M. Latif SALİHOĞLU |
|
Açılımın âkıbeti |
Resmî tâbirle "demokratik açılım" denilen meselenin, çıkış ve başlangıç noktası gibi, gelişme seyri de tuhaflıklarla dolu. Durum böyle olunca, bu açılımın âkıbeti hakkında da, zihinlerde ciddî soru işaretleri belirmeye başladı. Evvelâ, mevcut iktidar partisi, girmiş olduğu son iki genel seçimlerin hiçbirinde böyle bir açılımdan söz etmedi. Yani, vatandaşa bu yönde (şu an gündeme getirildiği tarzda) herhangi bir siyasî taahhüdü yok. Seçim beyannâmesinde ve seçim nutuklarında da, bu konu hakkında herhangi bir tahşidat yapılmadı. Bu noktadan bakınca, halk arasında "Kürt açılımı" denilen meselenin asıl sahibi olarak bugünkü iktidar partisi ve hükümeti değil, sanki bir başkasıymış gibi tereddütler uyanmakta. Öte yandan, Türkiye'nin önünde çözülmesi gereken dağ gibi yığılmış ciddî sıkıntıları olduğu görülüyor. İktisadî kriz, işsizlik ordusu, bütçe açığı, gelir dağılımı adâletsizliği, maaşlara düşük zamma mukabil yüksek faiz politikaları, dış borçlar, yatırım sıkıntısı, vesaire... Bu noktada zihinleri meşgul eden soru şu: Hükümet, acaba asıl yapması gereken işlerin altında ezildiği için mi, önceden hiçbir hazırlık yapmadan böyle ucu bucağı belirsiz bir meseleyi gündemin birinci maddesi haline getirip tartışmaya açtı? Cevap: Kuvvetli bir ihtimalle... Bir başka soru da şu: Mevcut iktidar, bu ağır yükün altından kalkabileceğini önceden hesap etti de mi yola çıktı? Doğrusu, bu noktalarda içimiz rahat şekilde "Evet" diyemiyoruz. Zira, önceden yapılmış ciddî bir hazırlık zaten yoktu. Adeta, "Hele, mesele bir konuşulsun, tartışılsın; bakalım ortaya ne çıkacak" modunda kaldılar. Korkumuz, tıpkı anayasa tartışmaları arasında karambola giden ve hatta yer yer yeni düğümler bağlayan "başörtüsü meselesi" gibi, bu "Kürt açılımı" meselesinin de aynı zaafiyet çukuruna yuvarlandırılması. Ciddî ve dirayetli bir hükümet, yapamayacağı, üstesinden gelemeyeceği konuları gündeme getirmemeli. Gündeme taşıdığı meselelerin ise, kendini riske atma bahasına takipçisi olmalı ve bunları hal yoluna koyuncaya kadar kararlılıkla mücadeleye devam etmeli. Peki, ortadan görünen örneklerin semeresi nedir? Ekseriyetle şudur: "Ne yapalım kardeşim. Biz uğraştık, didindik. Elimizden geleni yaptık. Ama olmadı. Bırakmadılar ki, kardeşim!" Evet, başörtüsü konusundaki o fecî mağlûbiyete giydirilen kılıf aynen budur. İnşaallah, benzer bir kılıfı da "Demokratik açılım"ın başına geçirmezler. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu son açılımın âkıbeti hakkında da ciddî endişeler taşımaktayız.
TEBRİK Yarın mübarek Ramazan Bayramı. Bizim dükkân Pazar günü kapalı. Bu sebeple, bayramınızı şimdiden tebrik eder, bu bayramın hayırlı, huzurlu, feyizli ve bereketli günlere vesile olmasını Cenâb–ı Hak'tan niyaz ederim. MLS
Suriye–Filistin Cephesinin çöküşü
Sona doğru yaklaşan Birinci Dünya Savaşının şiddetli çatışmalara sahne olan Suriye–Filistin Cephesinde, 19 Eylül 1918 günü İngilizlere karşı kesin ve feci bir mağlûbiyet yaşadık. Fransızlarla İtalyanların da yardım ettiği İngiliz kuvvetlerine karşı feci âkıbetin yaşandığı yer Beyrut yakınlarındaki Nablus şehri civarıdır. Nablus Meydan Muharebesi olarak tarihe geçen bu savaşta, Osmanlı ordular grubu kumandanlığı el değiştirmiş, Alman Falkenhayn'ın yerine Liman Von Sanders getirilmişti. İngiliz kumandanı ise Allenbey'dir. İngilizler'in maksadı Şam'ı zapt ederek savaşı bitirmektir. O esnada bütün Suriye isyan hâlindedir. Bölgedeki Arap kuvvetleri, özellikle İngilizlerin uzun yıllardan beri sürdürdüğü casusluk faaliyetleri sonucu, Osmanlı aleyhine dönmüş vaziyette idiler. Meşhur İttihatçı Cemal Paşanın da o esnada bulunduğu Filistin–Suriye Cephesinin çökmesi sonucu, Ortadoğu'da Osmanlı yerine Batı devletlerinin hâkimiyetine yol açılmış oldu. Bu savaşlardaki mağlûbiyetler esnasında görev yapan Alman generalleri bir yana bırakalım. Çünkü, onlardan çok fazla bir yararlılık beklentisi içinde olmamalıydık. Peki, ya oradaki Arap düşmanı İttihatçı subayların durumuna ne demeli? Bölgede yıllardır en üst düzeyde ve en yüksek bir selâhiyet içinde görev yapan kişi, meşhur İttihatçı Cemal Paşadır. Cemal Paşa, Arap beldelerinde görev yaptığı süre içinde, neredeyse bütün kabileleri Osmanlı'nın aleyhine çevirmekle meşgul oldu. Kabile mensuplarından, hatta bir kısmı aşiret reislerinden olmak üzere, sayılamayacak kadar çok insanı acımasızca cezalandırdı. Cezaların çoğu idam (kurşuna dizme) şeklindeydi. En ufak bir şüphe ve zan sebebiyle de öyle cezalandırmalarda bulundu ki, savaşın sonlarına doğru gelindiğinde, neredeyse Osmanlı'ya düşman olmamayan bir tek Arap kabilesi kalmamıştı. Cemal Paşanın yanı sıra, aynı coğrafyada, ayrıca Fevzi Paşa, M. Kemal ile Albay İsmet de vazife yaptı. Ancak, onların görev sorumlulukları altındaki bölgelerde de, hiçbir iyileşme emaresi görünmedi. Hatta, umumî manzara daha beter bir hale geldi. Sonuç olarak diyebiliriz ki, İttihatçı subaylar, 402 senedir Osmanlı hakimiyeti altındaki bu Arap beldelerinin elden çıkmaması için ciddî hemen hiçbir varlık göstermemişlerdir. Hatta, bir kısmı buraların elden çıkması için adeta muarız kuvvetlerle işbirliği içine girmişlerdir. Bakalım, tarih mahkemesi karanlıkta kalan bu dönemi bir gün lâyıkıyla aydınlatabilecek mi?
Suriye–Filistin Cephesinin kaybedilmesinde en büyük sorumluluk Cemal Paşanın. Ancak, onun günah ortağı durumunda daha başka İttihatçı zorbalar da var. 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |