Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tıkanmanın arka planı |
Erdoğan’ın “Güneydoğu’da bir biz varız, bir de DTP ve asker” şeklinde özetlenebilecek olan sözleri, hem açılımı zora sokan, hem de daha ötesinde Türkiye siyasetindeki kronik tıkanmanın nereden kaynaklandığına ışık tutan dikkate değer ipuçları ihtiva ediyor. Askerin Başbakan tarafından adeta siyasî bir aktör olarak nitelenmesi, bu tıkanmanın özünü ve esasını teşkil eden en temel sıkıntı noktalarından biri. AKP’nin ve DTP’nin, siyasete yapılan asker ağırlıklı—ve son dönemde görünen kısmıyla yargının daha fazla öne çıktığı—müdahalelerden beslenen iki parti olması da ilginç bir paradoks. Son çeyrek asırda, bilhassa terör fitnesi sebebiyle Türkiye’nin en önemli sorunu haline gelen bir alanda böyle bir üçlü kompozisyon oluşmuş durumda. Terör örgütünün ve onunla irtibatlı bir siyasî partinin ortaya çıkmasında, 12 Eylül’den itibaren uygulanan askerî politikaların, bölge halkına yönelik baskı ve dayatmaların, birinci derecedeki rolü artık herkes tarafından kabul edilmekte. Daha evvelinde ve özellikle 1950 öncesindeki tek parti diktasıyla ihtilâl dönemi uygulamaları ayrı bir konu. Yakın tarihlerde kuvvet komutanlığı yapmış bazı isimlerin, “Bize ‘Kürt yok, kart-kurt var’ diye yanlış öğretilmiş; Kürtçeyi yasaklayarak ve en masum kültürel taleplere kulak tıkayarak hata etmişiz” gibisinden itirafları bu gerçeğin ikrarı. Ama gerçeğin sadece bir kısmını dile getiren itiraflar bunlar. Görülüp itiraf edilmesi ve düzeltilmesi gereken daha pek çok vahim yanlış var. Bunların başında da çarpık bir laiklik saplantısıyla din meselesinde sergilenen son derece yanlış tavırlar geliyor. Dindar halkı aşağılayan, ezen, şefkatsiz, baskıcı, dayatmacı, mütehakkim tavır ve uygulamalar yerini hizmetkâr devlet anlayışını samimiyetle yansıtan müşfik ve kucaklayıcı icraatlara bırakmalı ki, millet de devletini bağrına bassın ve kanlı terör belâsının zemin bulup geliştiği bataklık kalıcı ve sağlam bir şekilde kurutulup yok edilebilsin. İşin başlı başına derin boyutlar taşıyan bu cihetinden ayrı olarak, aynı ceberut anlayışın açık veya örtülü yollarla siyasete yaptığı müdahaleler de bugün sıkıntısı çekilen tıkanıklığı netice verdi. Başbuğ’un da vurguladığı “kalpleri ve akılları kazanma”yı amaçlayan samimî politikalar yerine “terörist öldürme”yi esas alan mücadele yönteminin siyaset alanındaki yansıması olarak, terörle bağlantılı siyasî hareketi, parti kapatıp mensuplarını hapislere tıkmak suretiyle yok edeceğini zanneden kafa işi bu noktalara kadar getirdi. Böylece haddizatında bir cihetiyle kendi dayatmalarının ürünü olan tamamen yanlış bir hareketi, ilâveten yine baskılarla “mağduriyet primi” yaptırarak güçlendirip bu konuma taşıdı. Eğer DEP-HEP-DEHAP-HADEP-DTP çizgisi ile bu kadar uğraşılıp, her kapatıldığında farklı isimlerle devam eden bu parti mensuplarının üzerine böylesine gidilmese ve demokratik süreçte mâkul siyasî alternatiflerin önü tıkanmasaydı, DTP eksenli krizler bu boyutlara ulaşır mıydı? Bu noktada tarihî bir gerçek var. O da, tek parti devri boyunca, uygulanan yanlış ve baskıcı politikalara karşı tepki olarak patlak veren ardı arkası gelmez şark isyanlarının, 14 Mayıs 1950 seçiminde halkın gerçekleştirdiği “beyaz ihtilâl”le gelen DP iktidarında sona ermiş olduğu. Ve bunun, CHP’nin idam ettiği Şeyh Said’in, üç gün önce vefat eden torunu Abdülmelik Fırat başta olmak üzere o kara devirde mağdur edilen birçok önde gelen şark insanının DP milletvekili olarak Meclise alınması gibi anlamlı jestlerle ve bölgeye kucak açıp hizmet götürmeye dayalı müşfik politikalarla yaraları sarıp kırgınlıkları bitirmeye yönelik bir süreç başlatılarak sağlandığı. Menderes’in Yassıada’da 27 Mayısçı Numan Esin’e, “Kürt meselesinde çözümümüz demokrasiydi. Halka vereceğimiz serbestiyetle çözüm geleceği kanaatindeydik” demesi, bunun ifadesi. Ve meydanın müdahale ürünü yapay partilere bırakılmasıyla derinleşerek devam eden tıkanma, DP çizgisinin tahribiyle doğan boşluğun da bir neticesi. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |