Şükrü BULUT |
|
Derinden ve biraz daha münâfıkâne… |
Hatırlayabilenler hayâlen sekiz-on sene önceki Ramazan’lara gitsinler. Bu mübârek mevsimin gelişiyle birlikte şeair-i İslâmiyeye karşı olanlar topyekûn harekete geçerlerdi. Gazeteler, ekranlar ve radyolar Kur'ân aleyhtârı beyanat, propaganda ve karalamalarla dolardı. İster istemez Müslümanlar da hatt-ı müdafaaya çekilerek inanç ve yaşayışlarını savunmaya çalışırlardı. Bu karşılıklı müsademe ve çarpışmalar, birçok mü'minin İslâmî şeairi ve hayatı öğrenmesine ve kısmen de olsa yaşamasına vesile olurdu.
PEKİ, SONRA NE OLDU? Şeair düşmanlığı bitti mi? İslâmiyeti hayattan silme teşebbüsleri sona mı erdi? Müstehcenlik ve ahlâksızlık sosyal hayattan elini ayağını mı çekti? Başta Kur'ân ve Peygamber pratiği olan Sünnet-i Seniyye olmak üzere dinî değerlerle istihzalar sona mı erdirildi? İnsanı insaniyetinden utandıran ekranların müptezelliği şiddetlenerek devam etmiyor mu? Gayri ahlâkî reklâm panoları, TV programları ve Müslümanların da sermayesiyle çıkan gazetelerdeki çıplak kadın resimleriyle birileri dinî ve insanî değerlerimizi tahribe devam etmiyor mu? Biz de biliyoruz ki, yukarıdaki sorulara vereceğimiz cevaplarla, görmek istemediğimiz hakikatlerle yüz yüze geleceğiz. Müslümanların itiraz refleksleri meflûç bir halde, inançsızlık ve ahlâksızlık seline kapılmış değerlerimize boş gözlerle bakıyoruz. Düne kadar “cihad” mefhumunu Kur'ân ve Sünnete tam mutabık ve zamana muvafık şekilde anlayamadıklarından ifrata kaçanlar, şimdi uykunun çok derin perdelerine geçmiş durumdalar. Şerre itiraz olmadığı gibi, reddetmeye çalışanları ikaz eden Müslümanlarla etrafımız çevrili. Mevcut hükümet dindar olduğundan ve bürokrasiye getirdikleri kadrolar inançlı olduklarından işlerini zorlaştırmayalım diye herkes kûşe-i gafletine çekilmiş. İtirazlarını hepimiz biliyoruz: Sekiz-on sene öncesi de, yirmi sene ve hatta otuz sene öncesi de bu böyleydi. Söz konusu zamanları yaşamış, ekranların sihrine yakalanmamış ve şeriatın şiddetle men ettiği “tarafgirlik” hastalığından uzak insanlar, yine hayâlen maziye gitsinler. Bahsedilen zamanların aynaları olan o günün gazetelerinin arşivlerinde dolaşsınlar. O günlerin sosyal hayatını, ideolojik çatışmalarını ve toplumun nabzını tutmaya çalışan köşe yazılarının makalelerine bir baksınlar. İşte o zaman anlayacaklar ki, içinde bulunduğumuz cemiyetteki hipnotik aletlerle uyutulmuş olan bizlerle o zamanın insanları; dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı çok farklı tepkilerde bulunmuşuz. Tasvirlerini ve detaylarını bahsettiğimiz neşriyata havale ediyoruz.
PEKİ, NEDEN? 28 Şubat sürecinin ürünü olan “dindar kadroları” milletin inisiyatifi zannettik. Daha öncelerinde açıktan ve uyarıcı olan çatışmalar, nifak cereyanının büyük başarısıyla perde altına indirildi. Argo tabiriyle damardan girdiler. Dindar ve sağ kesimin sloganlarıyla, suret-i haktan görünerek ve arzuladığımız üslûpları kısmen seslendirerek toplumu iğfal ettiler. Derinden ve biraz daha münâfıkâne… Dünyayı sefihler gibi yaşamak, zengin olup hayattan ehl-i dünya gibi lezzet almak ve hayatı Kur'ân'ın sunduğu pencerelerden seyretmeyi bırakarak “dinsiz felsefenin” menfezlerinden seyretmeye dalınca Müslümanlar, her türlü günah ve ahlâksızlık sıradanlaşmaya başladı.
KURTULUŞ MU? Yakın geçmişte olduğu gibi… Ya İhsan-ı İlâhî veya gadab-ı İlâhî ile elbette bir gün uyandırılacağız. Yeterince uyarıcıyla kuşatıldığımıza inanıyoruz. Hakikatlerin bu denli sarih, şeffaf ve itiraza mahal bırakmayacak açıklıkta anlatıldığı Risâle-i Nur´a rağmen bu kadar şerre, bid'atlara ve manevî tahribatlara tepki göstermemek uzun sürmeyecek, kanaatindeyiz. Deccaliyetin hayata, ahlâksızlığın aileye, rüşvetin topluma ve dinsizliğin mektebe ne kadar sinsice daldığını artık hepimiz görüyoruz. Tenvimin şiddeti azaldıkça uyanmalar çoğalacaktır İnşaallah. Evvelâ “tenvimi” ibadet cezbesiyle yapmaya çalışanları uyandırmamız gerekiyor. Ne olur uyandıramazsak? Uyandırıcı bizi Celâliyle uyandırır. İşte o zaman hepimize yazık olur… 18.09.2009 E-Posta: [email protected] |