye de bulaşıyor. Adeta pis kokulu bir varlık gibi gittiği yeri yaşanmaz hale getiriyor. Özellikle de onlarla birlikte yaşayan, birlikte çalışan, birlikte aynı odaları, koridorları paylaşan insanların vay haline! Asıl, vah vah kendi haline! Çünkü biz biliyoruz ki, ‘Kirli düşünce, önce taşıyanı kirletir.’ Vallahi, imkânınız varsa böyle halet-i ruhiyesi bozuklardan uzak durun. ‘Yok, kardeşim ya, nerede o günler’, diyorsanız; o zaman, lütfen onlara duâ edin. Aslında böylelerden uzak olmak değil, belki onlara daha yakın olmak gerekir. Çünkü bir insanın karmakarışık böyle bir düşünce dünyası ile gün geçirmesi ne büyük bir cehennemi azaptır. Zaten kirli düşünceler içerisinde olmak ve kendi kendine, çevresine bu cümlelerden sürekli kurmak ve bundan da için için haz duymak, tam bir hastalık halidir, azap halidir. Bu, daha dünyada iken cehennemi bir halettir. Allah kurtarsın. Siz de eğer, böyle bir insanla yaşıyorsanız, ya da böyle bir insanla çalışıyorsanız; bir hasta insana yaklaşıyor olduğunuzun, çalışıyor olduğunuzun bilincinde olmanız gerekiyor. Ve kendinizi psikolojik olarak korumaya almalısınız. Yoksa siz de gidersiniz alimallah. Bunun da yolu, psikolojik hasta insanlarla birlikte yaşamanın sağlıklı koridorlarını bilmek ve bulmaktır. Psikiyatri alan uzmanları ve onların yazdığı kitaplar bu karşı savaş stratejisinden başka bir şey değildir. ** Yani annenizin, babanızın, eşinizin, çocuğunuzun hasılı birlikte yaşadığınız insanların halet-i ruhiyesinin sağlıklı olmadığı kanaati taşıyorsanız, buna karşı seyirci olmak doğru değildir. Evet, onları dışlamak, onlardan uzak durmak da sağlıklı değildir. Ama, onların durumlarını daha doğru algılamak ve daha doğru adımlar atmak için bir çaba içinde olmak gerekmektedir. Hatta gerektiğinde uzman yardımı almak aklın gereğidir, bu da yine bilgi ile olacak bir şeydir. Bu, hem muhatap olduğumuz insanlar için, hem de muhatap olan bizler için kaçınılmaz derecede önem arz eder. Belki bu alan okumalarımız bizi psikiyatr yapmayacaktır, ama aklın yolu bir olduğu için doğru adımlar atmayı sonuç verecektir. Elbette sağlıklı aileler, sağlıklı bir toplum için, sağlıklı bireylere ihtiyaç var. Bu da yine birbirinin problemlerine, birbirinin neşesine duyarlı insanlarla kazanılacaktır. Netice itibariyle, negatif insanlar da hayatın bir gerçeği. Ama pozitif insanlar gerek nitelik ve gerekse nicelik olarak baskın olursa, negatiflerde pozitif atmosferin etkisinde pozitifleşeceklerdir. Yoksa, eğer yaşanılan ortam negatiflere terk edilirse, pozitifler de bir müddet sonra negatifleşeceklerdir. Onun için ailede, iş yerlerinde, eğitim ortamlarında, toplumda güçlü, yüksek enerjili pozitif insanlara ihtiyaç var. Çünkü pozitiflik artarsa, negatiflik azalacaktır. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İnsafsızlık! |
Cumhuriyet Bayramını kutladık, ama bu esnada yaşanan bazı hadiselerin tartışması hâlâ devam ediyor. Kutlamalar esnasında yaşanan ve medyaya yansıyan o kadar garip hadiseler oldu ki, bunların ‘yarısı doğru olsa bile’ tepkiyi hak ediyor. Vefasızlığın etrafı sarması sonrasında söylenen “Vefa, İstanbul’da bir semt adı mıdır?” gibi bir soruyu; biz de “İnsaf, Türkiye’yi idare edenler ya da bürokraside bulunmayan bir haslet midir?” şeklinde sorma ihtiyacı hissediyoruz. Biliyorsunuz, bazı bürokrat ve siyasetçiler; ‘Dâvet sahibinin eşi başörtülüdür’ diye cumhurbaşkanının ‘resepsiyon’ davetine katılmadılar. İnsafsızlık bununla da sınırlı kalmamış. Bazı illerde dâvete katılan ‘bazı silâhlı bürokratlar’ başörtülülerle aynı salonda bulunmamak için toplantıyı terk etmiş. Erzincan’da ise daha garip bir uygulama olmuş: Dâvete başörtülü eşleriyle gelen belediye başkanı ve iktidar partisinin il başkanı ‘eşlerinin başörtülü olması sebebiyle’ resepsiyonun yapıldığı salona değil de, başka bir salona alınmış! Ne zaman ki ‘silâhlı bürokrasi’ resepsiyon salonundan ayrılmış; ondan sonra başörtülü dâvetliler o salona alınmış! (Haber Turk, 31 Ekim 2010) Şimdi bu yapılanlar insaf ve iz’an ile açıklanabilir mi? Nasıl bir anlayış ki, başörtülülerle aynı salonda bulunmayı içine sindiremiyor ya da nasıl bir anlayış ki “Aman ‘sorun’ çıkmasın! Sen üst kata çık, ‘onlar’ın gitmesini bekle!” diyebiliyor? Bu nasıl anlayış ki, bu hadiseler 2010 yılının son aylarında yaşanıyor ve “Hiç bir şey olmamış” gibi davranılıyor? Hiç kimse kusura bakmasın; ama Türkiye normal bir hukuk devleti ve iktidardaki hükümet de gerçek anlamda ‘muktedir’ bir iktidar olmuş olsaydı; hemen o akşamın sabahında bu yanlışlara imza atanlara ‘Birer takım Sümerbank pijaması’ hadise edilirdi! Kim “Bunlar normal bir uygulamadır” diyebilir? Elbette kabahat sadece hükümette de değildir. Nerede kaldı sivil toplum kuruluşları? Böyle bir yanlışa, makul şekilde ve ses getirecek bir tepki koymak gerekmez miydi? Böyle yanlışlara imza atmak da, ‘Hiç- bir şey olmamış gibi’ davranmak da en hafif deyimiyle insafsızlıktır! Elbette bu yanlış davranış ‘ilk’ değildir. Ve maalesef, ‘ilk’lere yeteri kadar itiraz edilmediği için yanlışlar tekrarlanıp duruyor. Geçmişte de başörtülülerle aynı salonda bulunmayan ‘büyük bürokrat’lara şahit olmuştuk. Dönemin İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdaroğlu da başörtülülerle aynı mekânda bulunmamak için zamanında salonu terk etmişti! Hadise şöyle olmuştu: Türkiye`yi ziyaret eden AİHM Başkanı Luzius Wildhaber’in, (Nisan 2002) konuşmacı olarak katıldığı toplantıya gelen başörtülüler, AİHM Başkanıyla görüşmek istemiş, bu duruma tepki gösteren Rektör Kemal Alemdaroğlu da, başörtülülerin salondan çıkarılmasını başaramayınca sinirlenerek, programda yer alan konuşmasını da yapmadan orayı terk etmişti. Maalesef, o gün de bu tavrı destekleyen kendinden menkul ‘aydın’lar olmuştu. O gün yapılan yanlışa yeteri kadar itiraz edilmemesi, bugünkü yanlışlara kapı açtı. Tekrarlayalım: Başörtülülere karşı yapılanlar insafsızlıktır. Bu yasak bütün kademelerde sona ermeli ve şimdiye kadar sebep olunan mağduriyetler tazmin edilmelidir. Başka türlü ‘devlet-millet kaynaşması’ temin edilemez. Başörtülülere yanlış yapanların yanında ‘kâr’ kalmasın, sadece ‘ar’ kalsın! 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
İşte böyle bir düzen |
Akıl sır ermiyor… Bu nasıl bir düzen? Üzülmemek mümkün değil. Bir tarafta… Açlık sınırında bir milyar insan… Bir lokma ekmeğe muhtaç. Parasız pulsuz işsiz. Biraz daha şanslılar… Günlük 2 dolara talim edenler… Maden ocaklarında mezarlarını kazanlar… Adım adım ölüme koşanlar… İşçiler, çiftçiler, emekliler, dar gelirliler… Saymakla bitmezler. Diğer tarafta ise… Bir avuç kalantorlar. Bir elleri yağda, bir elleri baldadır. Emeksiz, zahmetsiz dolarları ceplerine indirirler. Küresel kriz… Nice ocakları söndürür, kepenkleri indirirken para babaları için bulunmaz nimettir. Fırsatları değerlendirirler. Hikâye şöyle cereyan eder: Küresel krizde talep bıçak gibi kesilince… Canlandırmak için çare para basmaktan geçer. ABD Merkez Bankası FED görevi üstlenir, milyarlarca doları piyasaya sürer. Böylece bir yandan tüketim teşvik edilirken diğer taraftan bir ayağı çukurda finans sektörü desteklenir. Para bollaşınca faizler düşer. Hatta sıfır noktasına iner. Para sahipleri ve düşük faizle kredi kullananlar cazip pazar ararlar. Türkiye en elverişli ülkelerden biridir. Memnuniyetle kapılarını ardına kadar açar. Dolarlar bozdurulur… Borsa… Hazine bonosu… Mevduata… Yatırılır. Kârlar kartopu gibi büyür. Uzmanlar üşenmemişler hesaplamışlar. Meselâ borsa… Sıcak paranın yüzde 60’ı hisse senetlerine yönelmiş. Ekim ayı itibariyle yabancı yatırımcıların borsadaki portföy değerleri 75 milyar dolara dayanmış. Sığ olan borsayı rekora koşturmuş. Kazançları mı? 3-4 aylık sürede yüzde 20 ila 35 arası bir kâr. Zenginin parası züğürdün çenesini yorar, ama gelin yine de kaba bir hesap yapalım. 75 milyar dolar anapara ise… Yüzde 20 kâr edildiğini varsayalım. Kâr 15 milyar dolar. 4 aylık sürede. Yurtdışına transfer edilecek. İnsanın yüreği yanıyor. Üretim ve istihdama hiçbir katkısı olmamış. Aksine kurları düşürmüş, TL’yi değerlendirmiş, ekonomiye zarar vermiş. Ya vergi? Her halde yüklüce bir vergi ödemişlerdir. Ne yazık ki hayır. Bir kuruş bile ceplerinden çıkmaz. Neden? Yasa böyle düzenlenmiş. Fakir fukaranın kullandığı ekmekten suya kadar en temel maddeden… Asgarî ücretliden… Vergi alınırken… Borsa kazançları neden vergilendirilmez? Bu soruyu yetkililerin cevaplandırması gerekir. Kamu vicdanı rahatlatılmalıdır. Para mı kaçar? Gelişmekte olan ekonomiler sıcak parayı vergilendiriyorlar. Kaçan göçen yok. Böyle tatlı kârları nereden bulacaklar. En azından bir süre daha. ABD krizi atlatamadı. FED tekrar 1 trilyon dolar basma hazırlığında. Bu demektir ki sıcak para istilâsı sürecek. Para babaları da emeksiz, vergisiz milyarlar kazanmaya devam edecek. Şili’de, Zonguldak’ta ya da dünyanın herhangi bir köşesinde üç beş kuruş kazanmak için alın teri akıtanların dramı da bitmeyecek. İktidarlar da seyredecek. Bu düzen işte böyle bir düzen. 01.11.2010 E-Posta: [email protected] |