M. Latif SALİHOĞLU |
|
Lokantalar çoğaldı, obezite arttı |
Obezite derdi, yani vücuttaki yağ miktarının insan sağlığını tehdit edecek derecede artması, maalesef giderek yaygınlaşıyor. Üstelik, bu derdin modernite ile paralel şekilde arttığını görmekteyiz. Süper ülke Amerika'da, insanların yüzde elliden fazlası bu dertten muztarip. Onu, Avrupa'nın en gelişmiş ülkeleri takip ediyor. Yedi–sekiz sene arayla gittiğimiz Almanya'da, obezitenin tehlikeli şekilde artış gösterdiğini bâriz şekilde gözlemledik. Genç yaştaki birçok erkek ve kadının kilolarını taşımada çektikleri eziyeti görünce üzülmemek, acımamak elde değil. Obezite salgını, ne yazık ki Türkiye'yi de etkisi altına almış durumda. Büyük şehirler başta olmak üzere, ülkenin hemen her yerinde aşırı yağlardan, fazla kilolardan büyük ıztırap çekenler var. Bu müzmin derdin, bir değil, birçok sebebi var, şüphesiz. Kimi insanlarda hormonal dengesizlik var. Bazı kimseler ise, mecburen kullandığı ilâçların etkisiyle yağ depolayan hücre faaliyetlerini durduramıyor. Bunların dışında, bilhassa kötü yemek alışkanlığının veya aşırı yemek düşkünlüğünün fazla kilolara sebebiyet verdiğini itiraf etmek durumundayız. Aciptir. İnsanlar, eskiden açlıktan, gıdasızlıktan dolayı hastalanırlardı. Şimdi ise tokluktan ve bilhassa aşırı yemek alışkanlığı sebebiyle hastahanelere düşüp tedâviye muhtaç hale geliyor.
İki dükkândan biri yemekhane
İstanbul'un bazı işlek caddelerinde şaşılacak derece bir değişiklik gözlemekteyiz. Son yıllarda yaşanan maddî krizin de etkisiyle, dükkân ve mağazaların bir kısmı sıklıkla el değiştiriyor. Her el değiştirmede ise, mideye hitap eden çeşitlemelerde bir artış meydana geliyor. Son zamanlarda, bazı semtlerde neredeyse iki dükkândan biri yemekhane oldu. Hatta, yanyana birkaç lokantanın dizildiği yerler de var. Bunlar, birbiriyle yarışırcasına, hem göze, hem buruna hitap ederek, mideleri kendilerine abone olacak hale getiriyor. Son iki sene içinde bizzat şu tarz manzaralar gözlemledik: * Nalbur dükkânı kapandı, yerine pide–lahmacun dükkânı açıldı. * Elektrikçi dükkânı kapandı, onun yerine dürümcü açıldı. * Telefon şubesi kapandı, onun yeri çiğköfteci oldu. * Tuhafiyeci kapandı, dönerci açıldı. * Beyaz eşya mağazası kapandı, onun yerine simit sarayı açıldı. * Ayakkabı mağazasının yeri kokoreççiye döndü. Listeyi, hiç abartmadan daha da uzatmak mümkün. Sektörlerin bir kısmı zayıflar veya adım adım piyasadan çekilirken, yiyecek türleri ise her tarafı istilâ ediyor. Bunun ise, ne ekonomiye bir faydası var, ne de insan sağlığına. İnsanların midesini bir öğütme makinasına çevirmesinin ve ülke genelinde bir tüketim toplumu haline dönüşmenin, ne gibi bir faydası olabilir ki... * * * Bu büyük ve kronik derdin (obezitenin) kısa ve pratik bir çaresi şu olsa gerektir: Evvelâ nefsine, iradesine hakim olmak. Özellikle, dil kapıcısını baştan çıkarmamaya ve mide efendisini şımartmamaya dikkat etmek. Günde iki öğüne tâlim etmek. Acıkmadan ve öncekini tam hazmetmeden tekraren yememek. Aç karnına, yahut yemekten en az iki saat sonra bol su içmek. Günde bir saatten az olmamak şartıyla bol bol yürüyüş yapmak. Yemeklerde çörekotu kullanmak veya sabah–akşam çörekotu yağını birer kaşık içmek.
Tarihin yorumu 30 Haziran 1948
Prens'in ölümü; Ahrar'ın dirilişi
Osmanlı Ahrar Fırkasının öncü şahsiyetlerinden biri olan Prens Sabahaddin Bey (1878–1948), İsviçre'de vefat etti. Cenazesi ise, vefatından ancak dört sene sonra (1952, DP hükûmeti zamanında) Türkiye'ye getirtilerek Eyüpsultan Kabristanına tevdi edildi. Sabapaddin Beyin "Prens"liği, onun Sultan II. Abdülhamid'in kızkardeşi Seniha Sultanın oğlu olmasından dolayıdır. Yani, anne tarafından Osmanoğlu sayılırdı. Bununla beraber, hem babası Damat M. Celalettin Paşa, hem de kendisi istibdada karşı olup kâmil mânâda hürriyet taraftarıydı. Bundan dolayı da, aynı zamanda dayısı olan Sultan II. Abdülhamid ile hiç uzlaşamadı, daima ters düştü. Osmanlı'da uyanan hürriyet ve meşrûtiyet hareketinin öncüleri arasına giren Sabahaddin Bey, ömrünün çoğunu yurt dışında, bilhassa Avrupa'nın şehirlerinde geçirmek zorunda kaldı. II. Meşrûtiyetin ilânıyla (1908) birlikte İstanbul'a gelerek, sürgünde altyapısını teşkil etmiş olduğu Ahrar Fırkasını canlandırmaya çalıştı. Aynı süreçte "Teşebbüs–i Şahsî ve Adem–i Merkeziyet Cemiyeti"ni kurarak, Osmanlı toplumunda liberalizmin (serbestlik, özel teşebbüs) gelişmesine katkıda bulundu. Ne var ki, karşılarında rakip görmek istemeyen ve muhalefet cephesine zerrece tahammül göstermeyen İttihatçılar, Ahrarcı Sabahaddin Bey ve arkadaşlarını kuvvet yoluyla, komplo ve cinayet metoduyla bertaraf etmeye koyuldu. Önce, Ahrar'a yakın olan gazeteci ve yazarları gizli tetikçilere öldürtme cihetine gittiler. Ardından 31 Mart komplosuyla, Ahrar ve müttefiklerini darağaçlarında sallandırdılar. Geri kalanlarını da Sinop Cezaevine göndererek, Ahrar hareketini adeta toprağa gömdüler. (İdam sehpasına gitmekten kılpayı kurtulan Sabahaddin Bey, bir müddet sonra yurdu terk etmek zorunda kaldı.) Gariptir bir tecellidir ki, Osmanlı'daki Ahrar cereyanı, tam da Sabahaddin Beyin vefat tarihi olan 1948'den sonra, Üstad Bediüzzaman'ın tabiriyle "35 sene sonra yine dirildi, yine uyandı." Bediüzzaman Hazretleri, Ahrar'ın "Demokratlar" adıyla yeniden diriliş ve uyanış tarihini, kendisi için de "Üçüncü Said devresi"nin başlangıcı olarak kabul ediyor. (Bkz: Tarihçe–i Hayat, s. 525. YAN, 1994.) "Ahrar denilen Demokratlar" tâbiri için ayrıca bakınız: (Emirdağ Lâhikası, s. 271.) 30.06.2010 E-Posta: [email protected] |