Faruk ÇAKIR |
|
Ramazan’a veda ederken |
Bir Ramazan ayını daha geride bırakıyoruz. Nasip olursa yarın bayramı idrak edeceğiz. Ay boyunca, geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da Ramazan’a mahsus tartışmalara şahit olduk. Bazı ‘cesur’ ilâhiyatçılar sınırları zorlayıcı ‘fetva’lar vermeye devam ederken, gazete ve televizyonlar geçmişe nisbeten daha tutarlı Ramazan programları ortaya koydular. Hemen her gazete özel “Ramazan sayfaları” hazırladı. Yine pek çok gazete, okuyucularına Kur’ân meâli ve benzeri dinî muhtevalı eserler hediye etmek suretiyle milletin taleplerine cevap vermeye çalıştılar. ‘Büyük gazete’lerin okuyucularına meâl hediye etmesi bugün için normal kabul ediliyorsa da, 20 yıl önce aynı gazetelerin böyle bir hediye vermesi akla değil, hayale dahi gelmezdi. Çünkü o tarihlerle gazetelerin dinî eser hediye etmesi kimilerince ‘irticaya destek’ olarak anlaşılıyordu. Biraz daha geriye, ‘Tek Parti / CHP devri’ne gidersek gazetelerde “Allah’tan bahseden dizi yazı”ların Matbuat Umum Müdürlüğünce yayınına son verildiğini hatırlarız. Dolayısı ile ‘büyük gazete’lerin bugün Kur’ân meâli hediye etmesi Türkiye’deki gerçek gelişmeyi göstermesi bakımından dikkat çekici, aynı zamanda sevindiricidir. Bazı vesilelerle Ramazan ayında yaşanan problemlerden daha önce de dile getirmeye çalışmıştık. Bunlardan biri de ‘oruç tutana saygı’ konusuydu. Dün bir gazetede bir vesile ile gündeme geldiği için, Ramazan’ın son gününde bu konuyu tekrar hatırlatmak istedim. Mesele özetle şu: Birkaç gün önce bir dernek, ‘kadın sorunları’nı tartışmak üzere ‘kahvaltılı bir toplantı’ düzenlemiş. Konuşmacı olarak da ‘kadın bakan’ dâvet edilmiş. Davet edilen bakan mazeret belirtip toplantıya katılmayınca, derneğin yöneticileri “Ramazan’da kahvaltılı bir toplantı düzenleyince bakanların gelmeyeceğini de öğrenmiş olduk” meâlinde sözler sarfmiş ve bir anlamda ‘tepki’sini dile getirmiş. (Aktaran: Funda Özkan, Radikal, 18 Eylül 2009) Ramazan ayında düzenlenen ‘kahvaltılı basın toplantıları’ geçmiş yıllara nisbetle azalmış olmakla beraber maalesef devam ediyor. Benzer davetler bize de geliyor. Cevap için arayanlara uygun bir lisan ile ‘oruç ayı’nda olduğumuzu hatırlatıp katılamayacağımızı ifade ediyoruz. Buna rağmen benzer davetler gelmeye devam ediyor. Peki bu toplantıları ‘kahvaltısız’ yapma imkânı yok mu? Madem toplantının ‘ikram’lı olmasını arzu ediyorlar, o halde ‘iftarlı’ toplantılar yapsınlar... Benzer bir yanlış da Cuma günleri düzenlenen toplantılarda karşımıza çıkıyor. Bazı önemli toplantılar tam da Cuma namazı vaktinde tertipleniyor. Hâliyle arzu etmemize rağmen katılamıyoruz. Davetiye gönderip teyid için arayanlara da “Kusura bakmayın. Çok arzu etmemize rağmen Cuma namazı vaktiyle çakıştığı için bu toplantıya katılamayacağız” diyoruz. Bazıları, “Katılmama sebebi olarak Cuma namazını değil de başka bir sebebi söyleseniz daha iyi olmaz mı?” diye düşünebilir. Tam aksine, gerçek sebep Cuma namazı olduğuna göre bunu hatırlatmak gekekir ki, bir sonraki toplantı Cuma namazı vaktine denk getirilmesin... İnanın ‘yabancı’ ülkeler ve gayrimüslim yöneticiler buna daha fazla dikkat ederler, ediyorlar. İnşallah sonraki Ramazan aylarında bu yanlışlar yapılmaz... 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ramazan’ı uğurlarken |
Önümüzdeki on yılı kucaklayacak olan yaz Ramazan’larının ilkini idrak etmiş ve son gününe erişmiş bulunuyoruz. Yaz Ramazan’larının bir özelliği, sıcaklarda aç ve bilhassa susuz kalma saatlerinin daha fazla olması ve bu yönüyle nefisleri daha çetin bir imtihanla karşı karşıya bırakması. Gerçi bundan önce yaşadığımız yaz Ramazan’larında, Temmuz ve Ağustos'larda bile Rabbimizin bu imtihanı kolaylaştıracak serinlikler ihsan ettiğini hatırlıyoruz. Yeni yaz Ramazan’larının bugün tamamlayacağımız ilkinde de, mukaddes aya girdiğimiz 21 Ağustos’tan itibaren aynı kolaylıkları yaşadık. Ama yaz Ramazan’larındaki imtihanlar açlık ve susuzluktan ibaret değil. Yazın tatil ve deniz mevsimi olması, müstehcenliğin had safhaya ulaşması, bu alanlarda da insanları çetin ve zorlu imtihanlara maruz kılıyor. Medya kanalıyla yaygınlaştırılmak istenen tatil kültürünün Ramazan ve oruçla bağdaşmayan bir hayat tarzını ortaya çıkarması, nefisler için sefahetin aldatıcı cazibesine dayalı tuzaklara düşme riskini arttırıyor. Onun için insanlarımız, kendilerini ve çocuklarını koruma refleksiyle, Ramazan’daki tatil tercihlerini sahillerden yaylalara kaydırıyorlar. Hattâ plaj ve eğlenceye dayalı tatil anlayışının önde gelen simgesi Bodrum’un dahi bu Ramazan’da birden boşaldığı; eğlence yerlerinin, otellerin, lokantaların yüzde 80’lere varan oranlarda boşaldığı ifade edildi ki, tek başına bu bile, Ramazan’ın nefisleri dizginleyip terbiye edici rolünün ne kadar etkili olduğunu göstermeye yeter. Ne var ki, Ramazan’ın bir “İslâm şeairi” olarak görmesi gereken saygı için daha fazlası lâzım. Ramazan’ı hiç umursamayarak, oruca saygı göstermeyerek, oruçsuzluğunu alenen teşhir etmekte hiçbir sakınca görmeyerek, sefahet ve eğlencesine fütursuzca devam ederek, biriken zekât borcunu vermemekte inat ve ısrar ederek sergilenen saygısızlıkların, afet ve felâket şeklinde gelen İlâhî ikaz veya gazap tecellîlerini dâvet ettiğini maalesef bu Ramazan’da da yaşadık. Rahmet olarak anılan yağmurun, Ramazan’ın ikinci yarısında ikaz veya gazap şekline dönüşüp Marmara’yı ve İstanbul’u vurması, ardından Ege ve Akdeniz’deki birçok turizm merkezinin fırtına, hattâ hortumlarla sarsılması, bunun ifadesiydi. “Dere yatağındaki yapılar” başta olmak üzere afetlerle ilgili olarak seslendirilen sebepler, işin “âdetullah kanunlarına isyan” cihetine bakıyor; “şeriat-ı fıtriye”ye itaatsizliğin cezasını çekiyoruz. Ama diğer boyutu da, kâinatı şeriat-ı fıtriye ile tanzim eden Yaratıcı tarafından, insanın fiillerini düzenlemek için gönderilen öbür şeriatın, dinin prensiplerine isyan vechesi de, niye bu afetlere müstehak olduğumuz ve niçin kaderin bunlara fetva verdiği sualinin cevabını önümüze koyuyor. Bu afetler, son örneklerde olduğu gibi bazan sel, geçen yılki gibi bazan kuraklık, bazan yangın, kimi zaman da deprem şeklinde yaşanabiliyor. Nitekim Üstadın bir mektubunda, 1943 Adapazarı depreminden birkaç saat önce, bir tiyatro oyunu için getirilen oyuncu kızların “çırıl çıplak olarak” çarşı ve pazarda gezdirilip teşhir edilmesini müteakip, onların cazibesine kapılan binden fazla seyircinin tiyatro binasında toplanmasıyla ve oyun başlarken gerçekleşen zelzele sonucu binanın yerle bir olduğu anlatılarak bu ibretli örneklerden biri verilir. (Kastamonu Lâhikası., s. 381) Yine Üstadın 1939 Erzincan depreminden sonraki artçı şokların verdiği dehşet için yaptığı “Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıların, bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi” (Sözler, s. 278-9) yorumu bir diğer örnek. Artık radyoların yerini çok daha cazibedar yayınlarla televizyonlar aldı. Gerçi ekranlarda Üstadın ismi verilmeden Risale-i Nur’dan mesajların sunulduğu iftar ve sahur yayınları da yapılıyor. Ama diğerleri de tam gaz devam ediyor... 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
18,5 milyar dolarlık altın ve dövize ne oldu? |
Bayram öncesi koskoca adamları günlerce meşgul eden ilginç bir haber ve komplo teorileri ile sizi biraz neşelendirelim. Geçen Temmuz ayı sonunda bir avukatın açıklamasıyla başlayan, resmî yalanlamalar üzerine kapanan müthiş bir haber vardı. Güya İranlı iş adamı İsmail Safarian’a ait 7,5 milyar dolar ve 20 ton altını (18,5 milyar dolar değerinde) taşıyan konteynırlara, 7 Ekim 2008 tarihinde Ankara Gümrük Muhafaza Müdürlüğünce Esenboğa havaalanında el konulmuştu. Avukata göre bu malvarlığı İranlı iş adamı tarafından bir Türk ortağı ile varlık barışından yararlanmak üzere Türkiye’ye sokulmuştu. Güya para Almanya’ya gitmiş, Frankfurt havalanından da 308 palet halinde koyteynıra konularak uçakla Esenboğa’ya getirilmişti. Havaalanında para ve altınları teslim alacak olan iki kurye ise gümrük muhafazanın aramalarından korkup kaçmıştı. Hatta para halen Esenboğa Havaalanı yakınlarında bir depoda bekletiliyordu. Hatta tam bu sırada Başbakan Erdoğan’ın krize rağmen 18,5 milyar dolar paranın ülkeye geldiğini söylemesi bile –rakamların tutmasından yararlanılarak– bu olayın gerçekliğine delil olarak gösterilmişti. Bakanlık açıklama yaparak böyle bir eşya girişi olmadığını, zaten böyle bir giriş olsaydı öncelikle deniz veya kara sınır kapılarından birisinden giriş işlemi yapılması ve transit beyannamesi düzenlenerek Ankara gümrüğüne sevk edilmiş olması gerektiğini belirtti. Daha da ilginci varlık barışı ile ilgili yasa 22 Kasım 2008 tarihinde, yani iddia edilen zamandan birbuçuk ay sonra yürürlüğe girmişti. İran İstihbarat Bakanlığı da yaptığı araştırmalardan sonra böyle bir paranın İran’dan Türkiye’ye transfer edildiği iddialarının tamamen asılsız olduğunu ilân etti. Bu somut açıklamalara ve avukatın daha sonra ‘yanıltılmışım’ açıklamasına rağmen, İranlılar ve komplo teorisyenleri bu haberi işlemeye devam ediyorlar. Bu komplo senaryolarında Rus istihbaratına göre İsmail Safarian’ın Baba Bush’un Ronald Reagan’ın seçilmesi öncesinde İran’a yaptığı gizli ziyarette onunla buluşan, Amerika ile İran arasında “silâh karşılığında rehinelerin serbest bırakılması” pazarlığına aracılık eden kişi olduğu belirtiliyor. İddialar son derece uçuk. Bir rivayete göre bu para aslında Obama’nın kişisel hesabına gitti ve seçim kampanyasında kullanıldı. Bir başka rivayete göre ise bu para Suud Kralı Abdullah’a yönelik başarısız darbe girişimini finanse etmek için harcandı. İşin içinde İran’ın da bulunduğu, bu yüzden istihbarat bakanlığının olayı yalanladığı gibi, gazetelere bu konuda bir daha haber yapmamaları için yasak koyduğu da ileri sürülüyor. Son rivayete göre ise Türkiye’nin IMF ile anlaşmamasına destek olmak için bu para gönderilmişti. Gördüğünüz gibi ‘zenginin parası züğürdün çenesini yormaya’ devam ediyor. Bu akıma en son katılanlar ise İranlı muhaliflerin temsilcileri. Üç İranlı muhalif; eski dışişleri bakanı İbrahim Yezdi. İran Özgürlük Hareketi’nin önde gelen liderlerinden Ahmed Sadr Hac-Cevadi ve Ulusal Dini Parti genel sekreteri Ezatullah Sahabi, IMF yöneticisi Dominique Strauss-Kahn’a yazılı olarak başvurarak, aslında İran halkına ait olan bu altınlar ve dolarların akibetinin araştırılmasını istedi. Hiç kimse bu kadar para ve altının kimsenin ruhu duymadan Ankara’ya kadar nasıl gelebildiğini, gelse bile bu şekilde bir gelişin aslında zaten suç olacağını ve el konulmasının tabiî olacağını, bir sözde iş adamının bu kadar altın ve parayı nerden bulacağını, Türkiye gibi en gizli resmî işlerin bile ertesi gün medyaya sızabildiği bir ülkede, bu haberin niye bu kadar geç duyulduğunu soruşturmuyor. İşte size bir Bayramlık bir komplo teorisi demeti. Bayrama bu tebessümle girmeniz dileğiyle, bütün okurlarımın bayramını tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Bu açılım başka açılım! |
Ankara’da garip bir tartışma yaşanıyor. Bu tartışmadan kastımız ne demokratik/Kürt açılımı, ne de Ermenistan açılımı. Bu tartışma kimilerinin “İçkili yer bölgesi” kimilerinin de “içkisiz yer bölgesi” dediği içki açılımı… Özellikle Ankara’da bu açılım diğer açılımları gölgede bıraktı. Konunun özeti şu: Ankara’nın lüks semtlerinden Bahçelievler bölgesinde yer alan eski adıyla 7. cadde, yeni adıyla Aşkabat Caddesinin araç trafiğine kapatılması ve kapatılırken de içkili yerleri halkın isteyip istemediğinin sorulmasına karar veriliyor. Bu karar Büyükşehir Belediye Meclisinde görüşülüyor. AKP’li, CHP’li, MHP’li üyelerinin oy birliği ile bu karar kabul ediliyor. Ardından adına referandum denilen fakat bir nev'î halkın görüşünün alınacağı anket niteliğinde olacak bu karar basında “İçki yasağı getiriliyor,” “Mahalle baskısı yapılıyor” şeklinde başlıklarla yayınlanınca, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in iddiası ile CHP Genel Merkezinden gelen talimatla CHP’li üyeler oy verdikleri karara itiraz etmeye başlıyor. Hemen ardından Büyükşehir Belediyesinden bir açıklama geliyor. Açıklamada “İçkili yer bölgesinin tesbiti’ içkiyi yasaklamak değil, tam tersine o bölgede rahatça içki satılmasına (!) imkân veren bir tesbittir. Bizim kimsenin içki içip içmemesine karışmamız söz konusu değildir. Konu bölgenin ‘İçkili yer bölgesi’ olarak ilân edilip edilmemesidir. Halen Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin meşrubat büfelerinin birçoğunda da içki satılmaktadır. Eğer bugünkü yönetimin yasaklama düşüncesi söz konusu olsaydı, Büyükşehir Belediyesi 15 yıldır bu büfelerdeki içki satışlarını engellerdi” denilmesine, hatta Gökçek’in "İçki yasağı diye bir şey yok. Bahçeli halkının eğilimini öğreneceğiz. Halk daha fazla içkili mekân açılmasını isterse, bunu ben teşvik edeceğim” demesine rağmen tartışmada günlerce sürdü. CHP’li üyelerin “Ankara’da bir konuğunuza şarap ikram edecek yer yok. Ben de içkiye karşıyım, ama bu Türkiye’nin ayıbıdır” sözlerine “Ankara’da şarap içilecek sayısız yer var. Bu yerleri tesbit ettiriyorum. İstediğiniz kadar içip sarhoş olabilirsiniz” boyutuna gelirken, Gökçek bu 15 soruluk anketteki “içkili yer bölgesi” sorusunun çıkarıldığını açıkladı. Tartışma henüz bitmedi. Bayramın hemen ardından bu anket yapılacak mı, yapılmayacak mı, sonuç ne çıkacak bekleyip göreceğiz. Bu tartışmada akılda kalan şu oldu. “Amaç daha rahat içki satılmasını sağlamak”, “Halk karar verirse işçi satışını teşvik edeceğim…” * * * Tartışmanın en kötü tarafı, son yıllardaki kutuplaşma geleneğinin (!) yine bozulmaması, hemen bir kutuplaşma konusunun bulunması oldu. Ankara’yı bilenler bilirler, konuya muhatap olan bölge üniversitelerinin yoğun olduğu ve gençlerin dersten çıkışta uğradıkları yerler. Kapalı mekânlarda sigara yasağı olduğu için içki ile sigara içmek isteyenlerin caddeye taşarak gençlere kötü örnek olacağı kesin. Bunu söylediğimizde bazı ilkelere aykırı olduğunu söylemek, kötü örnek olma durumunu ortadan kaldırmaz. Diğer yandan da, geçtiğimiz yıllarda Ramazan ayı yaklaştıkça bir takım ilâhiyatçılar ortaya çıkar, ya da çıkarılır, milletin kafasını karıştırıcı sözler sarf ederlerdi. Bu Ramazanda bunun olmamasına sevinirken, milletimizin manevî duygularının doruğa ulaştığı günlerde “içki referandumunun” gündeme getirilmesi bu sevinci kursaklarda bıraktı. Diğer bir yanlışlık da, kapalı yerlerde sigara yasağı var, ama insan sağlığına sigaradan daha tehlikeli ve dinen yasaklanan içkinin kapalı mekânlarda yasaklanamaması… Reklâmının boy boy gazetelerde verilmesinin önüne geçilememesi. Televizyonlarda sigara karartılırken, içkinin karartılmaması… Ve daha büyük yanlışlar… * * * NOT-1: Ramazan ayının son günü bu saçma-sapan tartışma konusunda yazmak canımızı sıksa da “Ankara”yı yazan birisi olarak ta bunu yazmamakta siz okuyucularımızı haberdar etmemekte olmazdı… NOT-2: Mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, bütün Müslümanlar için hayırlar getirmesini dilerim… MK 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Gazadan geri kalınca |
Tebük Seferine çıkıldığı günlerdi. Hâli vakti yerindeydi. İmkânları fazlasıyla vardı. Hatta iki bineğe sahipti. Ancak zaman hasat mevsimiydi. Hava alabildiğine sıcaktı. Gölge ise alabildiğine büyük bir nimetti. O ise bunlara düşkündü. Allah Resûlü (asm) diğer seferlerde gideceği yeri bildirmediği halde bu defa yerin uzaklığı sebebiyle açıkça söylemiş, ona göre hazırlık yapılmasını istemişti. Buharî ve Müslim’de anlatıldığına göre1 Ka’b bin Malik’ti bu kişi. Ka’b’ın başından geçenler oldukça ilginçti: Herkes hazırlığa girdiği halde hazırlanmak için çıkar, “Vakit var. Nasıl olsa hazırlanırım” der, bir türlü hazırlanamaz, hiçbir şey yapmadan geri dönerdi. Bir iki derken bir de bakar ki, işi ciddî tutan mü’minler birgün erkenden yola çıkıvermişler. Henüz hiçbir hazırlığı yok Hz. Ka’b’ın. O günden sonra da ne kadar hazırlık yapmak için yola çıkmışsa da yapamadan dönmüştü. Savaş daha başlamamıştı. Arkalarından yetişmeyi de düşünmüş, fakat bunu da başaramamıştı. Artık yapayalnız hissediyordu kendini Hz. Ka’b. Ortada münafıklık damgası yiyen bir kısım kimselerle mazur görülen bir kısım âciz kimseler kalmış, onları gördükçe yaptıklarına bin pişman olmuş, kendini için için yemişti. Ama bir kere olan olmuş, gazaya katılamamıştı. Tebük’e vardıklarında Allah Resûlü (asm) Ka’b bin Malik’i sormuş, Selime Oğullarından birisi, “Cübbelerine ve endamına bakıp gururlanması onu yola çıkmaktan alıkoydu” demiş, müdahale eden Hz. Muaz bin Cebel, “Ne çirkin söyledin!” diye karşılık vermiş, Resûlullah’a (asm) yönelip, “Ya Resûlallah, vallahi onun hakkında iyilikten başka birşey bilmiyoruz” demiş, Allah Resûlü de (asm) sessiz kalmıştı. Allah Resûlünün (asm) Tebük’ten döndüğünü öğrendiğinde Hz. Ka’b’ı bir korku sarmıştı. Şimdi ne yapacaktı? Sefere gidemeyişini nasıl açıklayacaktı? Yalanla geçiştirmeyi düşünmüş, fakat bir türlü aklına yatmamış, sonunda doğru söylemeye karar vermişti. Nihayet Allah Resûlü (asm) seferden dönmüş, Mescid’de iki rekât namaz kılmış, sonra da halkın işlerini görüşmeye başlamıştı. Sefere katılamayan seksen küsûr kişi vardı. Bunlar bir bir gelmiş, niçin gazaya katılamadıklarının mazeretlerini söylemiş, yemin etmişlerdi. Allah Resûlü de (asm) onlarla biat etmiş, istiğfar etmiş, iç yüzlerini ise Allah’a havale etmişti. Sıra Hz. Kâb’a gelmişti. Hz. Kâ’b doğruyu söylemiş, gazaya katılmaması için hiçbir mazereti olmadığını ifade etmiş, Allah Resûlü de (asm), “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, hakkında Allah’ın hükmü vahyedilinceye kadar bekle!” buyurmuştu. Selime Oğullarından birçok kişi arkasına takılıp daha önce hiçbir suç işlemediğini, niye özür beyan etmediğini, Allah Resûlü’yle (asm) istiğfar etmesinin yeterli olacağını söylemiş, azarlamışlardı. Fakat Hz. Ka’b bunlara aldırmamış, kendi durumunda bulunan kaç kişi olduğunu sormuş, onlar da iki kişi bulunduğunu belirtmişlerdi. Allah Resûlü (asm) bu üç kişiyle konuşulmasını yasaklamıştı. Bakalım sonrâ neler olacaktı? Bunun üzerinde de inşaallah daha sonra duralım. Dipnot: 1. Riyazü’s-Salihîn, 1:27 (Hadis no: 21; Buharî ve Müslim’den). 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Açılımın âkıbeti |
Resmî tâbirle "demokratik açılım" denilen meselenin, çıkış ve başlangıç noktası gibi, gelişme seyri de tuhaflıklarla dolu. Durum böyle olunca, bu açılımın âkıbeti hakkında da, zihinlerde ciddî soru işaretleri belirmeye başladı. Evvelâ, mevcut iktidar partisi, girmiş olduğu son iki genel seçimlerin hiçbirinde böyle bir açılımdan söz etmedi. Yani, vatandaşa bu yönde (şu an gündeme getirildiği tarzda) herhangi bir siyasî taahhüdü yok. Seçim beyannâmesinde ve seçim nutuklarında da, bu konu hakkında herhangi bir tahşidat yapılmadı. Bu noktadan bakınca, halk arasında "Kürt açılımı" denilen meselenin asıl sahibi olarak bugünkü iktidar partisi ve hükümeti değil, sanki bir başkasıymış gibi tereddütler uyanmakta. Öte yandan, Türkiye'nin önünde çözülmesi gereken dağ gibi yığılmış ciddî sıkıntıları olduğu görülüyor. İktisadî kriz, işsizlik ordusu, bütçe açığı, gelir dağılımı adâletsizliği, maaşlara düşük zamma mukabil yüksek faiz politikaları, dış borçlar, yatırım sıkıntısı, vesaire... Bu noktada zihinleri meşgul eden soru şu: Hükümet, acaba asıl yapması gereken işlerin altında ezildiği için mi, önceden hiçbir hazırlık yapmadan böyle ucu bucağı belirsiz bir meseleyi gündemin birinci maddesi haline getirip tartışmaya açtı? Cevap: Kuvvetli bir ihtimalle... Bir başka soru da şu: Mevcut iktidar, bu ağır yükün altından kalkabileceğini önceden hesap etti de mi yola çıktı? Doğrusu, bu noktalarda içimiz rahat şekilde "Evet" diyemiyoruz. Zira, önceden yapılmış ciddî bir hazırlık zaten yoktu. Adeta, "Hele, mesele bir konuşulsun, tartışılsın; bakalım ortaya ne çıkacak" modunda kaldılar. Korkumuz, tıpkı anayasa tartışmaları arasında karambola giden ve hatta yer yer yeni düğümler bağlayan "başörtüsü meselesi" gibi, bu "Kürt açılımı" meselesinin de aynı zaafiyet çukuruna yuvarlandırılması. Ciddî ve dirayetli bir hükümet, yapamayacağı, üstesinden gelemeyeceği konuları gündeme getirmemeli. Gündeme taşıdığı meselelerin ise, kendini riske atma bahasına takipçisi olmalı ve bunları hal yoluna koyuncaya kadar kararlılıkla mücadeleye devam etmeli. Peki, ortadan görünen örneklerin semeresi nedir? Ekseriyetle şudur: "Ne yapalım kardeşim. Biz uğraştık, didindik. Elimizden geleni yaptık. Ama olmadı. Bırakmadılar ki, kardeşim!" Evet, başörtüsü konusundaki o fecî mağlûbiyete giydirilen kılıf aynen budur. İnşaallah, benzer bir kılıfı da "Demokratik açılım"ın başına geçirmezler. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu son açılımın âkıbeti hakkında da ciddî endişeler taşımaktayız.
TEBRİK Yarın mübarek Ramazan Bayramı. Bizim dükkân Pazar günü kapalı. Bu sebeple, bayramınızı şimdiden tebrik eder, bu bayramın hayırlı, huzurlu, feyizli ve bereketli günlere vesile olmasını Cenâb–ı Hak'tan niyaz ederim. MLS
Suriye–Filistin Cephesinin çöküşü
Sona doğru yaklaşan Birinci Dünya Savaşının şiddetli çatışmalara sahne olan Suriye–Filistin Cephesinde, 19 Eylül 1918 günü İngilizlere karşı kesin ve feci bir mağlûbiyet yaşadık. Fransızlarla İtalyanların da yardım ettiği İngiliz kuvvetlerine karşı feci âkıbetin yaşandığı yer Beyrut yakınlarındaki Nablus şehri civarıdır. Nablus Meydan Muharebesi olarak tarihe geçen bu savaşta, Osmanlı ordular grubu kumandanlığı el değiştirmiş, Alman Falkenhayn'ın yerine Liman Von Sanders getirilmişti. İngiliz kumandanı ise Allenbey'dir. İngilizler'in maksadı Şam'ı zapt ederek savaşı bitirmektir. O esnada bütün Suriye isyan hâlindedir. Bölgedeki Arap kuvvetleri, özellikle İngilizlerin uzun yıllardan beri sürdürdüğü casusluk faaliyetleri sonucu, Osmanlı aleyhine dönmüş vaziyette idiler. Meşhur İttihatçı Cemal Paşanın da o esnada bulunduğu Filistin–Suriye Cephesinin çökmesi sonucu, Ortadoğu'da Osmanlı yerine Batı devletlerinin hâkimiyetine yol açılmış oldu. Bu savaşlardaki mağlûbiyetler esnasında görev yapan Alman generalleri bir yana bırakalım. Çünkü, onlardan çok fazla bir yararlılık beklentisi içinde olmamalıydık. Peki, ya oradaki Arap düşmanı İttihatçı subayların durumuna ne demeli? Bölgede yıllardır en üst düzeyde ve en yüksek bir selâhiyet içinde görev yapan kişi, meşhur İttihatçı Cemal Paşadır. Cemal Paşa, Arap beldelerinde görev yaptığı süre içinde, neredeyse bütün kabileleri Osmanlı'nın aleyhine çevirmekle meşgul oldu. Kabile mensuplarından, hatta bir kısmı aşiret reislerinden olmak üzere, sayılamayacak kadar çok insanı acımasızca cezalandırdı. Cezaların çoğu idam (kurşuna dizme) şeklindeydi. En ufak bir şüphe ve zan sebebiyle de öyle cezalandırmalarda bulundu ki, savaşın sonlarına doğru gelindiğinde, neredeyse Osmanlı'ya düşman olmamayan bir tek Arap kabilesi kalmamıştı. Cemal Paşanın yanı sıra, aynı coğrafyada, ayrıca Fevzi Paşa, M. Kemal ile Albay İsmet de vazife yaptı. Ancak, onların görev sorumlulukları altındaki bölgelerde de, hiçbir iyileşme emaresi görünmedi. Hatta, umumî manzara daha beter bir hale geldi. Sonuç olarak diyebiliriz ki, İttihatçı subaylar, 402 senedir Osmanlı hakimiyeti altındaki bu Arap beldelerinin elden çıkmaması için ciddî hemen hiçbir varlık göstermemişlerdir. Hatta, bir kısmı buraların elden çıkması için adeta muarız kuvvetlerle işbirliği içine girmişlerdir. Bakalım, tarih mahkemesi karanlıkta kalan bu dönemi bir gün lâyıkıyla aydınlatabilecek mi?
Suriye–Filistin Cephesinin kaybedilmesinde en büyük sorumluluk Cemal Paşanın. Ancak, onun günah ortağı durumunda daha başka İttihatçı zorbalar da var. 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ekonominin itici gücü: Zekât |
Zekât, bir başka açıdan incelendiğinde, iktisadî, yâni ekonomik hayatın bir itici gücü olduğu da anlaşılır. Zekât, üzerinden bir sene nisap miktarını geçen para ve altına düşer. Diyelim ki, bir insanın milyarlarca lira parası vardır. Bir kısmını yiyerek, bir kısmını da zekât vererek onu kısa zamanda eritir. Zekât vermek demek, “yatan-durağan” olanı piyasaya sürmektir. Bir mânâda parayı kaçırmaktır. Zekât, iş yeri, fabrikaya düşmez. Ancak, nemâları için zekât verilebilir. Dolayısıyla, zekât vermemek için nisap miktarından fazla olan “durağan” paralar kaçırılacaktır. Böylece yeni yeni iş sahaları açılır. Cemiyet zenginleşir. Fakirler de iş sahibi olur; çalışır ve alınlarının teriyle kazanırlar. Zekât, endirekt olarak cemiyetteki ferdlerin birbirine itimat etmesini sağlar; onları müteşebbis yapar. Küçük tasarruflar, bir iş, bir atölye veya bir fabrika kurmaya yetmemektedir. Tasarrufların para ve altın cinsinden saklanması zekâtı gerektirir. Zekâttan kurtulmak için tasarrufları değerlendirmelidir. Bunun için müteşebbis olmak, ortaklıklar kurmak gerekir. Bunun için de biribirine güvenmek gerekir. Dolayısıyla doğru ve güvenilir olmak kaçınılmazdır. Zekât emeğini, paranı, bir yerde “canın yongası”nı vermek demektir. Şu halde, “vermek ve paylaşmak” zekât emrini yerine getirmekle öğrenilir. Zekât vermek demek, madde bağımlılığından, cimrilikten kurtulmak demektir. İslâm insanları refaha, kalkınmaya teşvik eder. Zekâtta bu özellik vardır. Çünkü zekât verebilmek için maddeten belli bir seviyede olmak gerekir. “Veren el, alan elden hayırlıdır” hadis-i şerifinde de kalkınmaya teşvik vardır. Şu halde, fakir insanlar da, zekât verebilmek, İslâmın bu şartını yerine getirebilmek için gayret ve şevkle çalışacaklardır. Demek zekât, fakirliği izâle ederken, refah toplumunu da teşekkül ettirmektedir. Gayet tabiîdir ki, zekât sadece para ile verilmez. İnsana ihsan edilmiş çeşitli nimetler vardır. Bunlar ilimdir, kuvvettir, çeşitli istidat ve kabiliyetlerdir. Bunların da kendilerine göre zekâtları vardır. İlmin zekâtı öğretmek, öğüt vermektir. Gücün zekâtı, zayıflara yardım etmektir; onları zâlimlerin, haksızların pençesinden kurtarmaktır. İstidat ve kabiliyetlerin zekâtı, onları insanlığın emrine vermek, faydasına sunmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “İmân edip güzel işler yapan, namazı dos doğru kılıp zekâtlarını hakkıyla veren kimselerin ise, muhakkak Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” 1 Hırs, insanı yer bitirir. Onun zararı sadece kendisine değil, çevresine de dokunur. Bir hadiste hırsın insanda meydanda getirebileceği zararlar şöyle anlatılır: “Kişide mal hırsının, şeref ve mevkî düşkünlüğünün dinine yaptığı zarar iki aç kurdun yaptığı zarardan daha büyük olur.” 2 Bunun gibi daha bir çok hadis-i şerif ve âyet-i kerimeler buna işaret ederek, hırs duygusunu törpüler, iyiye kanalize eder. Sözkonusu hadis-i şerifte hırsın, “aç kurtlar”a teşbih edilmesi gerçekten enteresandır. Çünkü hırs, insanı aç bir kurt gibi yer bitirir. İyi hasletlerini yok eder. Onu kötü huyların kurt gibi canavar dişlerine teslim eder!
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Bakara, 277.; 2- Tirmizî, Zühd: 43. 19.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Elveda şehr-i Ramazan |
Elveda ey Rahmet Güneşi Şehr-i Ramazan. Mü'minler için hüsn-ü şehadette bulunmak üzere Rabbin huzuruna gidiyorsun. Kırık dökük dünyamıza misafir oldun otuz gündür. Yaşanan her ânın kalbimizden birer parça gibi kopup gittiğini ve artık dönmeyeceğini bize defalarca ihtar ettin. Bizi defalarca uyardın. Senin gündüzündeki o sonsuz, nihayetsiz, hadsiz, hudutsuz rıza-yı İlâhîyi istedik hep. Gecendeki bin aydan daha hayırlı dakikalara talip olduk. Seninle Allah’a yaklaşmaktı niyetimiz. Seninle kulluğun doruklarında uçmaktı kalbimizden geçen. Seninle rahmet deryasında boylu boyunca yüzmekti gayemiz. Seninle günahsız bir vadiye kanat çırpmaktı muradımız. Seninle af ve mağfiret ummânına yelken açmaktı arzumuz. Seninle Allah’ı, yalnız Allah’ı isteyecektik; yalnız! Bu yüksek gayelere ne kadar yaklaşabildik, bilemem! Sen bize rahmet yüklü bulutlardan daha fazla rahmetle geldin ey Şehr-i Ramazan! Bizi rahmet dolu kucağına aldın! Müşfik kucağında bir ay bizi rahmete kandırdın, bizi Kur’ân’ın müjdeleriyle müjdeledin! Bize ebedî saadetin kokusunu getirdin! Bizi Resûlullah’ın (asm) şefaat müjdesiyle coşturdun! Bize Cennetin pınarlarından birer damla hayat kaynağı sundun; Cennete benzeyen lezzetinle aklımızı başımızdan aldın! Rahmet Güneşi! Bu gün aramızdaki son günün! Biz yine kendi kendimizle baş başa kalacağız! Sense yükünü yükledin artık! Ayrılık saatin geldi gelecek! Aramızdan ayrılacaksın! Seni anlayabildik diyemem! Varsa yoksa kalbimizin sâfî niyetini, nezih arzusunu, nâzik talebini, yüksek muradını aldın, yazdın, kaydettin! Elimizden gelseydi bütün sâlih ve veli kulların ibadetlerinin ve niyazlarının bir katını Cenâb-ı Hakk’a arz edecektik! Elimizden gelseydi kâinatın zerreleri adedince Cenâb-ı Hakk’a tesbih ve tazimde bulunacaktık! Elimizden gelseydi, bütün kimsesizlerin, yetimlerin, mazlûmların, masumların, gönlü kırıkların gönlünü alacaktık! Elimizden gelseydi, Cenâb-ı Allah’ın emirlerine ve nehiylerine eksiksiz ve kâmilen uygun hareket edecektik! Eksiklerimizle, noksanlarımızla, kusurlarımızla, günahlarımızla, yanlışlarımızla mutlak hayra ve hakka ne kadar yürüyebildik bilemem! Hakk’ın feyzinden, bereketinden, sevabından, hayrından, hasenatından ne kadar istifade edebildik bilemem! Allah’ın kitabında beyan buyurduğu “mutlak birr”e (salih amel’e, iyiliğe) 1 azıcık da olsa nail olabildik mi bilemem! Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ım! Biz Seni lâyıkıyla sena edemedik! Seni Kemal sıfatlarınla doğru dürüst bilemedik! Sen Kur’ân’ında ve Habibin'in (asm) dilinde Kendi Zatına ettiğin senaya lâyıksın! Allah’ım! Biz Seni lâyıkıyla tanıyamadık, lâyıkıyla zikredemedik! Sen; kâinatın bütün zerrelerinin titreşimleriyle yaptıkları sonsuz zikre lâyıksın! Allah’ım! Şükrümüzü hakkıyla ödeyemedik! Sen; bütün hayat sahibi varlıkların, meleklerin, ruhların, cinlerin, ağaçların, bitkilerin, kuşların, balıkların, böceklerin, hayvanların ve bütün canlıların ince ve nazik duygularıyla ve rahmet dilleriyle yaptıkları sayısız, sonsuz, sınırsız şükre ve hamde lâyıksın! Allah’ım! Biz Sana lâyık bir ibadetle kulluk edemedik! Biz Seni hakkıyla tesbih, tazim ve tenzih edemedik! Hâlbuki gökler, yerler ve içindekiler Seni lâyıkıyla tesbih, tazim ve tenzih ediyorlar! Hiçbir şey yoktur ki, Seni hamd ile tesbih etmesin! Allah’ım! Âcizane ellerimizi ve gönüllerimizi açtık! Bütün varlıkların zikirleriyle Seni zikrederiz! Bütün kâinatın tesbihâtıyla Seni takdis ederiz! Bütün peygamberlerin, bütün velilerin ve bütün meleklerin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz! Bizden namazımızı, niyazımızı, orucumuzu, duâmızı, yakarışlarımızı eksikleriyle ve kusurlarıyla kabul buyur! Ey Şehr-i Ramazan! Yarın bayram! Gönüllerimize bayram heyecanı şimdiden sökün edip geldi. Bir aylık misafirliğinden, geriye bir bayram bırakarak aramızdan ayrılacaksın! Bütün günleriniz bayram esenliğinde ve uhuvvetinde geçsin, demek istiyorsun; seziyor gibiyim! Bundan, bütün ehl-i imana uhrevî ve ebedî bir bayramı da müjdelediğini çıkarabilir miyiz? Bu bayramın perde arkasının Cennet olduğunu herkese ilân edebilir miyiz? Mağfiret ve Rahmet ayı! Yine gel dünyamıza! Seni bekleyeceğiz, Rahmet Güneşi Şehr-i Ramazan!
Dipnot: 1 -Âl-i İmrân Sûresi, 92. 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
Elvedâ yâ Şehr-i Ramazan! |
Ey güzellik diyarının ışığı! Şimşek gibi deldin ve geçtin otuz günü. Işığının âşığıyız. Geldin, sevindirdin. Şimdi de tam bulduk ve kavuştuk derken, yine ‘Elvedâ’ deyip gidiyorsun. Bu kaçıncı hasret bu kaçıncı vuslat, kim bilir? Hiçbir saray, hiçbir sofra sunmadı senin sunduğun zenginliği. Sultandan dilenciye kadar, kapının eşiğinde herkes mutlu, herkes huzurlu. İnsanı insan eden, daha da ötesi mü’min eden, çok çabuk mayalayan bir sırrın var. Dileriz bu sır kalıcı olur üstümüzde… Bir tohum gibi düştün iman toprağımıza. Bereketli mahsuller yeşerttin içimizde. Yedirdin, içirdin, giydirdin, doyurdun kalbimizi. Kat kat rahmet oldun kuşattın ruhumuzu. Şerlere, şeytanlara köstek oldun, kurtardın tuzaklardan bizi. Güzelleştirdin kalbimizi. Arındırdın günahlardan, Yaratan’ın lütfuyla. Kimsenin bilmediği bir dil öğrettin. Kâinatın dilini, yaratılışın o yüce hikmetini öğrettin. “Mide ölüm evi, ya kalbi seçin, ya da mideyi” dedin. Seçmek elimizdeydi. Tembellik etmeyelim diye yine tuttun elimizden, gönlümüze hürriyetin hasını getirdin. Zincir vurup kaçmasın diye nasıl bağlanırsa asîler bir köşeye, hiç gerek kalmadı, sen bizi yürekten bağladın kendine. Beraberinde coşkun bir deniz getirdin. Engin bir sevgi ve rahmet getirdin. Fanî değil, bakî bir sevgiydi bu. Ruhumuzu cennetlere yücelten bir duyguydu bu. Bugün Arefe. Mutlu bir gün. Bayramın gelişinin müjdesi. Ama senin de gidişinin, elvedâ deyişinin hüzünlü günü. Duygularımız kabarık, bugün seller sulara karışık. Sevgiyle korkuyu birbirine karıştırıp, o hamurda yoğurup önümüze koydular bugün. Sen bir bulut, biz bir tarla olduk otuz gün boyunca. Dikildik, ekildik ve sonunda olgunlaştık, biçildik. Sen bir yolcu, biz bir konak olduk. Ey aziz misafir, yücelerden haber getirdin, aşkla, şevkle dalgalandırdın gönüllerimizi. Ne inciler, ne sırlar, ne yıldızlar gizli görmediğimiz, bilmediğimiz, o otuz günün her ânında. Bir hiçtim dünya çölünde. Şimdi sayende bir inciyim deniz dibinde. Dalgıcım oldun. O inciyi çıkardın içimden. Allah için açlığa tahammülü öğrendim seninle. Nefse ve şeytana karşı direnmeyi öğrendim seninle. Hiç olmazsa bu gelişinde getirdiğin, denizler armağanı bu inciyi kaybetmemeliyim. Senden tek isteğim, bizden râzı olduğunu sunmandır O’na, biricik dileğim. Zaman zaman kapansa da gözlerimiz, sen hiç uyumadın. Uyanık geldin, uyanık gidiyorsun. Gönlümüzü temizledin, en büyüğünden en küçüğüne kadar günahlardan arındırdın, ömür defterinde tertemiz sayfalar açtırdın güller gibi. Bir gülden geçtik, gül bahçelerine daldırdın bizi. Aşkın ile yaktın, kendine yaklaştırdın. Bizi de kendine benzettin, Ramazanlaştırdın. Rengine boyandık, ölümsüzlüğe ulaştık. Ölüm yok gayrı, ölmeyiz artık. Yûnus gibiyiz. “Ölürse ten ölür / Canlar ölesi değil!..” Bizi kendimize getirdin. “İnanan bir kalbin sahibi isen, önce kendi içine dön de bak, Kur’ân’a eğil de bak,” dedin. Kırdın gurur putumuzu. “Bir zerresin, kendini olgunlaştır, senden güneşler çıksın” dedin. Adî bir camı elmasa dönüştürdün. Emirlerini tutmak için attığımız her adımda, sayısız güzellikler sundun. Şimdi gidiyorsun. Ve bugün Arefe. Elvedâ yâ Şehr-i Ramazan, elvedâ. Bu gece teravih yok, yarın da oruç yok. Zikirler, tesbihler, hatimler, oruçlar, iftarlar, sahurlar, teravihler, bütün güzellikler, hepsi seninle beraber gidecekler. Cehennemlerin kapısı kapanmış, cennetlerin kapısı açılmıştı ardına kadar senin gelişinle beraber. Elvedâ yâ Şehr-i Ramazan, elvedâ. Şimdi gidiyorsun, elvedâ. Seni sevenlerin; yoluna, peşine düşmüşlerin gözlerinin önünde, dörtnala geçiyorsun. Âhirette şefaatçimiz ol, bırakma bizi burada, al yanına, kat kervanına. Bırakma ne olur. Rahman olan Allah adına bırakma. Bırakma bizi yalnız başına. Tekrar gelmeyi vaad et, kavuşmayı vaad et bize. Hakikî aşkı, gönülden sevmeyi, Rahman’ın kapısına kul olup, eşiğine yüz sürmeyi senden öğrendik, seninle öğrendik. Tâ çocukluk günlerimizden âşinayız sana. O günlerden kalma hiç eskimeyen bir sevdamızsın sen. Ayların incisi, ayların solmayan gülüsün sen. Güzelliğini hiç yitirmeyen ve Rabbimizle bizi bağlayan bir köprüsün sen. Duâ ve niyazdan başka bir şey yok elimizde. Ümidimiz o ki, duâlarımıza cevap gelecek, önümüzdeki perdeler kalkacak İnşallah. Zerre de olsa kalbimizde taşıdığımız bir imanın gücü ve değeri hürmetine Rabbim günahlarımızı affeder diye ümitvârız. Allah kalbimize bütün günahlarımızın affedildiğini ve arındığımızı ilham edecektir; İnşaallah. Bu son gününde senden dileğimiz hata ve kusurlarımıza rağmen hepimizden râzı olduğunu ulaştırmaktır Rahman’a. Son gün de olsa, kapındaki dilencilere bir mülk bağışla. Beratını, Kadir Gecesi alamadıysa bu kullar, Arefe Günü alsınlar İnşallah. Ne güzel bir gündür bu. Son orucun, son iftarındaki ne mukaddes bir duâ ânıdır bu. Kıymetini bilelim İnşallah. Yeniden buluşmak ve görüşmek üzere. Elvedâ yâ Şehr-i Ramazan, elvedâ! Tek başına değil, topyekûn bir kurtuluş istiyoruz senden. Kurtuluşumuzun beratını istiyoruz Rabbimizden. Şu mübarek Arefe Günü. Şahit ol ki, gönlümüzde Hak sevgisi var. Şahit ol ki, Sevgili Peygamberimizin (asm) âdetine ve sünnetine saygımız var. Otuz günlük dostluğumuzun hatırına, ne olur râzı ol bizden, râzı olduğunu ilet Rabbimize. O sevgili Rabbimize ki, bizi nefsimize kul olmaktan, o şerefli, en yüce makama, kendisine kul olmaya çıkardığı ve o mertebeye ulaştırdığı için sonsuz hamd-ü senâlar olsun. Allah’ım, sana ihtiyacı olan, senden korkan ve senin kapından başka bir kapıya asla kapılanmayan bizleri affet. Aşkın ile, sevgin ile hür ettin bizi, nefsimize kölelikten azat ettin, kurtardın bizi, hamd olsun. Hiç lâyık olmadığımız hâlde, sevgine, huzuruna lâyık gördün, bir mübarek ayla rahmetine yakın ettin bizi. Şükürler olsun. Gönderdiğin bu mübarek aya şükürler olsun, o ayda indirdiğin Kur’ân’a, Ramazan’a, o ayın incisine, Kadir Gecesine ve Arefe Gününe şükürler olsun. Boynumuzu büktük, ellerimizi ve gönüllerimizi açtık, affımızı istiyoruz, rahmetini bekliyoruz ümitle, aşk ve şevk dolu bir gönülle. Rabbim, Arefe Günü hürmetine cümlemizi affeyle. İsm-i Âzam hürmetine affeyle, bayram günü ve gecesi hürmetine affeyle. Tekrar merhaba demek üzere Elvedâ yâ Şehr-i Ramazan!.. Rabbimize ne olur bizden râzı olduğunu bildir. ... Sevgili kardeşlerim, Arefeniz, Ramazan Bayramınız mübarek olsun. İçiniz neşeyle, ümitle, huzurla dolsun, bu mübarek günler hepimizin affına ve uyanışına vesile olsun İnşaallah… 19.09.2009 E-Posta: [email protected] |