Nejat EREN |
|
Müsbetı göstermek ve çözüm üretmek |
D ünyanın büyük bir bölümü, mânevî bir buhran ve dertle kıvranıyor olabilir. İnsanlığın kahir ekseriyeti şaşkın, biçare, bedbin, kısır döngülerin içerisinde, çaresiz ve mutsuz olabilir. İdareciler yetersiz, beceriksiz, vizyonsuz ve sığ görüşlü olabilir. Adalet dağıtması lâzım gelenler, tarafgir, keyfî ve “birilerinden yana” davranıyor olabilir. Patronlar, esnaflar, işverenler, devamlı kazandığı halde şükür etmeyebilir. Memur, çalışan kesim kaytarmayı ve gününü gün etmeyi düşünüyor olabilir. Öğretmen, eğitimci, akademisyen, fikir işçisi dert küpü halleri sergileyebilir. Öğrenci sorumsuz, dikkatsiz, dağınık ve heva peşinde koşuyor olabilir. Siyasîler şahsî menfaat peşinde koşup, iradesiz ve kaburgasız davranıyor olabilir. Askerler “harp san'atı”nın dışına çıkıp “kapsama alanı”nı genişletme histerilerini devam ettirebilir. Medya “manipüle” etme, iftira ve çarpıtma huyunu devam ettiriyor olabilir. Toplum şaşkınlık ve depresyon halleri gösteriyor olabilir. “Resmîyet” alanı ve kavramı ve dahi bürokrasi, kendi yetki ve sorumluluk alanlarını metazori zorluyabilir. O zaman “sivil hareket”in özü olan akıl ve mantık sahibi bireylerin ve onların meydana getirdiği “sivil toplum”un bir şeyler yapıp, çare ve çözüm üretmesi gerek. Boşu boşuna ağlayıp sızlanmanın bir mânâsı yok. İnsanımızın ve insanlığın ve de kendi kendimizin önüne bir çözüm koymamız gerekir. Bu toprakların tarihinde de, insanlık tarihinde de bunun güzel örnekleri var. Gerçek mânâda kendi insanlığını bilen insanlar için, çok şükür ki toplumun bunalıma girdiği anlarda Cenâb-ı Hakk’ın hem mazlûm insanlara ve milletlere, hem de çeşitli ümmetlere inayeti ve rahmet tecellileri var. Bu mübarek Anadolu topraklarında yurt kurup, devlet olan, özellikle Selçuklu, Osmanlı’da ve Türk Milletinde bu tür yardım, rahmet, hafızıyet ve inayetin çok ibretli ve şahane örneklerini görebiliriz. Bunlar tarihin şahadetiyle de sabittir. Mevlânâ’dan Yunus Emre’ye, Şeyh Edebali’den Hacı Bayram Veli’ye kadar nice gönül eri, Allah dostu bahadır lider ve önderler, tarihî kayıtlarda güzel örnekler olarak hafızalarımızda duruyor. Çözülen bağları yeniden bağlayan, kaynaşma ve kardeşliği, doğruyu ve makulü va’z ve tesbit eden Peygamber âşıkları var. Onlar, çözümü, insanlığın “kataloğu” olan Kur’ân-ı Azîmüşşan’dan, Âlemlerin Rahmet Önderi Yüce Peygamber’in (asm) sünnetinden alarak sağlam reçeteler hâlinde yazıp insanlığın önüne koydular. Yaşadığımız modern asırda ise, insanlığın her türlü derdi için çok sağlam ve şaşmaz bir rehber, yol gösterici, çözüm sunan, derin ilim ve çelik irade sahibi ‘Bediüzzaman’ unvanıyla nam salmış bir sembol kişi, ‘Risâle-i Nur’ ismiyle şöhret bulmuş bir şaşmaz ve şaşırmaz ilim hazinesi mevcut. Bu iki sembol değer, sadece bu toprağın insanına değil, bütün âlem-i İslâm’a ve âlem-i insaniyete “semâvîlik” arz eden, “arzîliğe” bulaşmamış çözüm getirmiş. Bir asra yaklaşan mânevî mücadelenin, mukaddes cihadın tek bir hedefi, gayesi, amacı ve programı olmuş: Topluma çözüm üretip onu sunmak. Barışa, huzura, kardeşliğe çağrı ve köprü olmak. Dağarcığında bir şeyler olanlar, senaryoları bırakıp, zanlardan kurtulup, beyin okumalarını terk edip, potansiyel suçlar üretmeyi bir kenara itip, menfîleri nazara vererek bulantı meydana getirmeyi bırakarak, müsbet mânâda bir şeyler yapma yoluna girsinler. Hep “başkalarının ve ötekilerin” hatalarıyla uğraşmayı bırakıp, kendi özümüze dönmenin yollarını aramalıyız. Tembellik ve karamsarlığı öteleyip, ümitsiz tabloları yokluğa mahkûm edip bir ışık yakmayı denesek... Biz, ben, sen, yanımdaki, karşımdaki, mesai arkadaşım, can yoldaşım, dâvâ dostum, vatandaşım, dindaşım, yurttaşım… işte her kimse... her kimsek “çözüm üretmeye, müsbeti denemeye, doğruyu tatbik etme gayretine” mesai harcasak. Var olan krizleri fırsata çevirecek irade ortaya koysak... “Tahribatı” “tahrip” etsek. “Yıkıntıdan” inşâya geçsek... “Bahanematik” hallerden uzak dursak. Kendimizden değil menfîliklerden uzaklaşsak. Problemleri aşmak için, iç muhasebe ve kendimizi sorgulamanın geçerli bir yol olduğunun idrakine varabilsek. Gerçeklerle yüzleşme ve çözüm için kendi günah ve suçunu itiraf etmenin şart olduğu mertliğini gösterebilsek. İnsafı öne çıkarabilsek. Fedakârlık göstermenin büyük zevkini nefsimizde yaşasak. “Tarafgirlikten” tarih boyunca hep menfîlik çıktığı gerçeğini kavrayabilsek. Muhataplarımıza karşı “masanın ön tarafındaki” hâlet-i ruhiyeyi, arka tarafına geçince unutmasak. Amirken memur gibi gayretli ve dikkatli ve sorumluluk duygusuyla çalışabilsek. Bütün bunlar; artısı ve eksisiyle bu vatanın, insanlığın ortak derdi ve gerçekleri. Kendimizden ve gerçeklerden kaçmadan makul çizgilerde hareket edip davranabilirsek, çok güzel çözüm ve çareler üretebiliriz. İlk önce kendi işimize bakarak. Çare, çözüm ve müsbete giden yollar, sevgi çiçeklerinden, muhabbet meyvelerinden, fedakârlık hallerinden geçer. Diğergamlık tavırları, sabır, sadakat, doğruluk ve metanet ibrişimleri gönül dünyalarında “duble yollar” yapar. Yüz yüze görüşmek, irtibat, kucaklaşma, sevgi, “en güzel takdir edici yoldaş, vefakâr arkadaş, samimî kardeş duygu ve düşünceleri” vücut tarlasındaki “haşerat ve dikenleri” imhâ eder. Tarih böyle diyor. Zaman bunları teyid ediyor. İnşaallah bu teyid ve doğrular istikbalde de yine böyle işleyecek. Hem dünyada, hem Türkiye’de, hem âlem-i İslâm’da: Husûmet ve düşmanlığın rağmına, dostluk ve muhabbet kazanacak. Yalan, kandırma ve hilenin yerini, saydamlık, berraklık ve mertlik alacak. Tembellik ve ataletin yerini; tahkik, araştırma ve gayret alacak. İftira, karalama, gıybetin yerini; sıdk, tashih, düzeltme, sorma, delil ve hakkı teslim alacak. Bundan asla şüphemiz yok. Dostluğun, muhabbetin, sevgi ve hasbiliğin o engin ve mânevî sofralarında hep birlikte olmak dilek ve temennisiyle. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
UNESCO ve Bediüzzaman |
UNESCO, BM’nin kuruluşundan bugüne, yani 24 Ekim 1945’ten itibaren dünya milletleri arasında ve çok geniş bir sahada icraat yapan ve doğruluğunu ispatlayan “Eğitim, Bilim ve Kültür” koludur. Uzun yıllardan beri takip ederim, bilhassa Yunus Emre ve Hz. Mevlânâ hakkında yaptıkları çalışmayı yakînen müşahede etmişimdir. Bu zâtlar yaptıkları faaliyetler hengâmında da Konya’ya teşriflerinde heyet ekibiyle, çok kişiler gibi bizler de mülâki olmuşuzdur. Değerli, hoşgörülü ve tarafsız şahsiyetlerden mürekkep, sağlam, uzlaştırıcı ve birleştirici bir ünite ve kuruluştur. UNESCO geçtiğimiz yıllarda Yunus Emre Hazretlerinin vefatının 700’üncü sene-i devriyesinde “Yunus Emre ve sevgi yılı”, Hz. Mevlânâ’nın vefatının 700’üncü yılı münasebetiyle de “Hz. Mevlânâ ve sevgi” yılı olarak ilân etmiş ve bu hususlar o tarihlerde Konya’da Uluslararası Mevlânâ Sempozyumlarında ve İstanbul ve İzmir illerimizde de dile getirilmişti. Geçtiğimiz 2007 yılı ise, bu sefer Hz. Mevlânâ’nın doğumunun 800. yıl dönümü dolayısıyla dünyada “Hoşgörü ve Diyalog”, Türkiye’de de “Mevlânâ ve Hoşgörü” yılı olarak UNESCO tarafından ilân edildi ve 193 devletin kısm-ı azamında takdim ve faaliyetler, gösteriler yapıldı ve tahminlerin ötesinde büyük hizmetlere vesile oldu. O günkü makalelerimde, yazdığım eserlerde ve verdiğim konferanslarda “Yerli-yabancı ilim adamalarının ve münevver kişilerin ittifakıyla ‘Çağın Mevlânâsı’ kabul edilen ‘Hz. Bediüzzaman Said Nursî’, çağımızın en büyük İslam âlimi, müceddidi, müçtehididir. Telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatının neşir hayatı takriben 100 yılı aşkındır ve çeşitli lisanlara çevrilmekle birlikte inkişafı ve fütuhatı o kadar muhteşemdir ki, 193 devletin kısm-ı azamında okunmakta, ilim meclislerinde konuşulmakta, hakkında seminer, konferans ve sempozyumlar düzenlenmektedir. Bu itibarla UNESCO gibi ciddî bir kuruluşun bîgâne kalacağı düşünülemez ve İnşaallah gün gelecek ‘Bediüzzaman ve sevgi yılı’ gibi isimler altında anılacaktır..” vs. demiştik. Şimdi, geçtiğimiz Ramazan bayramı sabahı gelen bir müjde haberi gözlerimizi yaşarttı ve bizi tekrar mazideki tesbitlerimize, satırlarımıza ve kitaplarımıza götürdü. Bizim için gerçek bayram oldu. Haberin özeti şöyle: “Birleşmiş Milletler Barış Elçisi ve Filipinler Risâle-i Nur Enstitüsü Başkanı Muhammed Rıza Dalkılıç, Filipinler’de yapılan ‘Adalet’ konulu sempozyumdan sonra verdiği beyan ve haberde Birleşmiş Milletler’in 2015 yılını ‘Dünya Bediüzzaman Yılı’ ilân edebileceğini ve Birleşmiş Milletler sponsorluğunda 193 ülkede ‘Bediüzzaman ve onun İslâm anlayışı, onun Peygamber Efendimizi (asm) ve insanlığı anlama ve anlatma tarzı, barış için yaptıkları’ tek tek anlatılıp duyurulabileceğini söyledi.” Ayrıca UNESCO’nun “Yeni Bin Yılın Hedefleri” başlığı altında üzerinde duracağı konular şunlardır: Hastalıklarla mücadele, fakirlikle mücadele, dinler arası diyalog, insanlığı tek bir Allah’ın idaresinde ve hâkimiyetinde tek bir aile haline getirmek vs... 2015 yılı, 23 Mart 1960’ta hakka vuslat eden Hz. Bediüzzaman’ın vefatının 55’nci sene-i devriyesi. BM’nin de kuruluşunun 70. yılı oluyor. O günleri hayal ediyorum, hakikat olarak görenlere ne mutlu. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Allah’ın dediği olur |
İstanbul’dan okuyucumuz: “Allah’ın emir ve irâdesinin varlıklara hâkim olduğunu nasıl anlarız? İnsanın amelinde Allah’ın dileği mi esastır, emri mi esastır? Allah insanlara emrettiği halde dilemezse ne olur?”
Her şeyde hiç kimsenin gözünden kaçmayan eşsiz itaat, mükemmel âhenk ve benzersiz düzen; bize, her şeyin Allah’ın emrine ve irâdesine harfiyen boyun eğdiğini gösterir. Kur’ân’ın şiddetle beyan buyurduğu, “Gökte ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.” 1 Hakîkatını; akıl sahibi herkesin, zerrelerden kürelere her şeyde görmesi ve her nev'î varlıkta müşahede etmesi hiç de zor değildir. Hayat sahibi olsun, cansız olsun, şuurlu olsun, şuursuz olsun, her bir varlığın Allah’ın emirlerine mutlak itaatinin, onun ibâdeti ve tesbihi hükmünde olduğunu aklen görmenin mümkün olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri; varlıkların ibâdetlerinin ve tesbihlerinin, vazîfelerinden ibâret olduğunu, şuursuz varlıkların gayet şuurkârâne, intizamperverâne ve ubûdiyetkârâne işler yapmasının ve vazîfeler görmesinin, onların Allah’ın emrine isyansız bir şekilde boyun eğmiş olduklarını gösterdiğini kaydeder. 2 Meselâ câmid, hayatsız, şuursuz, mütemâdiyen çalkalanan, kararsız, fırtınalı ve hedefsiz bulunan ve azot ile oksijenden ibâret olan şu havanın; teneffüsü karşılama ve bitkilerin aşılanmasını sağlamaktan tutun, tâ ses, ışık, görüntü ve elektro-manyetik kuvvet nakline kadar, tâ telsiz telefon, telgraf ve radyo yayınlarını hassas bir ölçü ile algılaması ve iletmesine kadar gayet hakîmâne, rahîmâne ve san’atkârâne işlerde çalıştırılması ve vazîfeler yapması açık ve net bir şekilde ispat eder ki, bu hava ve rüzgârın her bir zerresi, Kerîm bir Âmir’in emri ile hareket eder, emri anlar, dinler ve itaat eder.3 Saîd Nursî Hazretlerine göre, havanın böylesine hassas bir vazîfe icrâ ettiği halde vazîfesinde aslâ şaşırmaması ve aslâ ihmali bulunmaması, hava unsurunun Allah’ın emir ve irâdesinin arşı bulunduğunu gösterir.4 Aynı şekilde her bir elementin sayısız cisimlerin vücutlarına girip işlemesi ve çıkması, sonra tekrar başka bir cisimde terkip olunması ve bütün zerrelerin aynı şuurlu vaziyeti göstermesi; her birisinin bir Âmir-i Âlîm’in emriyle sevk edildiğini bildirir.5 Üstad Bedîüzzaman, rûhun da emir âleminden, irâde sıfatından gelen ve vücûd-u hâricî giydirilmiş bir fıtrî kânûn ve bir nâmûs-u zîşuur olduğunu; kâinattaki bütün kânûnların birer emirden ibâret olduğunu; tabîât kânûnlarına kudret-i ezeliye tarafından birer vücûd-u hâricî giydirilirse her bir kânûnun mücerret birer rûh olacağını; rûhun başından şuurun alınması hâlinde ise bir kânûndan ibâret kalacağını belirtir.6 İnsanın ise, diğer varlıklara nazaran ayrı bir hususiyeti vardır. İnsan, hareket ve davranışlarında kendisine cüz’î irâde verilmiş, kâinâtta—cinlerden başka—tek sınıftır. İnsanın davranışlarından mes’ûl olması da, cüz’î irâdesinden dolayıdır. Yani, Allah insanları da diğer varlıklar gibi, emirlerine uymaya memur kılmıştır. Bunun için insana gerekli güç ve kudreti ihsan ve îcad eden de bizzat Hâlık Teâlâ’dır. Fakat insanı davranışlarında zecir, icbar ve zorlamaya tâbi tutmamış, cüz’î irâdesi ile baş başa bırakmıştır. Cüz’î irâdesi ile amel eden insana hayırlı amellerinde sevap vermesi, şerli amellerinde ise günah yazması bundandır. Cenâb-ı Hakk’ın, pişman olmaları ve tövbe etmeleri halinde günahkâr kullarını affetmesi de, kullarının arınmasını dilediğini gösterir. Binâenaleyh; Cenâb-ı Hak emirlerinin kullarınca uygulanmasını elbet ister. Bunun için kullarından hiçbir yardım ve inâyeti de esirgemez. Fakat ilk adımı ve ilk yönelişi kulları atmalıdır. Çünkü kendilerine cüz’î irâde verilmiştir.
Dipnotlar:
1- Saff Sûresi, 61/1. 2- Mektûbât, s. 384. 3- Şuâlar, s. 100. 4- Sözler, s. 148. 5- Sözler, s. 627. 6- Mektûbât, S. 454; Sözler, s. 478. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Dünya lânetli mi? |
Lânet Allah’ın rahmetinden uzak kalmak demektir. Zerreden kürelere kadar her şeyi kuşatan sonsuz rahmetten uzak kalmak kadar daha dehşetli birşey düşünülemez dünyada. Dünyanın üç yüzü olduğunu; birinin ahiretin tarlası, diğerinin Esmâ-i Hüsnanın aynası olduğunu biliyoruz. Bu iki yönüyle dünyayı sevebildiği kadar sevmeli insan. “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” mısraında dile getirildiği gibi sevdiklerimizi Allah için, Allah adına, O'nun rızası için sevmek böyledir. Bu sevgi fazilettir, kazançtır insan için. Dünyanın üçüncü yüzü vardır ki bu nefsin süflî arzu ve isteklerine bakar. İşte bu yönüyle dünyayı sevmek felâkettir, helâke götürür insanı. Nefsanî oyun ve eğlenceler, haram zevk ve lezzetler; fanî, zararlı arzu ve istekler hep bu sınıfa girer. Dünyanın lânetlenen, rahmetten uzak kalan yönü de bu taraftır. Bir hadis-i şerifte bu gerçeğe şöyle dikkat çekilmiştir: “Dikkat ediniz! Allah’ı zikre, ibadete götüren, ilim sahibi olan ve ilim öğrenenlerin dışında dünya ve dünya dışında bulunan her şey lânetlenmiştir, Allah katında kabule şâyân değildir.” 1 Özetlemek gerekirse hadis-i şeirfte Rahmanî olan her şey övülmekte, tavsiye edilmekte, şeytanî olan her şey de lânetlenmekte ve yasaklanmaktadır. Biraz daha açmak gerekirse tavsişe edilen şeyler: 1. Allah’ı zikre götüren, yani Allah’ı hatırlatan, isim ve sıfatlarına ayna olan, o güzellikleri yansıtan her şey güzeldir, faydalıdır. Kâinata bu gözle bakıldığında her şey birer tefekkür hazinesi hâline gelir, bal arısı gibi marifet balları sunar. 2. Yaptığımız her hareket ya bizzat ibadet olmalı veya ibadet niyetiyle yapılmalıdır. Bilindiği gibi beş vakit namazımızı kıldığımızda yaptığımız her hayırlı iş, mübah bile olsa ibadet sayılmakta, ibadete vesile olmaktadır. Bu güzel niyet, bu bakış açısı, bu anlayış hayatın her anını ibadete dönüştürebilmektedir. Sünnete uygun olduğunda yürümemiz, yememiz, içmemiz hatta uykumuz dahi ibadet olabilmektedir. Kısacası Allah rızası hedef alınarak yapılan her hareket ibadet olmaktadır. 3. İlim sahibi olan ve ilim öğrenenlerin de hadiste ayrıca zikredilmesi ilmin önemine dikkat çekmek içindir. İlk emri “Oku!” ile başlayan, beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi tavsiye eden bir din ilim vasıtasıyla her an rahmeti celbetmeye teşvik etmekte; yuvalarındaki karıncalardan gökteki uçan kuşlara, denizdeki balıklara, yerden göğe kadar kâinatı dolduran meleklerin duâ ve istiğfarlarını kazanmaya vesile olmaktadır. Böylesi manevî bir atmosfer kişinin canla başla ilme yönelmesi gerektiğini gösterir. Mutlu etmeye de fazlasıyla yeter. Kısaca bu hadis-i şerif kişinin dünyaya ne niyetle bakması gerektiğini göstermeye yetmiyor mu?
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Zühd: 14; İbni Mâce, Zühd: 3; Darimî, Mukaddime: 32. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Yerli Salman Rüşdi’ler ve bir ölçüye dikkat! |
Müslüman bir ailenin oğlu olarak 1947’de (bağımsızlıktan iki ay önce) Bombay’da doğan Salman Rüşdi, 1961’de lise eğitimi için İngiltere’ye gönderilir. Cambridge’de tarih eğitimi gören Rüşdi, fantastik bilimkurgu romanları yazar. "Geceyarısı Çocukları" (Metis, 2000) romanı, Hindistan tarihi ve politikasına eleştirel yaklaşımı sebebiyle Hindistan’da yasaklanır. Bunu, Pakistan’da aynı akıbete uğrayan Utanç (Metis, 2005) izler. İslâma hakaret eden The Satanic Verses (1988, Şeytan Ayetleri) ile 1988 Whitbread ödülünü kazanır! Keza, Hindistan ve Güney Afrika’da yasaklanır. 1989’da yayınlanan "Şeytan Ayetleri" romanı, Hz. Muhammed’e (asm) ithamda bulunduğundan, İslâm dünyasından büyük tepkiler almış; Güney Afrika, Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır, Somali, Bangladeş, Sudan, Malezya, Endonezya ve Katar’da kitabın yayınlanması yasaklanmıştı. Dünyanın birçok ülkesinde aleyhinde yapılan kitlesel gösteriler Şubat 1989 gündemini oluşturmuştur. Ne var ki, bir kısım mihraklar, istihbarat örgütleri (ifsat, zındıka ve dinsizlik komiteleri) tarafından palazlandırılan yerli Salman Rüşdi’lere de rastlanmıyor değil. Bunlar, iki de bir televizyon ekranlarına ve gazete sayfalarına çıkarılarak kamuoyunda tartışılmak; yanlış düşünceleri kitlelere mal etmek; toplumu manipüle etmek, zihinleri bulandırmak istedikleri gözden kaçmıyor. Aslında, bu edepsiz ediplerin, isimlerini bile zikretmek, tek kelime ile fuzûli. “Cevab-ı ahmaku's-sükût” kaidesince, cevap verilmemeli. Fakat, samimî olup, bilmeyerek onların tuzağına düşen sâfi zihinlere ulaşmak gerekir. İfrat düşüncelere, zaptedilemez duygulara sahip olan bu tiplerin; beynelmilel mihraklarca kanca atılıp; özel olarak yetiştirilip, “Türkiye’nin Salman Rüşdi”si yapılmak istendiği bir vakıa. Sair İslâm ülkelerinde de, buna benzer kafa karıştırıcıların bulunduğunu, özellikle bulundurulmak istendiği artık sır değil. Bu yeni bir durum değildir. İslâm tarihi boyunca da, hattâ Hz. Âdem’den günümüze kadar böyle hâdiselerle karşılaşılmış. Bilhassa, İslâmiyetin hızla yayıldığı ve İslâm ülkelerindeki uyanış ve silkinişin hız kazandığı son zamanlarda, bu tiplerin mantar gibi bittiği gözden kaçmıyor. Bu yerli Salman Rüşdi’ler de, İslâm karşıtı beynelmilel mihraklar tarafından desteklenip korunmakta, ödüllendirilip palazlandırılıp piyasaya sürülmektedir. İster çeşitli fesat odaklarınca teşvik edilsin, desteklensin, korunsun; ister kendi başlarına bu işlere kalkışmış olsunlar, esfel-i safilîn çukurunda çırpınan bu zavallılar, dinini az bir dünya menfaati karşılığında satanlardır! İsimlerini zikredip zihinlerinizi bulandırmak istemem. Siz onları konuşmalarından tanırsınız. Hakkı batıl, batılı hak gösterecek ve safi zihinleri sapıtacak bir cerbezeye, demagojiye sahiptirler. Onların tuzaklarına düşmemek için ne yapmalı? Müslüman ehl-i tahkiktir. Körü körüne her söze kanmaz. Özellikle dünya çapında şu ölçüyü nazara alır: “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez; dâima suret-i haktan görünür; yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zirâ, çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler, hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbte saklayınız. bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”1 Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu dünya çapındaki bu ölçü, gerçeğin, yalnız ve yalnız hakka taraf olmanın tâ kendisidir. Bu, haslet, aynı zamanda Ashab-ı Kiramın şiârıdır. Hulefâ-i Raşidîn ise, çok çok daha hassastır. Meselâ, Hz. Ebûbekir, Halife seçildiğinde, “Ey insanlar! Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde size halife oldum. Ben ancak Resulullah’ın izinden giderim. Arzuma göre hareket edecek, dinde kendiliğinden bir şey ortaya atacak değilim. Şu halde eğer vazifemi yaparsam bana itaat ve yardım ediniz. Eğer kötülüğe saparsam, beni doğru yola çağırınız!” demiştir. Yine, adâlet damgasını asırlar üzerine vuran Hulefa-i Raşîdin’den Hz. Ömer, şöyle diyordu: “Ben size bilmeden esasında kötü olmayan şeyleri yasaklayabilirim. Esasında iyi olmayan şeyleri de emredebilirim. Böyle bir durumda beni ikaz ediniz. “Eğer içinizden biriyle benim ihtilâflı bir meselem olursa, istediğiniz birinin önünde onunla muhakeme edilmekten kaçınmayacağım. Eğer benden bir şikâyeti olanınız varsa, hâkim huzuruna çıkmaya hazırım.”
Dipnot:
1- Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, 2007, s. 119. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Sen de bildiğini oku! |
Maddenin peşinde ehl-i iman… Maddenin pençesinde Müslümanlar… Ve faidesiz, neticesiz hizmetler veya adına hizmet denilen faaliyetler… Herkes değil, yalnızca Müslümanlar biliyor ki ahirzamanın en büyük musîbetlerinden, belâlarından ve belki de en mühimlerinden birisi maddenin mânâyı boğan, cazibedar ve heveskâr, iştiyakengiz, zahiren gösterişli havasıdır. Bu hava, soludukça ehl-i imanı kendisine çekiyor ve çektikçe de batırıyor. Ehl-i himmet olmak, yardımseverlik, diğergâmlık, ihlâs ve Allah rızası için çalışmak, gayret etmek en ufak bir menfaatin ucu ufukta göründüğü anda unutuluyor, kayboluyor veya rafa kaldırılabiliyor…Ehl-i imanın, Müslümanların, inanan, inançlarıyla hizmet etmek isteyen insanların ihtiyacı olan hizmetlerin ve varlık sebepleri olan faaliyetlerin aksamasının en birinci ve baş sebebi maddeye karşı gösterilen bu yumuşak karınlılıktır. Helâlin haramın iltibas olduğu, birbirine isteyerek ve şuurlu bir şekilde karıştığı ve karıştırıldığı şu zamanımızda imana ve itikada dair her türlü meselenin bilinmesi kâfi gelmiyor ve yetmiyor. İlla ki fiiliyat, hayatın içinde İslâma ve imana dair bütün meselelerin yaşanması ve tatbiki gerekiyor… Şimdi bakıyorsunuz adının başına bir ’hoca’ takan herhangi bir zevat haramlara ucundan ucundan, faize kulağının arkasından kıvırttırarak, akçeli işlere derinden derine, ahlâkî konulara zamanın gereği diyerek, tesettürde olduğu gibi fetvaları çok rahat bir şekilde, yüzlerini kızartmadan ve Allah’tan korkmadan verdikleri bir bir devri, hayatı yaşıyoruz. “Ne yapalım böyle imiş, böyle gelmiş, böyle gider mi?” diyeceğiz… Hayır asla ve kat’a bize ve özellikle ve ısrarla kendimize düşen vazife, görev, emir herkesin yanlış da olsa bildiklerini okuduğu bu zamanda bizim Allah’ın bizlerden istediklerini, imanın gereklerini ve Kur’ânın emirlerini isteyerek, bilerek ve dosdoğru olarak hayatın içinde fiiliyata, hayata dökerek yapmamız, tatbik edip göstermemiz gerekmektedir. Tâ ki, feyizlerine, bereketlerine, faideli neticelerine erelim, ulaşalım ve zevklerini, lezzetlerini alalım… Mesuliyet denen bir mânâyı ve kavramı düşünmeden kararlar verebilen, iki ucu ateş arasındaki rahatlığı yaşayabilen hem de çok geniş ve umursamazlıkla hayatlarında gösterebilen Müslümanlara şaşmak ve hayret etmenin ötesinde onlardan uzaklaşmak ve kaçmak gerekiyor… Yine ve yeniden ısrarla söylüyorum: Madem batıla ve harama bulaşanlar rahatlıkla ve çekinmeden bildiğini okuyor, Müslüman, ehl-i iman da İslâm, Kur’ân, iman adına ne biliyorsa doğru olarak okumalı, yapmalı ve yaşamalıdır… 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
New York–Ankara çelişkileri… |
Başbakan Erdoğan’ın son Amerika ziyaretinde Obama’nın çadırı önünde Amerikan polisince geri çevrilmesiyle ortaya çıkan “excus me!” krizi ve ilk görüşmesini Yahudi lobisi ile yapması çarpıklıklarının ötesinde, bir dizi çelişkiyi ortaya çıkardı. BM Genel Kurulunda bütün dünyanın gözü önünde “Irak’a müdâhale neyi halletti, koskoca bir medeniyet çöktü” diyen ve işgal sonrası bir milyondan fazla insanın katledildiğine dikkat çeken Erdoğan’ın sözleriyle, başında bulunduğu hükûmetin icraatları arasında yaman çelişki var. Esasen AKP iktidarı, daha baştan hep işgalci ABD’nin yanında oldu. Erdoğan’ın, 31 Mart 2003’te The Wall Street Journal’da çıkan makalesinde, “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zâyiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz” cümlesi arşivlerde. Keza her fırsatta “Irak’ta ABD ile birlikte hareket ediyoruz” diyen dönemin Dışişleri Bakanı Gül’ün, “Dünya barışını korumak için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını fedâ etmişlerdir” övgüsü kayıtlarda. (http://www.milliyet.com/2006/05/16) Gül’ün “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygun” ifâdesine ilâveten Erdoğan’ın, kendi ağzından “eş başkanı olduğu”nu ilân ettiği ve “Amerika’nın Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi; Diyarbakır işte bu proje içinde bir yıldız, bir merkez olabilir, bunu başarmamız lâzım” ifâdesi, hâfızalarda. (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181295)
İŞGALCİLERE DESTEĞE DEVAM! ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in, Irak işgalinden üç ay önce Türkiye ziyareti esnasında, “Biz Irak’a müdahale konusunda tereddüt ediyorduk, Tayyip Erdoğan bize cesâret vermiştir” açıklamasının, tıpkı Baba Bush’un Özal’ı Birinci Körfez Savaşında “Irak’ı vurmaya kendilerini cür’etlendirdiğini” medhetmesiyle oğul George W. Bush’un Kasım 2004’te Türkiye’nin Irak işgaline cömertçe desteğinden dolayı Erdoğan’a, “Sen ne hârika bir adamsın” medhiyesi, ortada. Bütün bunlar bir yana; Başbakan’ın ve siyasî iktidar sözcülerinin şimdiye kadar Meclis’in 1 Mart 2003’te reddettiği, 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasını öngören “hükûmet tezkeresi”nin yanlışlığına dair hiçbir beyânı yok. Aksine zaman zaman Türkiye’ye itibar kazandırdığı herkesçe belirtilen “tezkere”nin kabul edilmeyişine ve ABD’nin küstürüldüğüne dair hâlâ hayıflanmalar duyuluyor. Ve son altı yıldır Türkiye’yi “ABD-İngiltere-İsrail ekseni”ne iten politikalar sürdürülüyor. Ankara’nın peşinen Washington’a “savaş sebebi” saydığını bildirdiği bütün “kırmızı çizgileri”nin Irak’ta tek tek çiğnenmesine karşılık, işgale desteğe devam ediliyor. 1 Eylül 2004 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan “ABD’ye Destek Hamulesi”ne göre, Irak’taki askerî personelin her türlü savaş malzemesi, silâh, mühimmat ve teçhizatlarının ABD makamlarınca belirtilen doğrultuda ithal-ihraç, nakil ve dağıtımı tebliği yürürlükte. Türkiye’nin altı deniz ve yedi hava limanının Amerikan gemi ve uçaklarınca kullanılmasına dair bu kararıyla, Irak işgaline destek olarak ABD’ye ait gizli mahiyetteki silâh, askerî teçhizat, mühimmat, askerî personel ile her türlü savaş malzemesinin ithal, ihraç ve bunların ülke içi nakil ve dağıtımı yapılmakta…
MEDENİYET TAHRİPÇİLERİ… Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün Mart 2006’da Amerika’da “Los Angeles World Affairs Council” adlı kuruluşun düzenlediği konferanstaki “Avrasya’da değişen güvenlik ortamı ve Türkiye’nin stratejik önemi” konulu konuşmasında, “Irak savaşında ABD, İncirlik’i kullandı ve buradan 4 bin 990 sorti gerçekleştirdi” teminatı bunu açık itirafı. Gönül’ün, 1 Mart tezkeresini nasıl telâfî ettiklerine Amerikalıları iknaya çalışırken, “Türkiye-ABD askerî stratejik ortaklığının bütün boyutları kapsadığını, savunma sanayii işbirliğinin 13 milyar dolara ulaştığını belirtip, ABD’nin İncirlik’i kullanmasının yanısıra, Irak’a asker gönderilmesi için parlamento kararı çıkarılmasını ve Bakanlararası ve askerî ilişkiler ve işbirliğinin en üst düzeye çıkarılmasını örnek göstermesi, AKP hükûmetinin Müslüman komşu Irak’ı perişan edip “koskoca bir medeniyeti çökerten” ABD’ye açıkça arka çıktığının ikrarı… Bütün bunlara şimdi de, yüzbinlerce işgalci Amerikan askerinin geri çekilmesi, silâh ve savaş malzemesinin önemli bir kısmının Türkiye topraklarından, sözkonusu limanlar ve üsler üzerinden yapılması “taahhüdü” ekleniyor; ki Başbakan bunu “teğet” geçiyor… İşgale desteğin akıbeti ortada. Erdoğan, “Irak’ta medeniyetin yeniden inşa edilmesi”nden dem vuruyor. Sahi, hegemonya ve çıkarları milyonlarca mâsumun kanını heder eden katliâmcı, cebbar, câni, medeniyet tahripçisi insanlık katilleri, hangi medeniyetleri yeniden inşa edebilirler? Irak’ı işgal edip iki milyona yakın mâsum insan öldüren ABD, bu ülkeyi içsavaş ve fitne ateşinin içine atmışsa ve koskoca bir medeniyeti çökertmişse, bütün bölgede kargaşa ve kaosa sebep olmuşsa, Başbakan’ın hâlâ ABD’ye destekten ve bölgede işbirliğinden bahsetmesi, neyin nesi? ABD’ye desteğin, bölgesel ve küresel işbirliğinin sebebi nedir? 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Çözüm için fırsat kaçmadan… |
Henüz ortada bir taslak, tasarı ya da bir metin yok. Ama yaz aylarını o konuyu tartışarak geçirdik. Tahmin ettiğiniz gibi Kürt açılımı ile başlayan “millî birlik projesi” ile devam eden en son olarak da “demokratik açılım” denilen çalışmadan bahsediyoruz. İçişleri Bakanı Beşir Atalay geçtiğimiz ayları parlamentonda grubu bulanan iki muhalefet partisi hariç bazı partileri, sivil toplum örgütlerini ziyaret ederek bu açılım hakkında ne düşündüklerini sordu, görüşler ve raporlar aldı. Şimdi yapılan görüşmelerin neticesinde bir paket hazırlanmaya çalışılıyor. Ortada “somut” bir şey olmadığı için, konu ya sulandırılmaya ya da magazinleştirilmeye başlandı. ABD’li aktör Kevin Costner’yi AKP kongresine dâvet eden partinin Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen, ünlü san'atçının “Türkiye’nin demokratikleşmesi ve insan haklarına verdiği değerin yeni bir ifadesi olan demokratik açılımı candan desteklediğini’ söylediği açıklamasının ardından yapılan eleştiriler konunun hemen magazinleşmesine yol açtı. Baykal, “Sen çık artistliğini Hollywood’da yap” diye çıkışıp, “Şırnak’ın yerini biliyor mu?” diye sordu. MHP’li yetkililer de bu sözün gerçekten söylenip söylenmediğini “titizlikle” araştırıyor. Buna bir de bazı Türk san'atçıların “açılıma destek vermeleri” eklenince konu iyice magazine kaydı, destek açıklamaları mahkemelere düştü. San'atçılar şaşkınlıkla, gururu bir arada yaşadıklarını söylüyorlar. Neyi tartıştığımız bilinmediği için de bazı siyasîlerin beyanlarından yola çıkılarak tehlikeli bir kutuplaşmanın ayak sesleri duyuluyor. Siyasetçiler üslûplarına dikkat etmezlerse bu kutuplaşmanın daha da belirginleşeceğini tahmin etmek zor değil. Bursaspor-Diyarbakır spor karşılaşmasında çıkan olaylar bunun habercisi. Gerginliğin futbol sahalarına kadar kaydırılması gerçekten meseleyi tehlikeli boyutlara getirir. Bu gerginliğin ateşini düşürecek olanlarda siyasetçiler. Bu yüzden eleştirilerine dikkat etmek zorundalar. Meclis dün itibariyle resmen açıldı. Önümüzdeki haftadan itibaren de fiilen çalışmaya başlayacak. Meclisin önündeki en önemli konulardan birisi, “demokratik açılım” olacak. Başta kapalı oturum şeklinde yapılacağı söyleyen demokratik açılım konusunun “genel görüşme” şeklinde olacağı ortaya çıktı. İktidar kanadı başlangıçta Bahçeli ve Baykal’a sert cevaplar verirken, şimdilerde susmaları dikkat çekiyor. Ancak, Bahçeli sert muhalefetine devam ediyor. Baykal ise “Bu sürecin hiçbir şekilde parçası olmayız” noktasında duruyor. Bütün bunlara rağmen hâlâ açılımla ilgili net bir şey yok. Erdoğan, “Ulusa sesleniş”te açılımın kapsamını anlatırken, ‘’Bu açılımdan maksadımız belli bir konuyu değil, bu ülkenin insanlarının zihinlerinde ve vicdanlarında yer eden ne kadar meselemiz varsa hepsini tartışmaya açmak’’ diyerek yine ortadan bir cümle kullandı. Açılım konusu gündeme geldiğinde “Bedeli ne olursa olsun bu süreçten geri adım atmayacağız” diyen Erdoğan anayasa değişikliği konusunun gündemlerinde olmadığını söylüyor. Başbakanın anayasa değişikliği konusunda, “Meclis de, kurumlar da anayasa değişikliğine hazır değil” diyerek kapıları kapatması bu açılımın tam olarak yapılamayacağının habercisi olarak görülüyor. DTP’li bazı milletvekilleri hakkında mahkemelerin verdiği “polis zoruyla mahkemeye getirilmesi” kararlarının da bu süreci etkileyeceği de muhakkak. ‘Açılım’ için yeni anayasadan başlanması gerektiğini hep söyleye geldik. Bu olmazsa, ‘açılım’ın bir ayağının eksik kalacağı da gözleniyor. Çözüm için fırsat yakalanmışken, geri adım atılmamalı, cesaretle meselenin üzerine gidilmeli. Mesele bütün boyutlarıyla ele alınıp çözümlenmeli. Adımlar atılırken de azamî dikkat gösterilmeli. Mesele, daha çok sulandırılmadan, magazinleştirilmeden, geri adım atılmadan, gerçek meselelerin üstü örtülmeden, bazı kaygılarla çözümler budanmadan yapılmalı. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Tribündeki tahrik neyi hatırlattı? |
Bursaspor ile Diyarbakırspor arasında oynanan futbol karşılaşmasında yaşananlar haklı olarak tedirginliğe sebep oldu. Kısaca hatırlatmak gerekirse, Bursa’da oynanan maçta tahrik edilen seyirciler, Diyarbakırspor oyuncularına karşı ‘insaf’ sınırını aşan şekilde sloganlar atmıştı. Bu durum gazetelere manşet olunca Türkiye’yi idare edenler de “Ne oluyoruz?” demeye başladı. Tabiî ki ürküten sloganlar sporla ya da taraftarlıkla ilgili değildi. Tribünlerden yükselen ‘küfür dolu sözler’ sadece Bursa ya da Diyarbakır’da da değil; maalesef bütün illerdeki stadlardan yükselmeye devam ediyor. Bursa-Diyarbakır maçında çekilen tribün fotoğraflarını görünce “Bu organize bir iş” dememek için kör olmak bile yetmez. Nedense ilk günlerde hadisenin bu yönü dikkatlerden kaçırıldı. Elbette tribünlerdeki görüntü çok çirkindi, ama bu görüntünün meydana gelmesi organize olmadan mümkün değildi. Fotoğraflara bakan herkes belli bir grubun bunu planlayarak yaptığını anlayabilirdi. Bunca pankart ve ‘döviz’in rahatça stada sokulması mümkün mü? O halde bu yanlışa imza atanları bulmak için haftalar geçmesini beklemek anlaşılabilir mi? İçişleri Bakanı Beşir Atalay, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle demiş: ‘’Bursa’da bir maç olayı oldu. Onun üzerinde yoğun çalışıyoruz. Oraya bazı pankartlarla hazırlıklı gelinmiş. Yani bu provokatif hazırlığı kimlerin yaptığı, yaptırdığı, tahrik ettiği konusunda valilik şu anda bir çalışma yaptırıyor. Önemli görüyoruz bunu. Provoke amacı taşıyan hareketlerdir bunlar. Onun üzerinde çok yoğun, derinlemesine çalışma yaptırıyoruz. Bundan sonra böyle bir şey olmayacak. Bunu Bursa’ya mal etmek de anlamsız. Bu, küçük bir grubun yaptığı provokasyondur.” (AA, 1 Ekim 2009) Bursa’daki tahrik üzerine, böyle bir çalışma yapılıyor olması elbette alkışlanacak bir durum. Ancak “Bundan sonra böyle bir şey olmayacak” demek ne kadar güven verici? Tabiî ki bu hadiseyi sadece Bursa’ya ya da başka bir ilimize mal etmek doğru değil. Ama ortada kabul etmemiz gereken bir hakikat var: Tribünler tahrik edilmeye müsait bir zemin! O halde asıl buna karşı tedbir almak gerekmez mi? “Spor dostluk ve barış için yapılır” demekle işin içinden çıkabilir miyiz? Aksine, son hadiselerde sporun (elbette ki futbol) çoğu zaman ‘kavga’lara zemin hazırladığını görüyoruz. Anadolu’daki pek çok komşu il ve ilçe sırf bu yüzden birbirleriyle kavgalıdır. Türkiye’yi idare edenlerin yapması gereken şey, yeni kavgalara zemin hazırlamadan, eski kavgalıları da barıştırmak olmalıdır. Bu tehlikeli tahrikin “demokratik açılım”ın tartışıldığı günlerde meydana gelmesi de her halde tesadüf değildir. Geçmişten alınan dersler sebebiyle sokaklardan iş çıkaramayan darbeseverlerin yeni hedefleri tribünler midir? Bu tuzağa düşmemek gerek. Bunun yolu da spora, futbola olduğundan fazla kıymet vermemekten geçer. İnsanları uyutmak için büyük stadlar yapmak yerine, onlara hayatın gerçeklerini tanıtmaya çalışsak çok daha iyi olacak. Tribündeki tahrik, ihtilâlcilerin ‘düdük’ çalma arzusunu akla getirdi... 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Yeni Müslüman orta sınıfını haber veren kitap |
Veli Nasr, Orta Doğu siyaseti ve ekonomisi alanında çok saygın ve önemli bir uzmandır. Onun kitabı olan “Şia Dirilişi” Batıda best seller listesine girmiş ve Sünnî-Şiî çatışmasının ayaklanmayı sürüklediği gerçeğini ortaya çıkararak, Irak Savaşı ile ilgili tartışmaları tamamen farklı bir boyuta dönüştürmeyi başarmıştır. Yakın zamanda, Nasr “Servetin Gücü” adlı yeni bir kitap yayınladı ve bu kitabında Batı dünyasına, İslâm dünyasında çok stratejik olan fakat pek de fark edilmeyen “yeni bir ticaret odaklı orta sınıf Müslüman kesimini” göstererek, bunların yeni ve parlak bir Müslüman dünya ekonomisi oluşturduğunu ve adına sözde “İslâmî ekstremizm” denilen fikirlerle savaşı kazanmada anahtar rolü elinde bulundurduklarını belirtmiştir. Onun kitabı, Batının İslâmî ekstremizm tehdidine karşı nasıl mücadele edebileceği konusuna ek olarak Batının İslâm dünyasından gelecekte neler bekleyebileceği konularında bilgece fikirler verilmeye çalışıldı ve çığır açacak bir eser olarak lanse edildi. Ona göre İslâm’ın akıl ve kalpleri fethetme mücadelesi artık dinler üzerinden bir mücadeleyle değil de, iş dünyası ve kapitalizm üzerinden bir mücadeleyle gerçekleşecektir. Nasr kitabında yeni Müslüman orta sınıfın Müslüman dünyayı değiştireceğini ve onları alt bir sınıftan daha yüksek bir ekonomik ya da toplumsal sınıfa yükselme arayışında olan girişimciler, yatırımcılar, çalışanlar ve hırslı tüketicilere dönüştüreceğine ve böylece bu yeni sınıfın, Müslümanları İslâmî ekstremizmden uzak tutma yolunda liderlik edeceğine işaret etmektedir. Nasr kitabında, Dubai ve Türkiye gibi Müslüman toplumları, İslâm dünyasının düşünüş ve yaşayış tarzını etkileyecek yeni yolların inşa edilmesinde köşe taşları olacak topluluklar olarak nitelemiştir. Nasr’a göre, İslâmî ekstremizmin de anti-Amerikancılığın da kökenleri bölgenin gerçeklerinde yatıyor, —kültürel farklılık veya İslâm’dan kaynaklanmıyor, bilâkis Müslüman orta sınıfın ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda gelişememesinden kaynaklanıyor ve bu geri kalışın kaynağı Batı sömürgeciliği ve yine Batı tarafından desteklenen diktatöryal rejimlerdir. Nasr, bugün Müslüman orta sınıfın yeni bir ekonomi inşa ettiğinden bahsediyor —tıpkı orta sınıfın Hindistan ve Çin’de yaptıkları gibi— böylece İslâm ve kapitalizmi bir arada yoğrularak ve harmanlanarak, İslâmî fundamentalizmi yok etmenin yolu bulunmuş oluyor. Batı dünyası Nasr’ın bu kitabını yeni fikirler ve düşünceler bağlamında bir devrim olarak nitelese de, Nasr esasında büyük bir yanılgıya düşmüştür. Batı dünyası da şunu anlamalıdır ki, kapitalizm Batıda yükselirken, asla ama asla Orta Doğu’da İslâm’ın yerine geçebilecek bir sistem haline gelemeyecektir. Kapitalizm İslâmiyet’in fikir sistemine zıt ve ters bir sistemdir. Kapitalist özgürlük felsefesi devlet tarafından garanti altındadır, bu kapitalist özgürlükle donanmış adam sözgelimi fuhuş, açgözlülük, alkol ve uyuşturucu gibi bataklara özgürce dalabilir. Bu sistem insanda kendi heves ve şehvetlerine düşkün olmayı ve insanlık namına bedeli ne olursa olsun kârını gözetmeyi teşvik etmektedir. Nasr’ın orta sınıf Müslümanların Müslüman ümmetine empoze ettireceği ideal sistem olarak önerdiği şey bu mudur? İnsanlığın rağmına ve bedeli ne olursa olsun para yapma hırsı ve anlayışı düpedüz ahlâksızlıktır. İslâmî ekonomik sistem ise insanlığın ihtiyaçlarını giderecek şekilde tasarlanmıştır, bu Allah’ın isteğidir. Allah, insanların zarurî ihtiyaçlarının karşılanmasının her şeyden önce geldiğine hükmetmiştir ve tabiî ki bu ihtiyaçlar İslâmî kuralların rehberliğinde karşılanacaktır. Müslümanlar da özgürdür. Bizler aklımızı ve irademizi Allah’ın istekleri doğrultusunda kullanmakta özgürüz. İslâmiyet hayatlarımıza rehberlik eder, İslâm’ın kurallarını özgürce ve özgür irademizle takip ederiz. İslâm insana Allah tarafından verilmiş bir özgürlüktür ve bu özgürlük insanoğlunun hayatını yıkmak için değil hayatlar inşa etmek için verilmiştir. Tercüme: Umut Yavuz 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Müslümanların yeni vatanı |
Henüz uğurladığımız Ramazan-ı Şerifte yeni bir tabirle karşılaştık: “Yeni vatanımız.” Avrupalılarla Asyalıların buluştukları iftar sofralarındaki bu kelime elbette ki Müslümanlara aitti. Babalarının veya dedelerinin vatanlarıyla irtibatları azalan ve alâkaları yalnızca tatile dönen bu nesil belki de haklıydı. Şu topraklara olan ilgisi Asya’dan daha fazlaydı. Bir toplantıda eyaletin uyum bakanını takdim ederken Türkçe tercüme ve telâffuzda zorlanan Asyalı gencin hali, Türkiye ve Türkçeden önce başka bir coğrafya ve dilin geldiğini göstermişti. Asya ve Afrika kökenli üçüncü kuşak için Avrupa “yeni vatan” olabilirdi, fakat Ramazan sofralarındaki izlenimlerimiz, Ramazan-ı Şerifin henüz gurbette olduğunu gösteriyordu. Müslümanlarla Avrupalıların veya Hıristiyanların en yoğun biçimde Ramazan-ı Şerifin iftarlarında bir araya geldikleri ülkenin Almanya olduğunu düşünüyoruz. Diğer ülkelerden daha erken organize olan İslâm diasporası, mütevazi mekânlarına ve camilere komşularını dâvet etti. Bu bir Medinet´ün-Nebî geleneğiydi. Efendimizin ve Kur´ân´ın “ehl-i kitapla sofraya” dâvetine bir icabeydi. Peygamber dâvetine icabet eden Almanya Müslümanları yine aynı geleneğe riayet ile İsevî ve ehl-i mektep komşularını Ramazan sofralarına dâvet ettiler. Dâvetliler kervanına komşulardan sonra kiliseler, resmî dairelerdeki vazifeliler, mülkî amirler ve nihayet politikacılar da katıldı. Dikkatli bir nazar, bu dâvetliler dairesinin her gün biraz daha genişlediğine şahit olacaktır. İftar sofralarındaki sohbetlerle, karşılıklı olarak kısa zamanda büyük bilgilenmelerin olduğunu, yanlışların tashih edildiğini ve önyargıların kalktığını yaşayanlar anlatıyorlar. Bilhassa Avrupalılar cephesinden çok verimli geçtiğini, bazen bir iftar akşamına aylarca yapılacak tetebbuatın sığdığını, müdakkik dâvetlilerin ifadelerinden öğreniyoruz. İbadethaneleri, ibadeti, geleneği, mutfak marifetleri ve tarihi “bir akşamcık” zaman diliminde kısmen yaşayan Avrupalılar, İslâmiyeti tanımakta geciktiklerini de satır aralarında söylemek durumunda kalıyorlar. 11 Eylül´le birlikte Avrupa'ya yayılan zehirli havanın tamamen kaybolduğunu söylemek için erken olduğuna inanıyoruz. Zira, neoliberallerin Amerikan iktidarlarında yine taarruzda olduklarına adım başı şahit oluyoruz. Bilhassa sefahetin tervicinde, psikolojik olarak hayatı dinsizlikle tanımlamakta ve toplum barışını dolaylı olarak dağıttıkları paralarla, sivil yollarla tahrip etmekte mahir olan bu kadroların mahiyetini Avrupa kamuoyu henüz tam anlayabilmiş değil. Neocon'lara nazaran daha sivil, derin ve münafıkane yürüyor bunlar. Ramazan-ı Şerifin Avrupa'da gurbette olmasına bir sebep de Almanya'nın tutukluğudur. Düşmanlarının İkinci Dünya Savaşını müteakiben yaptıkları karşı propagandanın etkisinden tam kurtulabilmiş değil. Bütün Batı dünyası halklarından daha çok İslâmiyete taraftar oldukları halde, bilhassa İngiltere merkezli karşı siyasetlerin korkusuyla, Kur'ân'a açıktan taraf olamıyor. Avrupa'daki İsevî Müslüman iftar sofralarının yüzde altmışından ziyadesi Almanya'da olduğu halde, maalesef Ramazan-ı Şerif bu ülkede kendisini hâlâ gurbette hissediyor. Siyaset âlemi ve devlet ricalinin Ramazan-ı Şerife azıcık mesafeli durmasının arkasındaki sebebin “düşmanının karşı propagandası” olduğunu Müslümanlar hesaba katarak münasebetlerini tesis etmeli, diye düşünüyoruz. Siyaset âlemi derken, siyasetçilerin ferdî mânâdan ziyâde şahs-ı manevî mânâsında Ramazan-ı Şeriflere sahip çıktıklarını da belirtmek isteriz. Hatta son zamanlarda bazı partilerin mahallî camilerde Müslüman cemaate iftar vermeleri de ilkler arasında sayılır. 27 Eylül’de yapılan genel seçimi de vesile ederek, Almanya'daki partiler Müslümanlarla münasebetini biraz daha sıklaştırdı. Avrupa devlet veya şahs-ı manevî olarak Türkiye'nin resmî politikasından daha çok Ramazan-ı Şerife saygılı olmasına rağmen, yine de Ramazan-ı Şerifin buradaki gurbeti devam ediyor. Avrupa kiliselerinin gelenekselleştirdikleri Ramazan-ı Şerif” mesajlarına yer yer devlet ricalinin de katılmaları da serpilen güzelliklerden sayılmalı. Ramazan iftarlarına Almanya'dan sonra Avusturya, İsveç ve Norveç gibi kuzeyli ülkelerin sahip çıkmaları, tarihî irtibatları da çağrıştırabilir. Sömürgecilik siyasetiyle ilgisi olmayan ve hür ortamlarda Kur'ân'la muhatap olan ülkelerdeki saygının Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde bulunmamasının sırrını elbette anlamışsınızdır. Bilhassa İngiltere ve Fransa'nın koloniyal tarihlerinden gelen refleks, efkâr-ı âmmenin İslâmiyeti yalın olarak tanımasını maalesef engellemiş. Bu havaya kısmen Belçika ve İtalya'da rastlamak mümkün… Rabbimizden dileriz ki, İsevî Avrupa deccaliyet Avrupa’sını buralarda fikren tamamen mağlûp etsin. Yeniden insanî değerlerini oluştursun, hayatının sınırlarını belirlesin. İyi ile kötüyü, haram ile helâli, güzel ile çirkini güzeller güzelinin rehberliğinde artık birbirinden tefrik etsin. İftar sofralarının bu mânâlara hizmet ettiğinden şüphemiz yok. Fakat bir taraftan 11 Eylül’ün Müslümanlarda, diğer taraftan II. Dünya Savaşı tarihinin Almanlarda oluşturduğu tutukluk devam ediyor. Bu vaziyet ise Ramazan-ı Şerifin hâlâ gurbette kalmasına sebep oluyor. Ama bu gurbetin çok uzun sürmeyeceğinden o denli ümitliyiz ki… 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tıkanmanın arka planı |
Erdoğan’ın “Güneydoğu’da bir biz varız, bir de DTP ve asker” şeklinde özetlenebilecek olan sözleri, hem açılımı zora sokan, hem de daha ötesinde Türkiye siyasetindeki kronik tıkanmanın nereden kaynaklandığına ışık tutan dikkate değer ipuçları ihtiva ediyor. Askerin Başbakan tarafından adeta siyasî bir aktör olarak nitelenmesi, bu tıkanmanın özünü ve esasını teşkil eden en temel sıkıntı noktalarından biri. AKP’nin ve DTP’nin, siyasete yapılan asker ağırlıklı—ve son dönemde görünen kısmıyla yargının daha fazla öne çıktığı—müdahalelerden beslenen iki parti olması da ilginç bir paradoks. Son çeyrek asırda, bilhassa terör fitnesi sebebiyle Türkiye’nin en önemli sorunu haline gelen bir alanda böyle bir üçlü kompozisyon oluşmuş durumda. Terör örgütünün ve onunla irtibatlı bir siyasî partinin ortaya çıkmasında, 12 Eylül’den itibaren uygulanan askerî politikaların, bölge halkına yönelik baskı ve dayatmaların, birinci derecedeki rolü artık herkes tarafından kabul edilmekte. Daha evvelinde ve özellikle 1950 öncesindeki tek parti diktasıyla ihtilâl dönemi uygulamaları ayrı bir konu. Yakın tarihlerde kuvvet komutanlığı yapmış bazı isimlerin, “Bize ‘Kürt yok, kart-kurt var’ diye yanlış öğretilmiş; Kürtçeyi yasaklayarak ve en masum kültürel taleplere kulak tıkayarak hata etmişiz” gibisinden itirafları bu gerçeğin ikrarı. Ama gerçeğin sadece bir kısmını dile getiren itiraflar bunlar. Görülüp itiraf edilmesi ve düzeltilmesi gereken daha pek çok vahim yanlış var. Bunların başında da çarpık bir laiklik saplantısıyla din meselesinde sergilenen son derece yanlış tavırlar geliyor. Dindar halkı aşağılayan, ezen, şefkatsiz, baskıcı, dayatmacı, mütehakkim tavır ve uygulamalar yerini hizmetkâr devlet anlayışını samimiyetle yansıtan müşfik ve kucaklayıcı icraatlara bırakmalı ki, millet de devletini bağrına bassın ve kanlı terör belâsının zemin bulup geliştiği bataklık kalıcı ve sağlam bir şekilde kurutulup yok edilebilsin. İşin başlı başına derin boyutlar taşıyan bu cihetinden ayrı olarak, aynı ceberut anlayışın açık veya örtülü yollarla siyasete yaptığı müdahaleler de bugün sıkıntısı çekilen tıkanıklığı netice verdi. Başbuğ’un da vurguladığı “kalpleri ve akılları kazanma”yı amaçlayan samimî politikalar yerine “terörist öldürme”yi esas alan mücadele yönteminin siyaset alanındaki yansıması olarak, terörle bağlantılı siyasî hareketi, parti kapatıp mensuplarını hapislere tıkmak suretiyle yok edeceğini zanneden kafa işi bu noktalara kadar getirdi. Böylece haddizatında bir cihetiyle kendi dayatmalarının ürünü olan tamamen yanlış bir hareketi, ilâveten yine baskılarla “mağduriyet primi” yaptırarak güçlendirip bu konuma taşıdı. Eğer DEP-HEP-DEHAP-HADEP-DTP çizgisi ile bu kadar uğraşılıp, her kapatıldığında farklı isimlerle devam eden bu parti mensuplarının üzerine böylesine gidilmese ve demokratik süreçte mâkul siyasî alternatiflerin önü tıkanmasaydı, DTP eksenli krizler bu boyutlara ulaşır mıydı? Bu noktada tarihî bir gerçek var. O da, tek parti devri boyunca, uygulanan yanlış ve baskıcı politikalara karşı tepki olarak patlak veren ardı arkası gelmez şark isyanlarının, 14 Mayıs 1950 seçiminde halkın gerçekleştirdiği “beyaz ihtilâl”le gelen DP iktidarında sona ermiş olduğu. Ve bunun, CHP’nin idam ettiği Şeyh Said’in, üç gün önce vefat eden torunu Abdülmelik Fırat başta olmak üzere o kara devirde mağdur edilen birçok önde gelen şark insanının DP milletvekili olarak Meclise alınması gibi anlamlı jestlerle ve bölgeye kucak açıp hizmet götürmeye dayalı müşfik politikalarla yaraları sarıp kırgınlıkları bitirmeye yönelik bir süreç başlatılarak sağlandığı. Menderes’in Yassıada’da 27 Mayısçı Numan Esin’e, “Kürt meselesinde çözümümüz demokrasiydi. Halka vereceğimiz serbestiyetle çözüm geleceği kanaatindeydik” demesi, bunun ifadesi. Ve meydanın müdahale ürünü yapay partilere bırakılmasıyla derinleşerek devam eden tıkanma, DP çizgisinin tahribiyle doğan boşluğun da bir neticesi. 02.10.2009 E-Posta: [email protected] |