Basından Seçmeler |
‘Kırmızı Kitap’ efsanesinin sırları
BAŞLANGIÇTA herşey esrarengizdi. Bir başbakan görevini yenisine devrederken makam odasındaki kasayı açıyor, içinden çıkan kırmızı kaplı ince kitabı makamın yeni sahibine veriyordu! O kırmızı kaplı ince kitap, devletin gizli anayasasıydı, Atatürk’ten beri el değiştiriyor, her gelen yeni başbakan o ‘gizli anayasa’ya uygun davranıyordu. Vay vay vay... Sanırsınız Da Vinci şifreleri el değiştiriyor. Şimdi soralım: Bir ‘hukuk devleti’nin ‘gizli anayasa’sı olabilir mi? Cevap soruda gizli zaten: Hayır, olamaz! Peki nedir bu ‘kırmızı kitap’ meselesi? Bunu da 90’lı yıllarda öğrendik, meğer esas adı ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ imiş. (...) ‘Kırmızı Kitap’, ‘Gizli anayasa’ gibi tuhaf isimler verilen belge, başlıca iki bölümden oluşuyor. İç tehditler ve dış tehditler. Bütün hayatı ‘Dış düşman ve dış mihrak’ laflarıyla geçen bizim gibiler için ‘Dış tehdit’in saçma olduğunu düşünmek kolay değil. (Ama saçma aslında ‘dış tehdit.’ Günümüz için doğru kelime ‘Rakipler’ falan olabilir, ‘Düşmanlar’ değil.) O yüzden belgenin bu bölümüne dokunmayalım. Peki ama Allah aşkına, nedir bu ‘iç tehdit’? Kendisine ‘hukuk devleti’ adını veren bir devletin vatandaşları ‘tehdit’ olmazlar, olsalar olsalar suç işleyecek olurlarsa suçlu olurlar. Ülkede bölücü terör var diye Kürt kökenli olan herkes ‘iç tehdit’ midir ve giderek ‘iç düşman’ mıdır? (27 Nisan 2007’de yayımlanan askeri muhtırada ‘Ne mutlu Türk’üm diyene, demeyenler düşmanımızdır ve hep öyle kalacaktır’ deniyordu, unutmayın!) Bir zamanlar ‘irtica’ diye bir ‘iç tehdit’ vardı. Dindar olan, sakallı takkeli ve türbanlı olan herkes ‘tehdit’ midir, ‘düşman’ mıdır? (Uygulamada gördük ki, evet öyleymiş, bir dönem bu ülkede dindar olan herkes tehdit sayıldı, türbanlılar hâlâ sayılıyor olmalı ki Genelkurmay Başkanı 29 Ekim resepsiyonuna bile gitmedi.) Bir ‘hukuk devleti’nde MGSB gibi gizli bir belgeye yer yoktur. Hadi diyelim birileri yazdı, üstüne de ‘gizli’ diye damgayı bastı, bu durumda bile belgenin bir geçerliği yoktur. Hukuk devletinde suç ve suçlu vardır. Suçun ne olduğu önceden bellidir, kanunda yazar, o suçu işleyen de yakalanır, yargılanır, suçu işlediği sabit görülürse de cezasını çeker. ‘Hukuk devleti’nde bu böyle olmalıysa eğer neden bizim hâlâ bir ‘Gizli anayasa’mız var? Hukuken sadece bir ‘Başbakanlık genelgesi’ hükmünde olsa da, maalesef bu belge yüzünden hâlâ daha çok sayıda hayat kararıyor, tek tek vatandaşlarımız suç olmayan davranışları yüzünden hayatta feci zorluklarla karşılaşıyor. (Azınlık vatandaşlarımız bu ülkeden neden ve nasıl gitti sanıyorsunuz, böyle belgelerin uygulanmasıyla hayat onlara her gün zehir edildi ve öyle gittiler.) Yine Hürriyet’in ortaya çıkardığı meşhur ‘sosyetik fişleme’nin kökeninde de bu belgedeki iç tehdit ve iç düşman algısı vardı. Sorun, sadece bu belgenin gizliliğinde değil, tehdit değerlendirmeleri içermesinde. Hukuk devletinde tehditler yasalarda yazılıdır, gizli genelgelerde değil. Hukuk devletinde suç yasayla tanımlanır, gizli genelgeyle değil. O yüzden gelin hükümete soralım: Bu ‘gizli anayasa’da hâlâ ‘iç tehdit’ diye bir şey var mı? ‘Sivilleşiyoruz’, ‘Demokratikleşiyoruz’, ‘Fişleme bitecek’ laflarının test edileceği yer burasıdır: Hükümet açıklasın, daha önce söz verdikleri gibi ‘iç tehdit’i belgeden çıkardılar mı çıkarmadılar mı? Türkiye’de demokratik rejimin üstündeki askeri ve bürokratik vesayetin kökeninde bu hukuk dışı belge vardır.
İsmet Berkan, Hürriyet, 31 Ekim 2010 |
01.11.2010 |
Nabi Yağcı: Sol, dine mesafe koyduğu için halka ulaşamadı
TARAF Gazetesi yazarı Nabi Yağcı’nın eski sıfatı TKP genel sekreterliği. Partideki ismiyle Haydar Kutlu olarak da tanıdığımız Yağcı, 1989’da Berlin Duvarının çökmesiyle başlayan süreçte, cezaevinde yargılanmayı beklerken başka türlü okumalar yaptı, kendini, ülkesini ve dünyayı yeniden anlamlandırmaya çalıştı. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra derinleşen bu arayışı onu tasavvuf kültürüne götürdü. Şimdi üzerine yeni sıfatlar eklemeden farkındalığını gazetedeki köşesinin dışında bir kitaba dönüştürme aşamasında. Eminim siz de benim gibi “Dünyayı değiştirmeden önce kendini değiştir” diyen Yağcı’nın samimiyetine, açıklığına, abartısız ve dürüst üslubuna hayran kalacaksınız.
-Bir kitap yazdığınızı biliyorum. Hayatınızın muhasebesini mi çıkarıyorsunuz? -Öyle klasik anlamda bir tarih ya da özgeçmiş anlatımı değil. İnsan benim yaşıma gelince herhalde daha çok çocukluk dönemine yöneliyor. Günlük hayatta koştururken bellek geriye doğru çalışmıyor. Biraz durunca geriye doğru daha çok çalışıyor. Sovyetler çöktükten sonra herkesin sorduğu niye böyle oldu sorusu benim de sorumdu. Geriye doğru şiddetli bir sarsıntıyla düşünmeye başladığınızda kendinizi, ailenizi, tarihi, kültürünüzü yeniden keşfetmeye yöneliyorsunuz. Yaklaşık 15 yıldır Anadolu düşünce tarzını, tasavvuf öğrenmeye çalışıyorum. En çok ilgimi çeken Anadolu Selçukluları oluyor. Hani denir ya Anadolu mozaiktir. Ben diyorum ki, hayır değildir, ebrudur. Anadolu’daki büyük uygarlıkların biri öbürlerini asimile edememiştir.
-Çünkü mozaikte her biri kendisi olarak yan yanadır. Kaynaşma yoktur. -Evet. Geçişler yoktur. Sınırlar keskindir. Özellikle Anadolu Selçuklu dönemiyle başlayan bir ebrulaşma var diyorum ve o tema üzerinde gidiyorum. Bu tabii beni hem o dönemin arkeolojisine, mimarisine, sanatına hem din öğretilerine götürüyor. Tabii resmi İslam yorumu dışındaki yorumlar ilgimi çekiyor. İşte oradan da tasavvufa gidiyoruz.
-Solun dine mesafe koyması bir kayıp mıydı onun için? -Hem de çok büyük bir kayıp. Bu mesafe yüzünden halkı kaybetti. Kaybetti demek doğru değil. Bulmadı ki kaybetsin. Oraya ulaşamadı bile. İnançlar bir kimlik oluşturuyorsa, halkla temas kurmak o kimliği bilmeden mümkün olmaz. Ama din afyondur dediğin andan itibaren bu teması kuramıyorsun. Üstelikte din sadece Allah’a inanmak meselesi değil, edebiyata kadar uzanan bir kültür. Aynı zamanda toplumun bir harcı da. Sen bu kültüre vâkıf olamazsan bir defa dilin kopuk oluyor halktan. Mesela ben dün kullanmadığım sözcükleri bugün kullanıyorum. Adalet, hakkaniyet gibi.
-Adalet ve hakkaniyet kelimeleri solun literatüründe yok mu gerçekten? - Genellikle yok. Bunların yerine eşitlik var. Daha çok ekonomik temelin dili hakim. Yani manevi taraf yok ya da zayıf. Çünkü kapitalizm sömürü ve eşitsizlik getiriyor, dolayısıyla bizim esas meselemiz eşitlikti. Eşitlik sağlanınca diğerleri de çözülür diye düşünülürdü. Adalet onun ürünü olabilirdi. Ama gerçekte eşitlikte bile adaletsizlik mümkündü.
KONAĞIMIZDA TEFEKKÜR ODAMIZ VARDI Çocukluk döneminizde bugünkü anlayışın izleri var mı? Benim dedem, tarih kitaplarında Plevne kahramanı olarak geçen Gazi Osman Paşa sülalesinden geliyor. Çocukluğumda Tokat’ta ondan kalma bir konakta oturuyorduk. Konak diyorum ama daha ben çocukken yıkılmak üzereydi. Ve orada tek başına baba oğul olarak kalıyoruz, başka hiç kimse yoktu. Ön taraftaki selamlığın tepesinde bir oda vardı. Ve çok garip bir odaydı o. Böyle bir hamam kubbesi gibi düşünün. Tepeden aydınlatılıyor. Hiç penceresi yok. Ama etrafta çepçevre işlemeli dolaplar var. Kitaplık olarak yapılmış. Babama sordum, bu oda ne odasıdır? Çünkü diğer odaların hiçbirine benzemiyor. Babam bana tefekkür odası dedi, yani düşünce odası diye açıkladı. Tabii anlam vermem o zaman için mümkün dğil
Ne zaman mümkün oldu anlamanız? -İşte tasavvuf ile tanışık olduğum zaman o sisler yavaş yavaş dağıldı. Bir netleşme oldu kafamdaki fotoğrafta. O zaman geriye dönüp anladım ki babam değil ama o kitap ciltçisi tarikat ehliydi. Babamın bana din konusunda söyledikleri de sonradan yerli yerine oturmaya başladı. Ben bunu hep anlatırım. Altı yedi yaşlarındayken bana şöyle demişti. Ben dedi sen kendini bilene kadar dini vecibeleri anlatmakla görevliyim. Hakikaten elimden tuttu, camiye de götürdü. Ama ondan sonra yapıp yapmamak senin bileceğin iş dedi. Ama daha önemlisi şudur. Bana dedi ki, Allah’ı düşünerek bulacaksın.
-Ne düşündünüz peki? -Ben tabii düşünmeye başladım babam bu lafı söyledikten sonra. Ama başka hiçbir laf da etmedi. Dedi ki, Allah’ı düşünerek bulacaksın. Ben de öyle düşünmeye başladım. Düşünüyorum düşünüyorum bulamıyorum. Kendi kendime dedim ki, herkes camiye gidiyor, namaz kılıyor ya, herhalde onlar düşünerek bulmuş ama ben bulamıyorum. Kendimden kuşku duymaya başlamıştım. Peki, ne yapmam lâzım? Kendimi eksikli gördüğüm için babama soramıyorum da. Yani herkes bildiği halde bir tek ben bilmediğim için kendimi ayıplıyorum. Çocukluk işte. O yüzden de utanıyorum ve soramıyorum Allah düşünerek nasıl bulunur diye. Bizim yanımızda komşumuz olan ortaokula mı gidiyordu o zaman lise mi bilemiyorum bir genç vardı. Ona gittim, Allah nasıl düşünülerek bulunur diyemediğim için, nasıl düşünülür diye sordum.
-Yani düşünmeyi bilirseniz Allah’ı bulacaksınız. Peki ne dedi? -Ben nasıl düşünülür diye sorunca önce şaşırdı, sonra salak mısın be, herkes nasıl düşünüyorsa sen de öyle düşünürsün dedi. Cevabımı alamamıştım. Bu soru üstüne düşünmek epey yordu beni. Fakat tabii bir cevap bulmam mümkün de değildi. Zamanla kafamda sönümlendi artık bu soru. Ama bir şeyi fark eder oldum. Düşünmek denen bir şey varmış. Hani her gün nesir yazıyormuşum da ben bilmiyormuşum gibi. Zannediyorum ki düşünme denen o insani faaliyete biraz yakınlaştırmıştı babam beni.
-Diyelim ki öldünüz ve gözünüzü yeniden açtığınızda öte dünya ile, Allah ile karşı karşıya geldiniz. “Farkındalık deyip durdum hayatta, meğer hiçbir şeyin farkında değilmişim” der misiniz? -Kuşkusuz öyle derim. Bu da son bir farkındalığım olur. O zaman tabii O ne der onu bilmem. Asıl O’nun ne diyeceği önemli. Benimki değil ki. Madem ki beni yaratan O.
-Ne söylemesini istersiniz? -Ona sığınırım yalnızca. O kadar büyük bir güç karşısında ne denebilir ki?
Konuşan: Nuriye Akman, Zaman, 31 Ekim 2010 |
01.11.2010 |