Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açılım derken |
Hükümetin demokratik açılımı gündeme getirmesinden sonra, bu süreci sabote etme amaçlı olduğu düşünülen gelişmelerin ilki, bir kez daha şehit cenazelerindeki tırmanış oldu. Ama Başbakan, “Askerimize sıkılan kurşunlar bizi açılım sürecine kararlılıkla devam etmekten asla alıkoyamayacak” diyerek, zihinlerde bu yönde oluşan kaygıları gidermeye çalıştı. Anayasa değişikliği ve af gibi maddelerin açılım kapsamında yer almadığı, operasyonların aralıksız süreceği yönündeki açıklamaların etkisi, CHP-MHP ikilisinin açılım karşıtı kampanyayı şiddetlendirerek devam ettirmeleri ve zamanın akışı içinde başka gündemlerin öne çıkmasına bağlı olarak açılım gündeminin tavsamaya yüz tuttuğu izlenimi de, özellikle Başbakan tarafından yapılan çıkışlarla silinmeye gayret edildi. Özellikle Said Nursî’den söz edildiği için farklı bir rüzgâr estiren son kongre konuşması, bu anlamdaki çıkışların en dikkat çekici örneği oldu. Cumhurbaşkanı Gül’ün “açılıma destek” şeklinde algılanan ve CHP-MHP ikilisinin sert tepkisine hedef olan Meclis konuşması da bu bağlamda, yine süreci canlı tutup tavsamasına meydan vermeme çabasının ürünü olarak görüldü. Buna karşılık, Meclisin yeni yasama dönemindeki ilk iş olarak sınırötesi operasyon tezkeresini görüşüp kabul etmesi, tıpkı içerideki operasyonlar gibi, açılımın esprisiyle pek örtüşmeyen ve bağdaştırılamayan bir gelişme olarak görüldü. Her ne kadar Dışişleri Bakanı “Tezkerenin uzatılması açılım çabalarımızı destekleyecek” dese de, “Hem aylardır demokratik açılımdan söz ettiğiniz halde bu yönde kayda değer hiçbir yeni adım atmayacak, hem de bu sorunun sadece askerî yöntemlerle çözülemeyeceğine dair giderek daha yaygın şekilde dile getirilen kanaate rağmen iç ve dış operasyonlara hız kesmeden devam edeceksiniz; bu bir çelişki değil mi?” sualinin mantıklı ve tutarlı bir cevap beklediği ortada. Açılımı gölgeleyen bir başka gelişme de, bütün dünyanın gözlerinin IMF ve Dünya Bankası toplantıları sebebiyle İstanbul’a çevrildiği bir ortamda yaşanan “eylemci-polis çatışması” görüntüleri. Bunlar, hem “Bakın, İstanbul’da bile terör hâlâ diri” diyen “Her hal ve şartta önce güvenlik” mantığına yeni bir soluk veriyor, hem de polisin eylemcileri tahribattan alıkoyamazken daha ziyade halkı bîzar eden uygulamalarıyla, bu alandaki olumsuz sicilimize yeni kayıtlar düşürüyor. Hükümetin açılımı takdim biçiminden “etnik çatışma” senaryolarının üretildiği bir konjonktürde, bu uydurma senaryolara gerçeklik kazandırma planıyla irtibatlı olduğu şüphesi uyandıran tehlikeli provokasyonlar da tezgâhlanıyor. Bursaspor-Diyarbakır maçı esnasında tribünlerde açılan “Ne mutlu Türküm diyene” pankartının, bilâhare, kurtuluş günü gerekçesiyle İstanbul’un tarihî selâtin camilerine mahya olarak asılması, bunların en fazla dikkat çekici olanları. Güneydoğu’da dağa taşa yazılıp da yıllardır kaldırılması istenen bir sloganın, şimdi de batının en merkezî şehirlerinde ve hiç olmadık yerlerde boy göstermesi iyiniyetle bağdaşabilir mi? Sonra “Ordumuza şükran borçluyuz” ve “Millî birlik esastır” gibi, şu konjonktürde kritik tartışmalara konu olacak sözlerin mahyalarda işi ne? 28 Şubat’ta Çevik Bir’in 1. Ordu Komutanlığı döneminde bazı kışlaların kapısına yazılan “Orduya sadakat şerefimizdir” ifadeleri ne kadar tartışılmıştı... Ama o zaman bir “post müdahale” dönemiydi, o yazı da kışlanın girişinde yazılıydı. Şimdi ise görünüşte 28 Şubat’ı on iki yıl geride bırakmış, ülkenin 22 Temmuz’da halktan aldığı yüzde 47 oyla işbaşına gelen büyük Meclis çoğunluğuna sahip bir iktidar tarafından yönetildiği, AB sürecinde ciddî mesafeler almış ve askerin iyice kışlasına çekildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ama gelinen noktada askerî ve ideolojik sloganlar kışla girişlerinden mahyalara taşınıyor. Açılım diye diye, askerî cumhuriyet olma yolunda daha ileri noktalara mı sürükleniyoruz? 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |