Ali FERŞADOĞLU |
|
Batı arayış içerisinde |
Batı, “aydınlanma ile sanayi devrimini” 1750-1850 yılları arasında yaşadı. Bunun arkasında yatan birinci saikın, semâvî dinler, peygamberlerin getirdiği mu’cizeler, Kur’ân’ın akla ve düşünceye verdiği önem, Müslüman âlimlerin yapmış olduğu ilmî keşif ve icadlar olduğunu daha önce ifade etmiştik. İkinci olarak, Hıristiyanlığın, daha doğrusu Kilisenin, insan aklı ve vicdanına Ortaçağ boyunca yaptığı müthiş baskı yatmaktaydı. Kilise, sadece dinî ve sosyal bir organizasyon değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel bir organizasyon; hattâ bir imparatorluktu.1 O çağda Fransa’da, toprakların yüzde 30’u Kilisenin elindedir. Bir silâh olarak kullandıkları aforoz, günah affı ve cennet parsellemekten de kasalarını doldurmuşlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu şöyle açıklanmaktadır: “Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!”2 Para, güç demekti. Kilise ile işbirliği yapan lord senyör ve idâreciler, halkı uzun asırlar sömürüp; toplumu da, bu çerçevede inanmaya, düşünmeye ve yaşamaya zorladılar: “Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassupları... Papazların, rûhânî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri (kilise hâkimiyeti) ve ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleri...”3 de buna zemin hazırlar. Papazlar, ruhânîler, ruhbanlar, araştırma yapmak isteyen, aklını kullanan ve Kiliseye zıt düşünenleri aforoz ediyor, sosyal hayattan men ediyor, haklarını elinden alıyor; Kilisenin Engizisyon mahkemeleri diri diri yakıyor veya giyotine gönderiyordu. İnanç, mezhep ve fikir savaşları ile Batı, dört yüz yıl boyunca çalkalanmıştı. Buna tepki gösteren felsefeciler, Rönesans ve reform hareketiyle, “uhrevî hayat” yerine, “dünyevî, maddî” hayatı ön plâna çıkardılar. Böylece Protestan ve Anglikan mezhepleri doğdu. Devletler ve milletler de Katolik kilisesine karşı istiklâllerini ilân etti. Kilisenin bu akıl almaz baskısından, Engizisyonun tasallut ve zulmünden iki cereyan daha çıkar: Laisizm ve sekülarizm. Biri dini dünya işlerinden ayırır, vicdana hapseder, hayata geçirmez. Öbürü, dine ses çıkarmamakla beraber, hayata hiç karıştırmaz. Hepsi de maddeye, nefse, şehvânî duygulara hizmeti esas alarak mâneviyatı dünyalarından çıkardı. Diğer “izm”lerin de tasallutuyla iş çığırından çıktı. Ve en sonunda “izm”lerden oluşan Batı felsefesi, insanlığı dehşetli bir uçuruma yuvarlamıştır. Bediüzzaman bunu şu sözleriyle ifade eder: “Sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa, Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör deha ile ruh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye etti! Sonra anladı ki, bu öyle ilâçsız bir ilettir ki, insanı a’lay-i illiyyinden [en yüksek mertebeden] esfel-i sâfiline [aşağıların aşağısına] atar; hayvanatın en bedbaht derekesine indirir. Bu illete karşı bulduğu ilâç, muvakkaten iptal-i his [duyguları iptal] hizmeti gören cazibedar oyuncakları ve uyuşturucu hevesat ve fantaziyeleridir. Senin bu ilâcın senin başını yesin ve yiyecek!” 4
Dipnotlar: 1- Doç. Dr. Bünyamin Duran, Sekülerleşme Krizi, s. 62. 2- Kur’an, Tevbe Sûresi, 34. 3- Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 80-81. 4- Lem’alar, 90-107. 26.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |