Süleyman KÖSMENE |
|
Divan-ı Harp’te Bediüzzaman (1) |
Muzaffer Bey: “Bedîüzzaman, Otuz Bir Marttan sonra çıkarıldığı Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yaptığı on bir buçuk maddelik savunmasında tam bir hürriyet, vatanperverlik ve şerîat dersi verir ve müdafaası sonucunda beraat eder. Bu müdafaada bir de yarı cinâyet vardır ve bu yarı cinâyetin hâşiyesinde, cinâyetin diğer yarısı için; ‘On beş sene sonra, yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Sirâcunnur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinâyeti bileceksiniz.’ Kaydı vardır. O bahis hangisidir?”
Meşrûtiyetin îlânından sonra Selanik’ten meşrûtiyet muhafızı olarak getirilen ve Taşkışla’ya yerleştirilen avcı taburları tarafından, 13 Nisan 1909’da (31 Mart 1325) İstanbul Sultanahmet Meydanında büyük bir isyan hareketi başlatılmıştır. On bir gün devam eden bu kargaşada âsî askerleri yatıştırıcı rol oynayan Bedîüzzaman Saîd Nursî, isyancılarla birlikte hareket ettiği iddiâsıyla Sıkıyönetim Mahkemesine (Dîvân-ı Harb-i Örfî’ye) çıkarılmış, fakat yaptığı müdafaa sonucunda beraat etmiştir. Burada ilgi ve dikkatimizden kaçmayan, Bedîüzzaman’ın, mahkemeye tepkisinden dolayı, müdafaasında kendi yaptıklarını “cinâyet” olarak nitelemesidir. Müdafaa maddelerini kısaca özetlemeye çalışalım: Birinci Cinâyet: Meşrûtiyetin başlangıcında Şark aşîretlerine elli-altmış telgraf çektim, onları hürriyete sahip çıkmaya çağırdım, gâfil bırakmadım. Demek, neme lâzım demediğimden cinâyet işledim ki, bu mahkemeye verildim! 1 İkinci Cinâyet: Ayasofya’da, Bayezıt’ta, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebelere hitâben muhtelif nutuklarla Meşrûtiyeti şer’î deliller ile îzah ettim. Demek meşrûtiyeti başka medeniyetçiler gibi taklit olarak değil; delillendirdiğim ve şeriata aykırı görmediğim cinâyet sayılmış ki, bu mahkemeye verildim! 2 Üçüncü Cinâyet: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerime meşrûtiyeti telkin ettim. Bizim düşmanımızın cehâlet, zarûret ve ihtilaf olduğunu, bu üç düşmana karşı san'at, mârifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğimizi; husûmete vaktimizin olmadığını anlattım. Demek cinâyet sayılmış ki, bu mahkemeye verildim! 3 Dördüncü Cinâyet: Şerîatın istibdada müsâit olmadığını anlatmak için, meşrûtiyeti herkesten ziyâde şerîat nâmına alkışladım. Fakat korktum ki, bu defa da dinsiz bir istibdâda kapı açılmış olsun! Ayasofya’da mebuslara hitâben, hürriyetin İslâm ahlâk ve âdâbıyla kayıt ve kontrol altına alınmasını, yoksa insanların şartsız tam serbest olması halinde sefih ve itaatsiz olacaklarını ısrarla söyledim. Demek cinâyet ettim ki, bu tokadı yedim! 4 Beşinci Cinâyet: Gazeteciler fâsit kıyaslarla İslâm ahlâkını sarstılar, efkâr-ı umûmiyeyi perîşan ettiler. Ben de neşrettiğim makâlelerle onları reddettim. Ediplerin edepli olmaları gerektiğini, sözlerinin milletin müşterek kalbinden yana tarafsız olması gerektiğini ve matbûât nizamnâmesinin vicdanlarındaki dîn hissince tanzim edilmesinin ehemmiyetini anlattım. Muharrirlere nasîhat etmekle, demek cinâyet işledim! 5 Altıncı Cinâyet: Kaç defa büyük toplantılarda büyük heyecanlar hissettim. Korktum ki, halk âsâyişi ihlâl etsin! Bayezıt’ta talebeler toplandığında heyecanlarını yatıştırdım. Ayasofya mevlidinde konuştum. Ferah Tiyatrosunda kopan fırtınaları teskin ettim. Medenîlerin entrikalarına karışmakla, demek cinâyet ettim! 6 Yedinci Cinâyet: İşittim; İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet kurulmuş. Sonsuz derece korktum ki, bu mübârek ismin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Dedim ki: “Bu isim umûmun malıdır. Tahsis ve tahdit kabûl etmez! Bu cemiyetin müntesipleri, Kâlû Belâ’dan dâhil olan umûm mü’minlerdir. Üye isim defteri, Levh-i Mahfûzdur.” Ben, bu cemiyeti tefrikaya sebep olmaması için uyardım. Geçen büyük musîbete sebebiyet veren fırkalara da engel olmak istedim. Fakat esef vericidir ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı! Ben ki, âdî bir adamım! Böyle meclis-i mebusan vekillerinin en mühim vazîfelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım; demek cinâyet ettim! 7 İnşaallah, yarın devam edelim.
Dipnotlar:
1- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 17. 2- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 18. 3- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 19. 4- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 20. 5- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 21. 6- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 22. 7- Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 23, 24. 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Said Nursî’yi ne kadar tanıyoruz? |
Başbakanın Kürt Açılımıyla ilgili söyledikleri arasında Said Nursî sözü kongreye katılanlarca herkesin dikkatini çekecek şekilde alkışlara sebep olmuş, bir kaç gündür yapılan yorumlar Said Nursî üzerinde yoğunlaşmayı netice vermişti. Bir zamanlar sürgünlere yollanan, “Rejime muhalif” diye mahkemelere verilen, fakat genellikle beraat alan Said Nursî şu veya bu vesileyle ülkenin üst seviyedeki insanlarınca kendisinden söz ettirmeyi başardı. Önceden olumsuz söz edilirken artık olumlu yönde bahsediliyordu. Said Nursî’siz de bu mozayik tutmazdı. Bu demektir ki görüşlerine katılınsın, katılınmasın Said Nursî’nin de dinlenmesi gerektiğini gösteriyordu. Said Nursî onca baskıya rağmen milletin ekseriyetinin gönlünde taht kurmamış mıydı? Her türlü yasaklara rağmen eserleri okunmuyor muydu? Yankıları, etkileri ülke dışına da taşmış, uluslar arası sempozyumlarda konuşulur olmuştu. Demek güneş balçıkla sıvanmıyordu. Düşmanlıkla, göz kapamakla gerçeklerden uzak kalınamıyordu. Ama olan ülkeye oldu. Bu ülkenin insanları birbirlerine değişik gözle bakmaya başladı, on birlerce insanın kanı aktı, aileler ağladı, perişan oldu, ülkeyi güllük gülistanlık yapabilecek yüz milyarı aşkın dolar heba edildi. Said Nursî ileri görüşlülüğü ve ferasetiyle sanki bugünleri görmüş, bu durumlara gelinmemesi, maddeten ve manen kayıplara uğranmaması için uyarılarda bulunmuş, tedbirler sunmuştu. Acaba doğudan çıkan, isabetli tesbit, teşhis ve tedavileriyle dikkat çeken Said Nursî’yi devlet ricali olarak dinlemeye hazır hâle geldik mi? Ülkenin mozayiğini pekiştirecek harcı veren bu büyük insanın sözlerini dinleme bahtiyarlığını yaşayabilecek miyiz? Yoksa daha kan aksın, daha insanlar birbirlerine kin ve düşmanlıkla baksın, ülke bölünsün, parçalansın mı? Yine köke inmeyen, eften püften projelerle oyalanacak mıyız? Bu müzmin derdin tedavisinde gerçekten ciddîysek yazdığı eserlerle Türk-Kürt, Laz-Boşnak demeden bu ülke insanlarını kaynaştıran hakikatleri sunan, eli öpülecek bu insanı artık dinleme zamanı geldi. Eğer Amerika, Avrupa bu reçetelerden haberdar olsaydı dört elle sarılırdı. Artık bu bigâneliğe bir son verilsin. Kendisini idama mahkûm eden insanları affedebilecek kadar büyüklük gösteren bu mümtaz hakikat adamına özür dileyerek kulak verelim. Etkili reçetesinden istifade ederek ülkeyi düze çıkarıp modern ülkelerle ilimde, ekonomide, teknolojide, kısacası medeniyette yarış yapalım. Ne dersiniz, zararın neresinden dönersek kâr değil mi? 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Mahyalarda tersine açılım |
İstanbul'daki selâtin (Sultanların yaptırdığı) camilerinin minarelerine alışılmışın dışında birtakım mahyalar asılmış. "Gör de inanma" cinsinden mahyalar... Görüp inanmak zorunda kaldığında ise, o an kendini "Şeflik devri"nde hissedersin, ister istemez. Evet, bugünlerde beş büyük caminin tepesinde 27 Mayısçıların ağzına yakışır "Millî Birlik"ten, "Ne mutlu Türküm"den dem vuran mahyalar parıldıyor geceleri. Yazılan ifadeler, fokur fokur milliyetçilik kokusunu yayıyor etrafa. Üstelik selâtin camileri gibi o kudsî mâbetlerde tam da ırkçılık mânâsındaki Türkçülük fikri parlatılıyor. Böyle yapmakla da, esasında Kürtçülük gibi sair ırkçılık damarları çok fenâ halde tahrik edilmiş oluyor. "Millî birlik", işte böyle dinamitlenmiş oluyor. Dolayısıyla, bu—bilmeyerek de olsa—bir provokasyondur. Hem de, en tehlikeli cinsinden. Yani, Bursa stadyumundaki o fecî provokasyondan bile tehlikeli. Zira, burada en büyük birleştirici unsur olan din, İslâm, mâneviyat, mukaddesat söz konusudur. Siz empati yaptınız da mı, böyle bir girişimde bulundunuz? Meselâ, şunu hiç düşündünüz mü: Süleymaniye Camiinin minarelerine asılı duran "Ne mutlu Türküm diyene" mahyasını gören gayr–ı Türk bir din kardeşimizin buna tepkisi ne olur diye... Eğer düşünemediyseniz, eyvâh; şayet bunu düşünerek hareket ettiyseniz, eyvâh ki eyvâh! İşte o takdirde biz bu işe resmen provokasyon demek durumunda kalırız. Hatırlatmakta fayda var: Bir eski cumhurbaşkanımız "Dünyanın en büyük Kürt şehri İstanbul'dur" demişti. Bununla, Kürt nüfusun en yoğun olduğu şehrin İstanbul olduğunu kast etmişti. Hiç şüpheniz olmasın, her tarafta "açılım"ın konuşulduğu şu günlerde, camilerin tepesinde yazılı "Ne mutlu Türkün diyene" mahyasını gören sıradan bir Kürt genci şunu düşünecektir: "Ben Türklerin dindar olanına da artık güvenmiyorum ve onların 'din kardeşliği' noktasındaki samimiyetine de inanmıyorum. Baksana, kutsal mâbetlerde bile Türkçülük/milliyetçilik yapmaktan çekinmiyorlar." Maalesef, acı realite budur. Hayret! O ifadelerin dağlardaki görüntüsü bile son derece rahatsız edici iken, siz kalkıp aynı sıkıntıyı camilere taşıyorsunuz. Bu durumda, artık her türlü menfî harekete bulaşma istikametine doğru iteklenen o gençler, sahiden bu işi "Müslüman Türkler"in yaptığına kanaat getirdikleri için, onları teskin etmek, akl–ı selim ile hareket etmelerini sağlamak bir hayli müşkilleşiyor. Oysa, biz kat'i sûrette inanıyoruz ki, hakiki dindar Türkler böyle şeyler yapmazlar. Irkçılığa asla tenezzül etmezler. Hatta, en az Kürt ve Arap kardeşleri kadar bu "Türkçülük" illetinden rahatsız ve muztariptirler. Ancak, yine de sormadan edemiyoruz: Ne oluyoruz beyler! "Açılım" denen şey, burada tersine mi işliyor? Yoksa, bir hayal, bir serap mıdır açilım? Şu demokratlık taslamaları, kocaman bir yalandan mı ibaret yoksa? Dahası, bu, açılımı sabote, hatta provoke etmek değil de nedir? Bu, demokrasinin tekerine taş koymak değil de nedir? Ve, can alıcı son soru: Kim bu işin sorumlusu? Gelen haberlere bakılırsa, herkes topu bir başkasının üzerine atıyor: Müftülük, Vakıflar Müdürlüğüne, o da Valilik makamına, vesaire... İyi de, kim bu işin asıl sorumlusu? Bunu bilmek ve ona göre meselenin üzerine gitmek gerek. Aksi halde, bu tür sorumsuzlukların devamı gelecek ve bu tür provokasyonlar tekerrür edip gidecektir. Hülâsa: Nereden bakılırsa bakılsın, Türkçülük kokan şu son mahyalı provokasyon, şimdiye kadar sahneye konulanların en tehlikeli olanıdır. Temenni edelim ki, bu hata çabuk telâfi edilsin de, bir başka aksülâmele yol açmasın.
Tarihin yorumu 8 Ekim 1918
İttihatçı iktidarın sonu
Yaklaşık on senedir iktidarda olan İttihat–Terakki hükümeti, 8 Ekim 1918 tarihi itibariyle istifasını vererek iktidardan düştü. İttihatçı hükümetlerin son sadrâzamı Talat Paşaydı. İki yıldır bu makamda duruyordu. Birinci Dünya Harbinin mağlûbiyetle neticelenmesi, Talat Paşa ile birlikte İttihatçı iktidarın da sonunu getirdi. 1 Kasım'da (Mondros Mütarekesinden bir gün sonra) yapılan olağanüstü kongrede kendini fesheden İttihat–Terakki Fırkası, ismini Teceddüt Fırkası olarak değiştirerek siyasî hayata devam etmek istedi. Ancak, buna muvaffak olamadı. İttihatçıların lider kadrosu 2 Kasım günü yurdu terk etmek zorunda kaldılar. İttihatçıların siyasetteki lideri Talat Paşa, Posta Müdürlüğü, Meclis Başkanlığı, Dahiliye Vekilliği de yaptı. Sultan II. Abdülhamid'in halli (1909), Ermeni Tehciri (1915), Kürt aşiretlerinin tehciri (1916) ve masonların teşkilâtlan masına sağladığı kolaylık yönleriyle tarihteki yerini aldı. Talat Paşa, 15 Mart 1921'de Berlin'de bir Ermeni terörist tarafından vurularak öldürüldü. 1926'da ailesine ev tahsis edilerek, onlara şehit aylığı bağlandı. 1943'te ise, paşanın kemikleri Berlin'den İstanbul'a getirtilerek Şişli'de defnedildi. 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kader, kısmet ve evlilik |
Kız gelin olmuş, ata binmiş, “Ya kısmet!” denmiş. Gerçekten de öyle değil mi? Taraflar görüşmüş, konuşmuş, araştırmış, evlenmeye karar vermiş, bütün hazırlıkları tamamlamış, ama bir vesileyle sonuç olumsuz çıkabiliyor! Dolayısıyla yanlış anlaşılan meselelerden birisi de “evliliğin kaderle” ilgisidir. Evlenme çağına gelen kimi gençler ve aileleri, “Allah kimi yazdıysa o olur!” diyor ve ciddî girişimlerde bulunmuyor. Veya, “Bunca araştırmama ve titiz davranmama rağmen, istediğimle evlenemedim, kısmetime başkası çıktı!” diyerek kadere itiraz oklarını yöneltiyor. Burada dikkate alınmayan husus, evliliğin de büyük çapta “hür irade” çerçevesinde olmasıdır. Evet, her şey yazılmıştır. Ama, bu yazmak, emir ve cebir tarzında değildir. “Olmuş, olacak her şeyin levh-i mahfuzda yazılması” demek olan kader, Allah’ın “ilim sıfatı”na bağlıdır, yoksa irade sıfatına değil… Yani bilmek ve yazmak, yaptırımı gerektirmiyor. Diğer bir ifadeyle, Allah hangi eşi seçeceğimizi bilip yazdığından dolayı seçmiyoruz; Allah onu seçeceğimizi bildiği için yazıyor! Onun için, “Kader, ilim nev'îndendir. Yani nasıl olacaksa, öyle bilinmesidir. Yoksa malûm, ilme tabi değildir” denmiştir. Yani, bilmek ve önceden yazmak, “yapma”yı gerektirmez. Meselâ astronomi âlimleri, seneler önce, güneş ve ay tutulmasını bilip dakikası dakikasına yazarlar. Ve gerçekten de, aynı saatlerde tutulurlar! 100 bin astronomi uzmanı bir araya gelse, “Filan zamanda ay ve güneş tutulacak!” diye yazsa, elbette onlar yazdı diye ay veya güneş tutulmaz! Güneş ve ay, ilim adamları bilip yazdı diye tutulmuyor, bunların tutulacağını bildikleri için ilim adamları yazıyor! Güneşin tutulacağının önceden bilinmesi “ilim”dir, tutulması ise “malûm”dur. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle, kiminle evleneceğimizi bilir ve yazar. O yazdığı için evlenmiyoruz, kiminle evleneceğimizi bildiği için yazıyor. Evlilik de hür irademiz dahilinde olduğundan Peygamberimiz (asm), “Nutfeleriniz (spermleriniz) için dikkat ediniz, onu nereye koyduğunuza dikkat ediniz.”1 “Kadınlarla dört haslet için evlenilir. Malı, asaleti, güzelliği ve dini için. Sen dindar olanı tercih et ki, mutlu olasın.”2 “Kadınların en hayırlılarıyla evlenmeye bakın”3 diyerek eş seçiminde dikkatli olmayı, derinlemesine araştırmayı tavsiye etmiştir. “Kader ve evlilik” mevzuunda dikkate almamız gereken diğer bir nokta da şudur: Yukarıdaki hüküm geneldir. Ama herşeyde olduğu gibi, bu hususta da istisnalar vardır. Rahim, Âdil ve Hakim-i Mutlak olan Allah, bilemediğimiz pek çok hikmete binâen, sevdiği ve razı olduğu kullarının birbirleriyle evlenmelerine bir sebep yaratır. Meselenin diğer boyutu da şudur: İmtihan için yaratıldığımıza, “Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir imtihandır”4 buyurulduğuna göre, dindar veya geçimsiz, huysuz bir eşle de imtihan edilebiliriz. Gayet tabiî ki, öğrencinin, bir işe girmek isteyenin, “Bana niçin böyle sorular soruyorsunuz?” deme hakkı olmadığı gibi; bizim de kısmetimize itiraz hakkımız yoktur. Vazifemiz, bizi yaratıp, kendine kul ve muhatap kabul eden; sayısız dahili ve harici nimetler veren Rabbimize teşekkür etmektir. Ayrıca, bizim vazifemiz; imtihan gereği, elimizden gelen çalışma, araştırma, incelemeyi yapmak; takdir-i İlâhiyeye karışmamaktır. Zira, biz, kişi ve olaylara anlık hazır zaman kareleri ile dar açıdan bakarız. Arkalarındaki hikmetleri ve güzellikleri göremeyebiliriz. Bunun için Kur’ân’da, “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır” 5 diye beyan edilir.
Dipnotlar:
1- Keşfü’l-Hafa, 1: 302.; Camiü’s-Sağir, 3:237.; 2- İbn-i Mace, Nikâh, 6.; 3- Age, 48.; 4- Kur’ân, Tegabün, 15.; 5- Kur’ân, Bakara, 216. 08.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Korsan yayın, internet ve kul hakkı üzerine gelen mesajlar... |
Geçtiğimiz hafta aslında hem bütün dünyanın, hem de özelde bizim müzik camiamızın en önemli problemi olan korsan cd, internetten izinsiz eser indirme ve halkımızın yaklaşımını ele almaya çalıştığım yazıma önemli katkılarda bulunan okur mesajları aldım. Bunlardan bir kısmını paylaşmak ve bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Gelen mesajların tamamını yerimizin darlığı sebebiyle alamadığım gibi, cevaplarımın da kısa ve öz olmasına dikkat etmeye çalıştım. M. Said Ünverdi isimli okuyucumuz özetle şöyle diyor: “... Bu yarayı tedavi etmede en önemli görev devlete düşmektedir. Devlet korsan cd üretimini yasaklamak için, gerekli kontrolleri yapmalı, bununla beraber gerekli kurumlarını bu konuda halka bilgi vermeleri için görevlendirmeli. Meselâ; ders kitaplarında bu konular işlenebilir. Camilerde hutbe konusu olabilir. Saniyen; vergi noktasında san'atçıya destek olmalı. Devletten sonra en önemli görev san'atçıya düşmektedir. San'atçı san'atını halka arz ederken işin sadece ticarî boyutunu düşünmemeli. Yani şu kadar kaset veya cd üreterek şu kadar servete sahip olurum hülyasına kapılmamadır. Hizmetini, emeğini halka arz ederken insaf ölçülerini unutmamalı. Malûm halkın gelir seviyesi belli. Zaten vatandaş aylık gelir gider hesaplarından dolayı müzik dinlemeye belki fırsat bulamıyordur. Binaenaleyh san'atçıda makul bir fiyatla hizmetini, emeğini halka sunmalıdır. En son görevde halka düşmektedir. Fiyatların normalleştiğini gören herbir fert inanıyoruz ki korsan cd’lere rağbet etmeyecektir.” Sait Bey’in sorunun tesbiti ve çözüm teklifleri konusundaki yaklaşımı tebrike değer. Şunu söylemek lâzım hemen; telif haklarının korunması konusunda halen yürürlükte olan Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu aslında pek çok konuyu düzenlemiş, cezaî hükümleri koymuş. Elbette eksikler var, ama yasa bu haliyle uygulansa bile bir çok şey çözülebilir gerçekte. Korsan cd ve kitap konusunda İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde özel bir masa var. Baskınlarla pek çok korsan yayın da ele geçiyor ancak bu hiç de yeterli olamıyor. Zira karşımızda çok büyük bir yasadışı oluşum var. Son yasa değişikliği ile korsan kitap ve cd’de mücadele yetkisi belediyelere de verildi, ama belediyelerin bu konuda hiçbir şey yaptığını görmek mümkün değil. Meselâ polis veya zabıta memuru korsan cd , kitap satan kişilerin yanından geçiyor hatta kendisi satın alıyor. Oysa şikâyete bağlı olmadan derhal müdahale etme yetkisi var. Said Beyin korsan yayın konusunun ders kitaplarında okutulması, camilerde hutbeye konu edilmesi fikri çok güzel. Evet devlet en azından bu kanalları kullanarak halkımızı bilinçlendirmeli. İşin san'atçı boyutuna gelince, Said Beyin düşüncesine katılmam pek mümkün değil. Çünkü hiçbir san'atçı, emin olun, “Şu kadar kaset veya cd üreterek bu kadar servete sahip olurum hülyasına kapılmamakta, insaf ölçülerini elden bırakmamaktadır.” Meselâ çevrenize bir bakın, bizim san'atçı arkadaşlarımızdan servet sahibi olmuş hiç kimse görebiliyor musunuz? San'atçının albümü yaparken en önemli beklentisi şudur: Acaba dinleyici beğenecek mi, ne kadar geniş bir kitleye ulaşa bileceğim? Zaten albümü san'atçı yapmaz müzik yapımcısı yapar. Müzik yapımcısı o albümün bütün maliyetini karşılar; reklâm, tanıtım, hazırlık, satış gibi bütün sorunlarla o ilgilenir. San'atçı ise eserleri iyi yorumlamak, doğru şiir ve besteleri seçmekle meşguldur daha ziyade. Yapımcı ile yaptığı anlaşma ise san'atçıya aslında pek bir maddî kazanç da sağlamaz. Fakat kâr etmek elbette ticaretle uğraşan herkesin en tabiî bir hakkı değil midir? Kim yaptığı işten zarar etmek ister ki ? Bir albümün maliyetinin 50 bin-200 bin TL arasında değiştiğini bilmenizi isterim. Bu rakam yapacağınız her özel harcama ile elbette daha da artacaktır. Albümün satış fiyatının neredeyse % 50’sinin bayi kârı, % 30’unun maliyet ve % 15- 20’lik bir kısmının yapımcıya kalabildiğini söylersem yapımcının maliyetini çıkarmak için on binlerce albüm satmak zorunda kaldığı sonucu ortadadır. Sorunun halk ayağına gelince, işin çözüm noktası asıl burada işte. Kul hakkından korkan bir insan, gerçekte karşılığını vermeden, hak sahibinden helâllik almadan hiçbir gayri İslâmî yola yönelmemelidir. CD çok pahalı geliyorsa ve alamıyorsa, bunun yolu internetten indirmek, korsanını almak olmamalıdır.
Diğer bir mesajımız ise Zübeyr Ergenekon kardeşimizden. Mesaj şöyle: “Bu maili cd ve kasetlerin telif hakkını tam mânâsıyla anlamak için yazıyorum. bir ara gazetemizdeki köşenizde bahsetmiştiniz. Hatta bazı kardeşler itiraz etmişler. Öncelikle şunu ifade edeyim, hak neyse ona uymak lâzım sadece. Yanlış yapılıyorsa da yaptırılan yanlışı kabul etmek lâzım. Hatalarımızı kabul etmememiz o hatadan daha büyük bir hata değil mi? Öncelikle kasetini aldığımız bir albümün cd’si bizlere helâl oluyor mu? Artık her şart altında bu kasetler ben de bulunmasa bile bu albümler içindeki çalışmaları dinleme hakkını elde ediyor muyum? İkinci sorum, çıkan bütün albümleri alma imkânım yok, ama bir iki tanesini alıp destek olmakla diğerlerini dinlemeye hak kazandırmaz doğru mudur? Üçüncü sorum ise, meselâ kardeşim veya bir yakınım orijinal albümü alıyor, ben de onu bilgisayarıma kopyalıyorum ve ben de dinliyorum. Bu uygun oluyor mu? Bazen telif haklarının abartıldığını düşünüyoruz. Zübeyr kardeşimizin dediği gibi “Hatamızı kabul etmemek daha büyük hata değil midir?” Sorularına ise özetle şu cevapları verebilirim: Ücretini ödeyerek aldığınız bir cd eğer elinizden çıkmışsa, başkasına vermişseniz, orijinal olmayan her yolla yaptığınız dinleme pek doğru değil. Örneğin fırından bir ekmek aldınız. Yemediniz ve arkadaşınıza verdiniz. Sizin para vererek ekmek almanız fırından bu defa ücretsiz olarak ekmek alma hakkını verir mi? Fırının sahibi, çalışan, un getiren, ekmeği satan kişi vs. ne der acaba? Ödediğiniz ücret satın aldığınız menfaatle sınırlı olabilir ancak. İkinci sorunuzu da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bir yakınınızın, arkadaşınızın aldığı orjinal cd’yi sizin bilgisayara kopyalamanız elbette size bu hakkı vermiyor. Çünkü sizin bunun için ödediğiniz bir bedel yok. Telif haklarının abartıldığı düşüncesi abartılı bence. “Hak haktır küçüğüne büyüğüne bakılmaz” anlayışına kalben bağlanmış insanlar olarak, haktan ne anladığımızı biraz sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum. Bir diğer mesaj ise Bursa’dan sevgili Eyüp Otman Ağabeyimden. Biliyorsunuz kendileri “Aziz Üstadım” şiirinin şairidir aynı zamanda. Eyüp Ağabey bakınız ne diyor: “Evet Ali kardeşim değerli dostum yerden göğe haklısın. Bizim konfeksiyon camiasında ve bilhassa da iştigal ettiğimiz konu olan, çocuk ve bebe konfeksiyon sektöründe model taklidi yapılıyor (çalma kelimesi ağır gelecek). Halbuki o modeli meydana getiren firma, modelistine, stilistine bir sürü para ödüyor. Yazık değil mi, haksız ve emeksiz kopyalamak. Bu böyle olmakla birlikte, modeli kopyalasa da o elbiseyi meydana getirmek için, kumaşını, ipliğini, düğme veya fermuarını alıyor, nakışını, baskısını yaptırıyor. Nihayetinde diktirip bir mamül ortaya çıkarıyor. Sizinkinde ise hiçbir emek sarf etmeden, aynen kopyalıyor. Bu daha büyük bir suç, günah-ı kebair mesabesinde bir günah Allah yardımcınız olsun. Muhabbetlerimle.” Eyüp Ağabey sorunu kendi penceresinden örnek vererek ne güzel de özetlemiş. Amacımız, niyetimiz ne kadar iyi, ne kadar halis de olsa, onu gerektiren şartlara eğer hak sahibinin rızasızlığı, gönül kırıklığı karışmışsa pek bir hayır çıkmayacağı malûmdur. Piyangodan, kumardan, faizden gelen para ile cami yapmak vicdanımızı rahatlatır mı acaba? Kur’ân, ilâhî, şiir vs. albümü alan bir kişinin yapması gereken mutlak şey, bu albümün orijinal olup olmadığına azamî dikkat göstermesidir. İnternet üzerinden hayır yaptığını düşünerek binlerce eseri izinsiz şekilde sayfasına koyan korsan internet sayfalarından eser indiren dinleyiciler ve sayfayı hazırlayanlar büyük bir vebal altına girmektedir. İşte böylesine önemli bir konu için sizden gelenlere verebildiğimiz cevaplar özetle böyle. Gösterdiği duyarlılıkla yazımıza mesaj gönderen katkıda bulunan bütün okurlarımıza teşekkür ediyorum. Bu konuda görüşü, çözüm teklifi olan başka okurlarımız olursa onların da mesajlarını [email protected] adresimize beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak isterim. 08.10.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Faruk ÇAKIR |
|
Camiye giremeyen minareye çıkabilir mi? |
Pek çok siyasetçinin de hatırlattığı ve genel kabul gören bir tâbir vardır. Buna göre; camiye, kışlaya siyaset girmemelidir! Bu tesbit kabul görmekle beraber, uygulamada ihlâl edildiği de vakıadır. Kimileri yaptığı siyaseti buralara sokmakta, fakat bu sözü de tekrar etmekten geri durmamaktadır. Burada, neyin siyaset olduğu ya da olmadığı konusundaki ihtilaf da rol oynuyor. İstanbul’un kurtuluşu vesile edilerek büyük camilere asılan ‘mahya’lardaki ifadelerin yanlış olduğu noktasında umumî bir kanaat hâsıl olmuştur. Bazı sivil toplum kuruluşları tepkilerini dile getiren açıklamalar yapmış ve bu yanlışın tekrarlanmaması istenmiştir. Elbette sadece yanlışın tekrarlanmaması konusundaki vaat, bu yanlış adımı unutmamızı gerektirmez. Mutlak sûrette bu yanlışa giden adımların nerede ve nasıl atıldığı da kamuoyunca bilinmelidir. Dünya âlem bilir ki, ‘din’ umumun malıdır ve hiç kimse tarafından ‘inhisar altına/tek el altına’ alınamaz. Aynen onun gibi, camiler de hangi ırktan olursa olsun Müslümanların mekânlarıdır. Bu sebeple buralara siyaset girmemesi gerektiği gibi, ‘ırkçılık’ da girmemelitir. Hatta ve hatta, bu mekânlara ırkçılığın, ırkçı anlayışın girmesi; Allah muhafaza siyasetin girmesinden daha da zararlıdır, yıkıcıdır ve reddedilmelidir. Bu satırların yazıldığı saatlere kadar bu ‘hata’nın kime ait olduğu noktasında tatmin edici bir açıklama yapılmamıştı. Bundan sonra yapılıp yapılmayacağını da bilemiyoruz. Ama ‘demokratik açılım’ın gündemde olduğu şu günlerde böyle tahrip edici ‘mahya’ların hazırlanması kesinlikle masum gösterilemez. “Tek parti devri” ya da benzeri anlayışların hüküm sürdüğü ihtilâl devrelerinde de buna benzer”yanlış mahya”lar hazırlanmış, ama bunlar devam edememiştir. Bugünkü şartlarda böyle mahyaların hazırlanması ve en göz önündeki camilere asılması “tek parti devri”nden daha geriye düştüğümüze delil olur! Bakınız, Doğu ve Güneydoğu’daki pek çok ilde; dağa ve taşa “Ne mutlu Türküm diyene” yazıları yazılmış durumda. (Mardin’in dağlarına yazılan bu sözleri bizzat gördüm.) Bu yazılar uzun yıllardan beri tenkitlere sebep oluyor. Geçenlerde Van, Bahçesaray’daki bu anlamda bir ‘dağ yazısı’nın “Önce vatan” olarak değiştirildiğini bir köşe yazısından öğrendik. Değişikliğin gerekçesi şuymuş: “Şimdi ben Kürdüm diyen insanların önüne ‘Ne Mutlu Türk’üm diye’ yazarsanız bu yanlış anlaşılır...” (Aktaran: Fatih Çekirge, Hürriyet, 17 Ağustos 2009) Dağa taşa yazmanın bile yanlış ‘anlaşıldığı’ sözleri, görüşleri ve kanaatleri; cami minarelerine taşımak neyin nesi? İnanın bu ‘mahya’lar millet nezdinde itibar görmez ve kabul edilmez. Bu yanlışlara imza atanlar kim olursa olsun, neticede siyasî bedeli olur ve o bedel de seçim sandıklarında ödenir. Hiç kimsenin ‘umumun malı’ olan dine, diyanete ve camilere inhisar zihniyetiyle yanaşmasına hakkı yoktur ve olmamalıdır. Selatin camilerinin minarelerine çıkan bu yanlış anlayış bir an önce tashih edilmeli, sorumlular hukuk önünde hesap vermeli ve milletten de samimî bir özür dilenmeli. Unutmayalım: Camiye girmemesi gereken anlayışların, minareye çıkıp ‘mahya’ olmaya da hakkı yoktur. 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Said Nursî” atfı... (2) |
Başbakan’ın “Onsuz Türkiye’nin mâneviyatı noksan kalır” dediği “Said-i Nursî”nin adını andığında salonun âdeta alkıştan yıkılmasının ve kamuoyundaki olumlu tepkilerin anlamı iyi okunmalı. Bu alkış, Bediüzzaman’ın devlet ve siyasetten önce halkın nezdinde tanındığının ve büyük desteği olduğunun ifâdesidir. Bu bakımdan kimi nâdânların iddia ettikleri gibi, Erdoğan’ın Ahmet Kaya’dan Tatyos Efendi’ye kadar peşpeşe sıraladığı isimlerin ardından ismini zikretmekle Said Nursî’ye “kamusal itibar vermiş” değil, siyasî itibarını güçlendirmiştir. Zira Said Nursî, daha Osmanlı döneminde devletten, kamudan en büyük itibarı almış, bunu Cumhuriyet döneminde milletten aldığı itibarla taçlandırmış, milletin gönlünde en büyük itibarı kazanmıştır. Israrla dâvet edildiği Ankara’da, Büyük Millet Meclisi’nde, “Bu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” ikazıyla, bugünkü çıkmazlara dikkat çekmişti. Osmanlı devlet ricâlinin Bediüzzaman’la mülâkatları, taltifleri, yakın tarihin arşivlerinde. Bizzat Harbiye Nâzırı –Ordu kumandanı- Enver Paşa’nın teklifiyle ordunun kontenjanından Darü’l Hikmet’ül İslâmiye âzâlığına getirilmesi ve Şeyhülislâmlık tarafından Sadâret (Başbakanlık) yazıyla en büyük ilmî payelerden biri olan “mahreç pâyesi” ile takdir edilmesi, Gönüllü Alay Kumandanı Bediüzzaman’ın daha Osmanlı döneminde “kamusal itibarı” elde ettiğinin bir misâli...
İYİLİĞİN YOL GÖSTERİCİSİ Gelinen noktada, Bediüzzaman’ın ilk kez bir Başbakan tarafından “anıldığı” yanlışıyla insanlık ve ülke için ortaya koyduğu çârelerin aksine bazı siyasî sapmalara yeltenilmesi, çarpıtmaların başında gelmekte... Oysa çok değil, 28 Ekim 1990’da Ankara-Kocatepe Camiindeki Bediüzzaman Mevlidine, “Büyük Kur’ân müfessiri, Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi” takdirleriyle telgraf gönderen eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Demirel’in, Said Nursî hakkındaki beyânları belgelerde. Mâlum büyük basının, çoğu köşe yazarlarının ve bazı mihrakların karalama kampanyasına karşı verdiği asil ve muhtevalı cevaplar ortada. Başta gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere on Yeni Asya mensubunun DGM’ce tâkibata uğratılıp nezârete atılması ve “Demirel, Bediüzzaman Mevlidine nasıl telgraf gönderir?” tepkisi üzerine, “Mevlid okundu diye, Türkiye’de eğer bir takım tâkibatlar yapılıyorsa, yapanlar dikkatli olsun, yaptığınız iş lâikliğe aykırıdır” diye uyaran Demirel, devamında şunları söylemişti: “Türkiye’de 550 yıldır mevlid okunuyor; TC kanunlarında mevlidin suç olduğuna dâir bir hüküm bulunmuyor. Mevlidde herhangi bir hâdise çıkmamışsa, cam-çerçeve kırılmamışsa, provokasyon olmamışsa, suç nedir o zaman? Türkiye’de birçok kişi öldürülüyor, kâtilleri meçhul. Devlet onları arayıp bulsa daha iyi eder.” Bir gazetecinin Demirel’e mevlide gönderdiği telgrafı hatırlatması üzerine, “Kaçak iş mi yapıyoruz? Heyet, ‘Mevlid okutacağım’ diyor, dâvetiye gönderiyor. Ben ‘Mevlidiniz mübârek olsun’ diye telgraf gönderiyorum; bir siyasî parti genel başkanı olarak, ‘Mevlidiniz mübârek olsun demeyecek miyim? Bu vicdanlara baskıdır” diye tepki vermişti. Bir takım insanların Bediüzzaman’ı “körü körüne tâkip etmediklerini” kaydeden Demirel, koltuğunun altındaki dosyayı göstererek, hâdiseye seyirci kalan dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut’un İçişleri Bakanlığı devresinde vâliliklere gönderdiği “Risâle-i Nurlarda hiçbir suç olmadığı”nı belirten “tamim”i nazara vermiş; Nur talebeleri câmiasının rahat bırakılması ikazında bulunmuştu. (Mevlid Fırtınası, Yeni Asya Neşriyat, 39)
KAMUNUN BEDİÜZZAMAN’A İHTİYACI VAR Basında dinmeyen tenkidler üzerine, 3 Kasım 1990’da DYP İstanbul il binasının açılışında, gazetemizin imtiyaz sahibi ve on arkadaşının nezârete atılması haberlerine tepki gösteren Demirel, “Türkiye’de 13’e yakın cinâyet işlenmiştir; onları araştırsalar, fâillerini bulsalar daha iyi olur. Madem bu kadar hassaslar, hapishânelerdeki adamları kaçırmasınlar” diye konuşur. Keza DGM savcısının kendisi hakkında da soruşturma yaptığını hatırlatan gazetecilere, Demirel’in o gün verdiği cevap, bütün siyasetçilere ve devlet adamlarına örnek olacak muhtevadadır: “İstediği kadar soruştursun. Ben ne dedim? ‘Said Nursî büyük âlimdir, büyük Kur’ân müfessiridir’ dedim. ‘Büyük âlim olmadığını’ söyleyenin alnını karışlarım. Büyük âlim, büyük müfessir demek suç mu? Soruşturma açacakmış. Burası Tanganika mı?” (a.g.e.,49-50) Gerçek şu ki, bu toprakların yetiştirdiği Said Nursî’nin başta insanımızın iman ve ahlâkı olmak üzere, devletin ve toplumun karşı karşıya kaldığı içtimaî problemlere Kur’ânî-İslâmî esaslar istikametinde getirdiği temel târifler ve çözümler, bugün daha bâriz bir biçimde haklılık kazanmıştır. Bediüzzaman’ın bir asır, elli yıl önceki uyarıları haklı çıkmıştır. Bunun içindir ki Said Nursî’nin devlete ve siyasete değil, kamunun, devletin ve siyasetin Said Nursî’nin vatanın ve milletin barış, birlik ve bütünlük içinde maddî ve mânevî kalkınması için akıl ve bilim ekseninde ortaya koyduğu tespitlere ihtiyacı vardır. Devlet, siyaset, kamu, hiçbir komplekse kapılmadan Bediüzzaman’ın irfan ve fikriyatından yararlanmalıdır. Yoksa demokratikleşme de, “açılım” da “noksan” kalır… 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Said Nursî ve AKP |
Başbakanın gecikmeli “Said Nursî açılımı”yla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bazı önemli noktalar daha var. Bunlardan biri, Erdoğan’ın din ve siyaset bahsinde Bediüzzaman tarafından ortaya konulup Nur talebelerince sürdürülen çizgideki hassas ölçüleri dikkate almayan, dahası o prensiplerle “muaraza” eden bir gelenekten geliyor olması. Şu anda bile hâlâ bunun sıkıntıları yaşanıyor. AKP’nin yedi yıldır milletin ve Meclisin büyük çoğunluğuna sahip bir tek başına iktidarı elinde bulundurduğu halde, hak ve özgürlükler noktasındaki mağduriyetlerin izalesi cihetinde kayda değer birşey yapamamasının en önemli sebeplerinden biri bu. Yapamıyor, zira yaptırmıyorlar. Daha evvel başörtüsü için hep toplumsal mutabakat gereğinden söz eden Erdoğan’ın, bir sonraki aşamada bu söylemi “kurumsal mutabakat”a çevirmesi, bu gerçeğin örtülü bir ifadesi. Aynı durum sivil anayasa bahsinde de karşımıza çıktı ve Erdoğan yeni bir anayasaya Meclisin de, kurumların da hazır olmadığını söyledi. O zaman Türkiye’yi kim idare ediyor? Halkın oylarıyla yetki verdiği hükümet mi, muhalefet ve kurumlar mı? Deniyorsa ki, bu, AKP’yi de aşan yapısal ve derin bir sorun. O zaman, çözüm için en önemli dinamiklerden biri olan AB reformları yine bu iktidar tarafından niye savsaklanıyor? Hattâ zaman zaman yaşanan talihsiz örneklerde görüldüğü gibi, demokratikleşme yönünde atılmak istenen bazı münferit adımlar derin odaklardan kaynaklanan katı direnişe takıldığında, AB’nin bu duruma yönelik eleştirileri üzerine hükümetin anlaşılmaz bir tavırla AB’ye karşı derin mahfillerin yanında yer almasının izahı ne? İki yılı aşkındır Çankaya engel olmaktan çıktığı, buna bağlı olarak YÖK başta olmak üzere bazı kilit kurumlarda önemli değişimler gerçekleştiği halde niye hâlâ kayda değer bir gelişme yok? Mağduriyetleri giderme noktasında alınan tek olumlu karar, YÖK’ün katsayıyı kaldırması. Ama onun âkıbeti de Danıştay’ın kararına bağlı. Şimdi Kur’ân kurslarındaki yaş sınırını kaldırmaktan söz ediliyor. Orada da aynı şey olacak. Çünkü sistem üzerinde zaten öteden beri var olan yargı vesayeti, AKP hakkındaki kapatma dâvâsında çıkan karardan sonra iyice koyulaştı. Asker ise zahirde kısmen geri plana çekilmiş gibi görünse dahi mâlûm kırmızı çizgilerdeki duruşu hiç değişmeden aynen devam ediyor. Ve AKP tarzı siyasetle bunlar aşılamıyor. Gül’e atfedilen bir beyanda, “Din adına siyaset iddiasının yanlış olduğunu söyleyen Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına tosladığımızda anladık” denildiğini evvelce de yazmıştık. AKP, bu “özeleştiri”nin neticesi olarak doğdu. Ama hem kurucu kadrolarda, hem de teşkilâtlarda ağırlığın, “terk” edildiği söylenen millî görüş kökenli isimlerde olması ve gösterilen onca itinaya rağmen zaman zaman eski söylemlerin tekrarlanmasının önüne geçilememesi, mevcut kuşkuları “takiyye” takviyesiyle güçlendirdi. Şerif Mardin’in AKP iktidarını “Kemalizmin başarısı” olarak nitelemesi ve Erdoğan’ın “Atatürk devrimlerini toplumun ortak paydası yapacağız” söylemleri ise, işin çok daha farklı bir boyutunu ortaya koyarak, karşımızdaki çatışma görüntüsünün bir mizansen olmaktan öteye gitmediğini düşündürüyor. Ve tek cümlelik “Said Nursî açılımı” da, AKP’nin ve dolayısıyla sistemin ömrünü biraz daha uzatma amaçlı yeni bir atraksiyonun ifadesi olma kuşkusunu davet ediyor. Bu şüpheyi dağıtmanın şartı, söz konusu açılımın, içi doldurulup geliştirilerek sürdürülmesi. Yedi yıllık iktidar tecrübesi, 28 Şubat’ta alınan dersin eksik kaldığını gösteriyor. Tamamlamak için samimiyet ve cesarete ihtiyaç var. Bu iktidar fırsatının bir daha ele geçmeyebileceği ihtimali de hesaba katılarak, haftalardır sadece lâfı edilen “açılım”ın bir an önce hayata geçirilmesi lâzım. Aksi halde, tek cümlelik “Said Nursî açılımı,” neticesiz bir göz boyama olmaktan öteye gitmez. 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Guantanamo’da İslâm’ı bulan Amerikalı asker! |
Anne ve babası yedi yaşındayken terk etmişti onu. Eski hippilerden olan büyükbabası yetiştirdi. 19 yaşına geldiğinde tam bir alkolik, ateist ve her tarafı dövmelerle dolu bir Amerikan gencine dönüşmüştü. O yaşa kadar yaşadığı yoksulluk için orduya katıldı. Kısa bir eğitimden sonra onu Guantanamo kampı muhafızlığına gönderdiler. Öncesinde iki haftalık eğitim kursu çerçevesinde yıkılan Dünya Ticaret Merkezi binalarının yerine (Ground Zero) götürüldü ve Amerika’nın uğradığı terör saldırısının şiddeti beyinlerine işlendi. Guantanamo’da tutulanların ise teröristlerin en kötüsü olduğu, Usame bin Ladin’in şoförleri, aşçıları oldukları söylendi. Güya bu mahkûmlar ilk fırsatta gözlerini kırpmadan onları öldürebilirdi. Adı Terry Holdbrooks. Ya da şimdiki Adıyla Mustafa Abdullah. Guantanamo’daki insanlık ayıbı toplama kampına muhafız olarak gönderilip, İslâm’ı keşfeden Amerikalı askerdi o. Hikâyesi Batıda hayli ilgi gördü. Bize göre de bu insanlık dışı şartlarda, düşmanı olduğuna inandırılan insanlardan İslâm’ı öğrenerek hidayete ermesi yönüyle ilgi çekici. İşte hikâyesinin geri kalan kısmı: Guantanamo’ya vardığı ilk günden itibaren gördükleri kursta öğretilenlere uymadı. “İlk gördüğüm şey 16 yaşındaki, ömründe hiç okyanus görmemiş, dünyanın yuvarlak olduğunu bile bilmeyen bir çocuktu. Oturup düşündüm, bu çocuk terör ve savaş hakkında ne bilebilir ki?” Orada hücreler arasında dolaşarak mahkûmların birbirine herhangi bir şey göndermesini engelleme, onları sorguya götürüp getirme ve temizlik görevi verdiler Terry’ye. Mahkûmlara acıyordu; gördükleri işkenceden çok rahatsız oluyordu. Bu yüzden onlara diğer muhafızlardan çok daha yumuşak davranıyor, onlarla sohbet ediyordu. “İyi muhafız” adını takmıştı ona mahkûmlar. Bundan kendi arkadaşları hoşlanmadı. Onu dışladıkları gibi sık sık kavgalar da etmeye başladılar. O da alkol, spor ve müstehcenlikle vakit geçiren arkadaşlarından uzaklaştı. İslâm’ı merak etmeye başladı. “Guantanamo’ya gelene kadar İslâm’a dair hiçbir şey bilmiyordum” diyordu. Mahkûmlarla sohbet edebilmek için internetten İslâm’ı araştırmaya başladı. Sürekli okudu, sohbet odalarına katıldı. Sonra mahkûmlarla sohbet etmeye başladı. Fas doğumlu 18 yıldır İngiltere’de yaşayan Ahmed Erraşidî ile karşılaştı. Saatlerce konuşmaya başladılar. Bazen bütün gece İslâm, kitaplar, felsefe hakkında konuşuyorlardı. Aradan altı ay geçti. 29 Aralık 2003 gecesi Erraşidî’nin önünde Kelime-i Şahadet getirerek İslâm’la şereflendi. Düşman olarak görmesi istenenlerin dinine geçmişti. İçkiyi bıraktı. Gizlice namazlarını kılmaya başladı. Sıradan bir askerdi. Askerî Şûrâ kararı gerekmiyordu bu aykırı askeri ordudan atmak için. “Genel kişilik bozukluğu” teşhisi ile attılar. Üç yıllık bir bocalama dönemi yaşadı. Eski hayatına dönmekle, yeni hayatında ilerlemek arasında gitti geldi. Sonunda iman galip geldi kalbinde. Şimdi Guantanamo’da yaşadıkları ve şahit olduklarını anlatıyor dünyanın değişik ülkelerinde. Ve Cenâb-ı Hakk’ın ona en zor şartlarda ihsan ettiği imanın güzelliği ile çocukluğunda ve Guantanamo’da yaşadığı acıları silmeye çalışıyor. Bir çok insana hidayet konusunda ilham kaynağı olmaya da devam ediyor. Ne mutlu ona! 08.10.2009 E-Posta: [email protected] |