Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ramazan’ı uğurlarken |
Önümüzdeki on yılı kucaklayacak olan yaz Ramazan’larının ilkini idrak etmiş ve son gününe erişmiş bulunuyoruz. Yaz Ramazan’larının bir özelliği, sıcaklarda aç ve bilhassa susuz kalma saatlerinin daha fazla olması ve bu yönüyle nefisleri daha çetin bir imtihanla karşı karşıya bırakması. Gerçi bundan önce yaşadığımız yaz Ramazan’larında, Temmuz ve Ağustos'larda bile Rabbimizin bu imtihanı kolaylaştıracak serinlikler ihsan ettiğini hatırlıyoruz. Yeni yaz Ramazan’larının bugün tamamlayacağımız ilkinde de, mukaddes aya girdiğimiz 21 Ağustos’tan itibaren aynı kolaylıkları yaşadık. Ama yaz Ramazan’larındaki imtihanlar açlık ve susuzluktan ibaret değil. Yazın tatil ve deniz mevsimi olması, müstehcenliğin had safhaya ulaşması, bu alanlarda da insanları çetin ve zorlu imtihanlara maruz kılıyor. Medya kanalıyla yaygınlaştırılmak istenen tatil kültürünün Ramazan ve oruçla bağdaşmayan bir hayat tarzını ortaya çıkarması, nefisler için sefahetin aldatıcı cazibesine dayalı tuzaklara düşme riskini arttırıyor. Onun için insanlarımız, kendilerini ve çocuklarını koruma refleksiyle, Ramazan’daki tatil tercihlerini sahillerden yaylalara kaydırıyorlar. Hattâ plaj ve eğlenceye dayalı tatil anlayışının önde gelen simgesi Bodrum’un dahi bu Ramazan’da birden boşaldığı; eğlence yerlerinin, otellerin, lokantaların yüzde 80’lere varan oranlarda boşaldığı ifade edildi ki, tek başına bu bile, Ramazan’ın nefisleri dizginleyip terbiye edici rolünün ne kadar etkili olduğunu göstermeye yeter. Ne var ki, Ramazan’ın bir “İslâm şeairi” olarak görmesi gereken saygı için daha fazlası lâzım. Ramazan’ı hiç umursamayarak, oruca saygı göstermeyerek, oruçsuzluğunu alenen teşhir etmekte hiçbir sakınca görmeyerek, sefahet ve eğlencesine fütursuzca devam ederek, biriken zekât borcunu vermemekte inat ve ısrar ederek sergilenen saygısızlıkların, afet ve felâket şeklinde gelen İlâhî ikaz veya gazap tecellîlerini dâvet ettiğini maalesef bu Ramazan’da da yaşadık. Rahmet olarak anılan yağmurun, Ramazan’ın ikinci yarısında ikaz veya gazap şekline dönüşüp Marmara’yı ve İstanbul’u vurması, ardından Ege ve Akdeniz’deki birçok turizm merkezinin fırtına, hattâ hortumlarla sarsılması, bunun ifadesiydi. “Dere yatağındaki yapılar” başta olmak üzere afetlerle ilgili olarak seslendirilen sebepler, işin “âdetullah kanunlarına isyan” cihetine bakıyor; “şeriat-ı fıtriye”ye itaatsizliğin cezasını çekiyoruz. Ama diğer boyutu da, kâinatı şeriat-ı fıtriye ile tanzim eden Yaratıcı tarafından, insanın fiillerini düzenlemek için gönderilen öbür şeriatın, dinin prensiplerine isyan vechesi de, niye bu afetlere müstehak olduğumuz ve niçin kaderin bunlara fetva verdiği sualinin cevabını önümüze koyuyor. Bu afetler, son örneklerde olduğu gibi bazan sel, geçen yılki gibi bazan kuraklık, bazan yangın, kimi zaman da deprem şeklinde yaşanabiliyor. Nitekim Üstadın bir mektubunda, 1943 Adapazarı depreminden birkaç saat önce, bir tiyatro oyunu için getirilen oyuncu kızların “çırıl çıplak olarak” çarşı ve pazarda gezdirilip teşhir edilmesini müteakip, onların cazibesine kapılan binden fazla seyircinin tiyatro binasında toplanmasıyla ve oyun başlarken gerçekleşen zelzele sonucu binanın yerle bir olduğu anlatılarak bu ibretli örneklerden biri verilir. (Kastamonu Lâhikası., s. 381) Yine Üstadın 1939 Erzincan depreminden sonraki artçı şokların verdiği dehşet için yaptığı “Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıların, bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi” (Sözler, s. 278-9) yorumu bir diğer örnek. Artık radyoların yerini çok daha cazibedar yayınlarla televizyonlar aldı. Gerçi ekranlarda Üstadın ismi verilmeden Risale-i Nur’dan mesajların sunulduğu iftar ve sahur yayınları da yapılıyor. Ama diğerleri de tam gaz devam ediyor... 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |