M. Latif SALİHOĞLU |
|
Euzubillahimineşşeytâni ve'l–ihtilâl |
Türkiye'de 1876'dan başlamak üzere birkaç kez (1909, 1913, 1960, 1980) askerî darbe yaşandı. Yaşımız elvermediği için, 27 Mayıs (1960) ve daha önceki darbelerin içyüzünü, ancak yazılı kaynaklardan ve o günleri yaşayan görgü şahitlerinden öğrenmeye çalıştık. 12 Eylül 1980 darbesini ise, hemen bütün yönleriyle birebir görüp yaşayarak öğrendim. Kendim cüz'î sıkıntılar yaşadım; fakat birçok yakınımın büyük sıkıntı ve işkenceler altında o günleri yaşadığına şahit oldum. Ayrıca, çalıştığım müessesenin çıkarmış olduğu gazete ve dergilerin defaatle ve tamamen keyfice kapatıldığına şahit oldum. O günlerin kahredici baskılarını unutmamız mümkün değil. Yaşanan onca sıkıntılar, çekilen onca eza ve cefalar, bir cihette yine de çok büyütülmeyebilir, hatta sineye de çekilebilir. Fakat, o darbenin neticesi ve meyvesi mahiyetinde öyle şeyler yaşandı ve gelişti ki, bunları unutmak ve hafife almak bizim açımızdan asla mümkün değil. Darbenin felsefecileri, basın ve yayın hakkımızı gasbetmenin ötesinde, camianın içine fitne soktular. Yıllarca kader birliği yapmış olan canciğer arkadaşlarımızı birbirine düşürmek için ellerinden geleni ardına koymadılar. Meselâ: Askerî darbeye taraf olan–olmayan, darbe anayasasına evet diyen–demeyen, siyasî partilerin kapatılmasını, dolayısıyla demokrasinin canına kıyılmasını hoş karşılayan–hoş karşılamayan, göstermelik seçim tarzını doğru bulan–yanlış bulanlar şeklinde, kendi arkadaşlarımızı dahi böldüler, onları adeta zıt kutupların insanları haline getirdiler. Nifak çabaları, bununla da sınırlı kalmadı. Özellikle Nur camiasının içine fitne sokarak, bir düzineye yakın adamı piyasaya sürerek, onlarla gizli işbirliği yapma cihetine gittiler. Bir türlü başedemedikleri Nur dâvâsını, böylelikle "kök tutmayan", istedikleri zaman müdahale edebilecekleri bir şablona oturttular. Bu şablonun temel özelliği, kontrol altında olmasıydı. Oysa, Nur hizmeti, hiçbir şekilde dünyevîlerin ve siyasîlerin kontrolü altına girmemeliydi. Fıtratı gereği girmez esasında. Dolayısıyla, bu sinsî çabalarında ancak kısmen ve muvakkaten başarılı olabildiler. Darbenin üstünden 30 sene kadar bir zaman dilimi geçti. Bugün neredeyse her dört kişiden üçü lânet okurcasına 12 Eylül'den söz ediyor. Darbecilerin isimleri birer birer okullardan, caddelerden, meydanlardan siliniyor. Darbecilerin yapmış olduğu anayasa ise, ülkenin gelişmesi önünde tam mânâsıyla ayakbağı vazifesini görüyor. 7 Kasım 1982'de yapılan ve yüzde 92 kabul oyu ile neticelenen anayasa referandumu bugün yapılsa, eminim ki bu kez yüzde 92 aleyhte oy çıkacak. Peki, 30 sene evvel en şiddetli muhalefeti yapan ve en çetin direnci gösteren bizlerin günâhı neydi? Günahımız, bir büyük vatanî ve imanî hizmetin bedelini ödemek olsa gerektir. Peki, referandum zamanında bizi tefe koyan, bizi anarşistlerle, komünistlerle bir tutan dostlarımıza, kardeşlerimize ne demeli? Otuz yıldır devam eden siyasî ihtilâfımızın, hasseten ihtilâl anayasasının oylanmasıyla başladığını, acaba şöyle insafla bakıp düşünmek ve gereğini yapmak gerekmez mi? Bugün itibariyle hemen hepsi de AKP'li olan o dostlarımızın—haydi bizden özür dilemesini bir tarafa bırakalım—hiç olmazsa bir nedamet duymaları, işledikleri azim hatadan dolayı Cenâb–ı Hak'tan af dilemeleri gerekmez mi? Hayır, hiç gerekmez diyen varsa, o takdirde buyursun, demokratikleşmenin önünde bir set ve üstünde bir karabasan gibi duran şu ihtilâl anayasasının meddahlığına devam ededursun... Bizim nazarımızda, dün olduğu gibi bugün de, ihtilâller gibi ihtilâl anayasaları da merduttur. Evet, dün reddettiğimiz gibi bugün de reddediyoruz. Hatta, hürriyet ve demokrasi nimetinden Bismillah diyerek söz ederken, ondan önce zulümle âbâd olan darbeleri lânetlemek geliyor içimizden. Yani, önce "Euzubillâhimineşşeytâni ve'l–ihtilâl" demek ve ondan sonra hürriyet, adâlet, demokrasi, temel insan hak ve hürriyetlerinden söz etmek istiyoruz. Biliyor ve inanıyoruz ki, ihtilâl süprüntüleri temizlenmeden, bu güzel nimetlerden hakkıyla istifade edemeyiz.
Sevinmeli mi, üzülmeli mi?
Cumartesi günkü (12 Eylül) gazete haberlerinde, Avrupa'nın en büyük adliye sarayının İstanbul Çağlayan'da yapılacağı belirtiliyordu. Mekânın büyüklüğünü tarif için ise, "60 futbol sahası genişliğinde" ifadesi kullanılıyordu. Aynı haberin içinde, ihaleyi kazanan firmanın Konya'da da kapalı sahası 64 bin metrekareyi bulan adliye binasının inşa edildiği bilgisi yer alıyordu. Bu ve benzeri haberlere sevinmeli mi, yoksa üzülmeli mi? Ben şahsen üzüldüm, hem de çok üzüldüm. Zira mahkemelerin çoğalması, işlenen suç ve açılan dâvâ sayısının çoğalması anlamına geliyor. Bu ise, hiç de hayra alâmet bir gelişme mânâsında görünmüyor. Adliye bina ve saraylarının çoğalmasının ardından, ayrıca ülkede mahpus ve hapishane adedinde de artış beklenmeli. Şu anda, mevcut hapishaneler neredeyse lebâleb dolmuş vaziyette. Resmî makamlar, tutuklu sayısının 70 binden fazla olduğunu belirtiyor. Türkiye'de birbiriyle kavgalı ve dâvâlı insan sayısı ise, hiç şüphesiz yüz binleri, belki de milyonları buluyor. Bu hususta kesin rakamlar var mı, bilemiyoruz. Ancak, görünen manzara Türkiye'nin adâlet işleyişinde ciddî bazı yanlışlıkların olduğunu gösteriyor. Bir başka gösterge de, insanlarımızın birbiriyle ne derece kavgalı ve geçimsiz hale geldiklerini tebarüz ettiriyor. Ülkemizde okulların, eğitim yuvalarının çoğalmasına sevinelim; ancak, mahkeme salonları ile hapishane binalarının çoğalmasına hiçbir şekilde sevinmemek, hatta üzülmek gerekir. 14.09.2009 E-Posta: [email protected] |