Cevher İLHAN |
|
“Said Nursî” atfı... (2) |
Başbakan’ın “Onsuz Türkiye’nin mâneviyatı noksan kalır” dediği “Said-i Nursî”nin adını andığında salonun âdeta alkıştan yıkılmasının ve kamuoyundaki olumlu tepkilerin anlamı iyi okunmalı. Bu alkış, Bediüzzaman’ın devlet ve siyasetten önce halkın nezdinde tanındığının ve büyük desteği olduğunun ifâdesidir. Bu bakımdan kimi nâdânların iddia ettikleri gibi, Erdoğan’ın Ahmet Kaya’dan Tatyos Efendi’ye kadar peşpeşe sıraladığı isimlerin ardından ismini zikretmekle Said Nursî’ye “kamusal itibar vermiş” değil, siyasî itibarını güçlendirmiştir. Zira Said Nursî, daha Osmanlı döneminde devletten, kamudan en büyük itibarı almış, bunu Cumhuriyet döneminde milletten aldığı itibarla taçlandırmış, milletin gönlünde en büyük itibarı kazanmıştır. Israrla dâvet edildiği Ankara’da, Büyük Millet Meclisi’nde, “Bu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” ikazıyla, bugünkü çıkmazlara dikkat çekmişti. Osmanlı devlet ricâlinin Bediüzzaman’la mülâkatları, taltifleri, yakın tarihin arşivlerinde. Bizzat Harbiye Nâzırı –Ordu kumandanı- Enver Paşa’nın teklifiyle ordunun kontenjanından Darü’l Hikmet’ül İslâmiye âzâlığına getirilmesi ve Şeyhülislâmlık tarafından Sadâret (Başbakanlık) yazıyla en büyük ilmî payelerden biri olan “mahreç pâyesi” ile takdir edilmesi, Gönüllü Alay Kumandanı Bediüzzaman’ın daha Osmanlı döneminde “kamusal itibarı” elde ettiğinin bir misâli...
İYİLİĞİN YOL GÖSTERİCİSİ Gelinen noktada, Bediüzzaman’ın ilk kez bir Başbakan tarafından “anıldığı” yanlışıyla insanlık ve ülke için ortaya koyduğu çârelerin aksine bazı siyasî sapmalara yeltenilmesi, çarpıtmaların başında gelmekte... Oysa çok değil, 28 Ekim 1990’da Ankara-Kocatepe Camiindeki Bediüzzaman Mevlidine, “Büyük Kur’ân müfessiri, Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi” takdirleriyle telgraf gönderen eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Demirel’in, Said Nursî hakkındaki beyânları belgelerde. Mâlum büyük basının, çoğu köşe yazarlarının ve bazı mihrakların karalama kampanyasına karşı verdiği asil ve muhtevalı cevaplar ortada. Başta gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere on Yeni Asya mensubunun DGM’ce tâkibata uğratılıp nezârete atılması ve “Demirel, Bediüzzaman Mevlidine nasıl telgraf gönderir?” tepkisi üzerine, “Mevlid okundu diye, Türkiye’de eğer bir takım tâkibatlar yapılıyorsa, yapanlar dikkatli olsun, yaptığınız iş lâikliğe aykırıdır” diye uyaran Demirel, devamında şunları söylemişti: “Türkiye’de 550 yıldır mevlid okunuyor; TC kanunlarında mevlidin suç olduğuna dâir bir hüküm bulunmuyor. Mevlidde herhangi bir hâdise çıkmamışsa, cam-çerçeve kırılmamışsa, provokasyon olmamışsa, suç nedir o zaman? Türkiye’de birçok kişi öldürülüyor, kâtilleri meçhul. Devlet onları arayıp bulsa daha iyi eder.” Bir gazetecinin Demirel’e mevlide gönderdiği telgrafı hatırlatması üzerine, “Kaçak iş mi yapıyoruz? Heyet, ‘Mevlid okutacağım’ diyor, dâvetiye gönderiyor. Ben ‘Mevlidiniz mübârek olsun’ diye telgraf gönderiyorum; bir siyasî parti genel başkanı olarak, ‘Mevlidiniz mübârek olsun demeyecek miyim? Bu vicdanlara baskıdır” diye tepki vermişti. Bir takım insanların Bediüzzaman’ı “körü körüne tâkip etmediklerini” kaydeden Demirel, koltuğunun altındaki dosyayı göstererek, hâdiseye seyirci kalan dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut’un İçişleri Bakanlığı devresinde vâliliklere gönderdiği “Risâle-i Nurlarda hiçbir suç olmadığı”nı belirten “tamim”i nazara vermiş; Nur talebeleri câmiasının rahat bırakılması ikazında bulunmuştu. (Mevlid Fırtınası, Yeni Asya Neşriyat, 39)
KAMUNUN BEDİÜZZAMAN’A İHTİYACI VAR Basında dinmeyen tenkidler üzerine, 3 Kasım 1990’da DYP İstanbul il binasının açılışında, gazetemizin imtiyaz sahibi ve on arkadaşının nezârete atılması haberlerine tepki gösteren Demirel, “Türkiye’de 13’e yakın cinâyet işlenmiştir; onları araştırsalar, fâillerini bulsalar daha iyi olur. Madem bu kadar hassaslar, hapishânelerdeki adamları kaçırmasınlar” diye konuşur. Keza DGM savcısının kendisi hakkında da soruşturma yaptığını hatırlatan gazetecilere, Demirel’in o gün verdiği cevap, bütün siyasetçilere ve devlet adamlarına örnek olacak muhtevadadır: “İstediği kadar soruştursun. Ben ne dedim? ‘Said Nursî büyük âlimdir, büyük Kur’ân müfessiridir’ dedim. ‘Büyük âlim olmadığını’ söyleyenin alnını karışlarım. Büyük âlim, büyük müfessir demek suç mu? Soruşturma açacakmış. Burası Tanganika mı?” (a.g.e.,49-50) Gerçek şu ki, bu toprakların yetiştirdiği Said Nursî’nin başta insanımızın iman ve ahlâkı olmak üzere, devletin ve toplumun karşı karşıya kaldığı içtimaî problemlere Kur’ânî-İslâmî esaslar istikametinde getirdiği temel târifler ve çözümler, bugün daha bâriz bir biçimde haklılık kazanmıştır. Bediüzzaman’ın bir asır, elli yıl önceki uyarıları haklı çıkmıştır. Bunun içindir ki Said Nursî’nin devlete ve siyasete değil, kamunun, devletin ve siyasetin Said Nursî’nin vatanın ve milletin barış, birlik ve bütünlük içinde maddî ve mânevî kalkınması için akıl ve bilim ekseninde ortaya koyduğu tespitlere ihtiyacı vardır. Devlet, siyaset, kamu, hiçbir komplekse kapılmadan Bediüzzaman’ın irfan ve fikriyatından yararlanmalıdır. Yoksa demokratikleşme de, “açılım” da “noksan” kalır… 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |