Mehtap YILDIRIM |
|
Saraylar ve zindanlar |
Bediüzzaman Hazretlerinin, “Allah’ı tanıyan ve O’na itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır; O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır” sözü her okuduğumuzda ne kadar huzur verici ve mânidardır. Aklımızda hemen iki zıt kavram oluşuyor. Biri ihtişamlı ve çok rahat hayat şartlarına sahip konforlu bir saray, diğeri soğuk ve karanlık bir zindan. O’nu tanıyan her hâlükârda nihayetsiz saadet ve nimetler içindeyken; tanımayan ise sarayda da olsa, mânen sefalet ve cehâlet, açlık ve fakirlik içinde dünyasını kendine kara bir zindan ediyor. O’nu tanıyan için zindanlar saraya dönüşüyor. Üstad Hazretlerinin de hayatı zindanlarda geçmişti. Kendisi şöyle ifade ediyor: “Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muâmele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim.” Görünürde bir zindan hayatı yaşıyor, ağır işkencelere maruz kalıyor. Fakat, imanın lezzeti ve ilmin izzeti ile sonsuz saadet saraylarında hür ve mes’ud yaşıyor. Bediüzzaman’ı ve talebelerini zindanlara atan zalimler nereden bilebilirdi ki, o karanlık zindanların Risâle-i Nur ile saraylara dönüştüğünü. Ve insanlığın ebedî saadet saraylarına kavuşması için orada mânevî reçeteler yazıldığını. O’nu tanımak… Ne büyük bir nimet, ne bitmez bir hazine, ne büyük bir zenginliktir. Fakat günümüz insanın zenginlik kavramından anladığı şey çok farklı. Günümüzde “zengin” deyince, yatı katı olan, gelir seviyesi yüksek, lüks arabalarla gezen, mal mülk zenginleri akla gelir. Bu çeşit zenginlik de, fakirlik gibi bir imtihan sebebidir. Eğer böyle bir zenginlik ve şatafat içinde kul Rabbinden uzaklaştı veya unuttuysa, işte asıl fakirlik ve esirlik hali o zaman başlar. Üstad Hazretleri hakikî zenginliğin insanın dünya ve âhiret saadetini temin eden bir zenginlik olduğu hakikatini gerek hayatı, gerekse eserleri ile ders verir. “Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum” 1 sözü maddî şeylerin iman hakikatleri yanında ne kadar değersiz, kıymetsiz olduğunu ifade ediyor. O’nu bulana her şey vardır. O’nu bulamayana hiçbir şey yoktur, her şey karanlıktır. O’nu bulan insan, her kapalı kapının anahtarı elinde olan ve sonsuz hazineleri olan bir Yaratıcısının olduğunu bilir. O’na güvenir, O’na itimat eder. Böyle bir istinat noktası ile hiçbir zorluk onu yıldıramaz. Allah’tan başka hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkup titremez. Yani “küre-i arz bomba olup patlasa onu korkutamaz”. O'nu tanımak, aynı zamanda insanı cesur ve kendinden emin kılar. O’nu tanımak, insanı zengin ve asil kılar. O’nu tanıyanı kâinat da tanır. Bütün varlıklar ona dost olur. O’nu tanıyana çorak topraklar yeşil vadiler olur. Ateşlere atılsa da ateş ona gül gülistan olur. Bediüzzaman Hazretleri de milletin imanını selâmette görmek uğruna Cehennemin ateşlerinde yanmaya razı olmuştur. Nemrut’un ateşe attığı İbrahim’e (as) de ateş gül gülistan olmamış mıdır? O’nu tanımak… Hürriyetin doruklarında yaşamak. Zillete düşmemek, zalimlere tezellül etmemek. İnsanların hürmet ve ikramlarını arzu etmemek. Şan, şöhret peşinde koşmamak. Her türlü tahakküm ve istibdadın karşısında olmak. Velhâsıl-ı kelâm; biz hayatımızı kendi tercihlerimizle saraya ya da zindana çeviriyoruz. Saraylar, rahat, huzur, konfor, özgürlük, zenginlik, muhabbet, dostluk, hazineler, fıtratın arzuladığı her şey ve daha da fazlası O’nu tanımakta gizli.
Dipnot:
1- Mektûbât, s. 38. 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Açılımda Said Nursî |
Başbakan R. Tayyip Erdoğan, açılım paketinin içindeki muhtevâyı açıklamadan, Türkiye’de ve dış dünyada bilinen ve yakînen takip edilen sağ ve sol cenahtan bir çok zâtı konuşmalarının arasında zikretti. Ankara’daki son olağan kongre toplantısında bir çok zevâtın ismini sayarken çağımızın büyük İslâm mütefekkiri Hz. Bediüzzaman’ı da “Bitlisli Said Nursî” olarak, değerini ve fikriyâtını takdir etmek mânâsında ifade etti. Bu itibarla Bediüzzaman Hazretlerinin, gündemde olan açılım paketi daha tasavvur edilmeden bugünlere bakan birkaç tesbitine ve önemine değinmek istiyorum. Mühim ve aslî olan hakikatleri söylemeden ziyade, hayata geçirmek ve icrâ-i faaliyete koymak esas olmalıdır. Çünkü bütün tekâmüllerin başı ve temeli hoşgörü, sevgi, kalblerin birliği ve cehalete, münafıklığa, ihtilâflara dur demektir. Çünkü sevginin, kardeşliğin, birlik ve beraberliğin olmadığı bir yerde aile, cemiyet ve vatan sathında inkişaf, başarı ve tekâmül olamaz. Raysız bir trenin yürümediği gibi. Nitekim bir sevgi şelâlesi ve bir müjde âbidesi olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki: “Muhabbet şu kâinatın sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmî meyvesi olduğu için kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir...”1 Aynı mânâda Hz. Mevlânâ, yedi asır önce Divan-ı Kebir eserinin bir rubâisinde: “Canında bir can var, o canı ara. Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara. Ey yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara; ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara” buyuruyor. Yunus Emre Hazretleri de “Gönül yıkma, Kâbe’yi yıkmış olursun” diyor. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu sevgi ifadeleriyle de yetinmeyerek, kendi yaşadığı dönemde reyi ile de desteklediği merhum Menderes’e ve dolayısı ile hükümetine bir mektup yazar ve Kur’ân’daki sosyal hayata bakan 230 âyetten bir âyet olan En’am Sûresi 164. âyete dikkat çeker ve bu âyeti Emirdağ Lâhikası eserinde on dört yerde zikreder. Âyet-i kerime, meâlen: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu âyetin bugünkü âleme nasıl baktığını da şu yorum ve tefsiriyle ifade eder: “..Evet mesleğimizde kuvvet var; fakat bu kuvvet âsayişi muhafaza etmek içindir. ‘Velâ tezirû vâziratun vizra uhrâ’ düsturu ile ki; bir cani yüzünden, onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz. İşte bunun içindir ki; bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile, vazifemiz dahilde asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.”2 “..Bu semâvi ve kudsî ‘Velâ tezirû vâziratun vizra uhrâ’ nass-ı kat’îsiyle, Kur’ân’ın bir kanun-u esâsîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikelerden kurtaran bu kanun-u esasi ki; ‘Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz.’ Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nev'î tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup, ahirette mes’ul olur, dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasi çabuk düstur-u esasi yapılmazsa, hayat-ı içtimaîye-i beşeriye iki harb-i umuminin gösterdiği tahribatın emsâliyle esfel-i safilin olan o vahşî irticaa düşecek.”3 1950’li yıllarda ifade buyurduğu bu Kur’ân hakikatının, geçen süre içerisinde bir millet olarak neresindeyiz ve neresine gelmişiz? Sn. Başbakan, ismini zikrettiği Said Nursî’nin bu tespit ve dileğinin Millî Eğitim ve diğer bakanlıkların birimlerinde hayata ve hayatın eğitim akışına nakşedilmesine vesile olursa, o zaman akan kanın durmasında ve kanayan yaranın tedavisinde önemli bir rol alacaktır. Bekliyoruz ve ümit etmekteyiz.
Dipnotlar:
1- B.S.Nursî, Sözler, 24. Söz, 5. Dal. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 455. 3- Emirdağ Lâhikası, s. 319, Yeni Asya Neş. 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Divan-ı Harp’te Bediüzzaman (2) |
Muzaffer Bey: “Bediüzzaman, Otuz Bir Marttan sonra çıkarıldığı Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yaptığı on bir buçuk maddelik savunmasında tam bir hürriyet, vatanperverlik ve şerîat dersi verir ve müdafaası sonucunda beraat eder. Bu müdafaada bir de yarı cinâyet vardır ve bu yarı cinâyetin hâşiyesinde, cinâyetin diğer yarısı için; ‘On beş sene sonra, yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Sirâcunnur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinâyeti bileceksiniz’ kaydı vardır. O bahis hangisidir?” Otuz Bir Mart ayaklanmasına katılmadığı halde Dîvân-ı Harb’e çıkarılan Bedîüzzaman Said Nursî’nin, mahkemeye tepkisinden dolayı cinâyet başlıkları altında yaptığı müdafaa sonucunda beraat ettiğini dünkü yazımızda beyan etmiş ve müdafaasının bir kısmını özetlemeye* çalışmıştık. Bugün kaldığımız yerden devam edelim: Sekizinci Cinâyet: İşittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin müthiş hâdiseleri hatırıma geldi; gâyet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki, en mukaddes cemiyet ehl-i îmân askerlerin cemiyetidir. Askerler merkezdir; millet ve cemiyet, onlara intisap etmek lâzımdır. Ben ki âdî bir talebeyim. Böyle büyük ulemânın vazifelerini gasp ettim. Demek cinâyet ettim.1 Dokuzuncu Cinâyet: Martın otuz birinci günündeki dehşetli isyan hareketini birkaç dakika uzaktan temâşâ ettim. Muhtelif istekleri işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi; ayrı ayrı istekler binden bire iniyor, ortada yalnız “şeriat” lâfzı kalıyordu! Anladım ki, iş fenâ, itaat bozuk ve nasîhat tesirsizdir! Umum gazetelerde askere hitâben, ululemirleri olan zabitlerine itaat etmelerinin farz olduğunu, Osmanlıların bu zamanda haysiyet ve saadetlerinin askerin itaatine bağlı bulunduğunu yazdım. İsyanı bir derece bastırdım. Neme lâzım demediğimden, demek cinâyet işledim.2 Onuncu Cinâyet: Harbiye Nezaretindeki askerlerden sekiz taburunu gâyet tesirli nutuklarımla itaate getirdim. Onlara, itaatsizlikle üç yüz milyon Müslüman’a zarar verdiklerini; asker ocağının büyük bir fabrikaya benzediğini; bir çark itaatsizlik ederse bütün fabrikanın karmakarışık olacağını; askerin siyâsete karışmaması gerektiğini; “şeriat” istedikleri halde, itaatsizlikle şeriate muhalefet ve lekedar ettiklerini anlattım. Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden, cinâyet ettim.3 On Birinci Cinâyet: Şark vilâyetlerinde aşiretlerin perişan hallerini görüyordum. Anladım ki, dünyevî saadetimiz, yeni medenî fenlerle olacak! O fenlerin bir kaynağı ulemâ, bir kaynağı da medreseler olmalıydı. Din âlimleri, fenlerle ünsiyet peyda etmeliydi. O niyetle Dersaadet’e gittim. Padişahın zabtiye nazırı ile bana verdiği maaşı kabul etmedim, şahsî menfaatimi terk ettim. İlim ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermek istedim. Demek bu hareketimle büyük bir cinâyet işledim ki, bu mahkemeye girdim.4 Yarı Cinâyet: Abdülhamid Han Hazretlerine gazete lisânıyla dedim ki: “Sönmüş Yıldız Sarayını üniversite yap! Tâ Süreyyâ kadar yükselsin! Oraya seyyahlar ve zebânîler yerine, hakîkat ehli ve rahmet melekleri yerleştir; tâ Cennet gibi olsun! Milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehâletini tedâvi için sarf etmek sûretiyle millete iâde et!” Şimdi muvâzene edelim: Yıldız eğlence yeri mi olmalı, yoksa üniversite mi olmalı? Ben ki bir gedâyım. Büyük bir padişaha nasihat ettim; demek yarı cinâyet ettim.5 Diğer Yarı Cinâyet: Bedîüzzaman Hazretlerinin, ‘On beş sene sonra, yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Sirâcunnur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinâyeti bileceksiniz’ dediği ders Beşinci Şuâ’dır.6 * Bu özetlemenin, gâyet kifâyetsiz ve oldukça nâkıs olduğunu belirtmeliyim. Müdafaanın tam metninin mütalâası için, doğrudan Dîvân-ı Harb-i Örfî’ye müracaat edilmelidir.
Dipnotlar:
1- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 25. 2- Divân-ı Harb-i Örfî, s.26. 3- Divân-ı Harb-i Örfî, s.28. 4- Divân-ı Harb-i Örfî, s.29. 5- Divân-ı Harb-i Örfî, s.30, 31. 6- Emirdağ Lâhikası, s. 316, 317, 318. 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Selânikli M. Kemal, Bitlisli Said Nursî... |
Çok garip bir ülkede yaşıyoruz. Cumhuriyeti kuralı tam 86 sene olmuş. Demokrasiye ilk adımımızın üzerinden elli dokuz sene geçmiş. Hâlâ hürriyetsizliğin sancısıyla sembollerle anlaşmaya çalışıyoruz. Resmî ideolojinin mimarlarının isimlerini devlet olarak kamusal hayata besmele yaptığımız halde, birilerinin hoşuna gitmeyecek diye; millete, vatana ve halkımızın maddî-manevî kalkınmasına büyük katkıları olmuş insanların isimlerini resmî yerlerde ağzımıza almaktan imtina ediyoruz. Bu noktada bizim kadar garip bir devletle ne doğuda ve ne de batıda karşılaşmak elbette mümkün değil. Hâlâ resmî tarihin gözlerine bakarak konuşan aktüel şahısların arkasına sığınarak yürümeye çalışan kaç millet kaldı şu dünyada? Mazlûmların, sembollerin, sembol şahsiyetlerin ve imaların bu kadar zengin mânâları peşinden sürüklediği başka bir toplum da gösteremezsiniz. İşte Başbakanımız da, bir başka coğrafyadan aramıza teşrif etmişçesine parti kongresindeki konuşmasında sembol şahsiyetleri ard arda sıraladı. Sıralamanın sonunda “Bitlisli Said Nursî”yi zikredince, salon alkıştan yıkılmış. Bediüzzaman’a uzak duruş veya “uzaktan tanıma” izlenimi veren Başbakanın üslûbunu çok garipseyenler oldu salon dışındakilerden... Bizim neslimiz Said Nursî’yi çok iyi tanır. Hâlâ azıcık “siyasal İslâmla” irtibatınız da varsa, Nurcuları, Risâle-i Nur’u ve Nurcuların gazetesi Yeni Asya’yı tanımamak kabil değil. Kaldı ki, Tayyip Bey de “Millî Nizam”daki planı aynen iki binli yıllara taşıdı. Nurcular arasında temayüz etmiş, Nur medreselerinde Risâle-i Nur’u okumuş, yazmış en az altmış yetmiş kişiyi “yenilikçilerin” arasına katarak milletvekili yaptı. Onlardan bazılarını önemli bakanlıklara ve komisyon başkanlıklarına getirdi. Bu kadar mebusa rağmen Risâle-i Nur’u bilmemek ve Said Nursî’yi tanımamak mümkün mü? Onun Nurculuğu tanımasını sağlayacak daha kuvvetli diğer bir faktör var. “Nurcu” olarak tanımlanmak istemediği halde öyle anılan bir cemaat de, siyasî kaderini bir nev'î AKP’nin başarısına endekslemiş olarak Tayyip Bey’in devamlı yanı başında duruyor. Format olarak Nurculuğun prensiplerine bitamamiha uymasalar da, kaynak olarak Said Nursî’den de beslendiklerini bütün dünya biliyor. Mecliste, medyada ve iş konseylerinde etrafı “Said Nursî” uzmanlarınca sarılmış Tayyip Beyin Said Nursî’yi Sabahat Akkiraz ve Ahmet Kaya’dan sonra zikretmesinin mutlaka başka hikmetleri olmalıdır. 28 Şubat’ı müteakiben iktidara gelen AKP yönetiminden hâlâ ümitli olanlar, Tayyip Beyin konuşmasında Üstaddan bahsetmiş olmasına büyük önem atfedebilirler. 12 Eylül’den bu yana rejimin bize üflediği ve 28 Şubat’tan sonra da dindarların birbirlerine fısıldadığı merkezî hava ile oluşturduğumuz “korkular ve vehimler” coğrafyasında bu tavır doğru telâkki olunabilir. Fakat geriye dönüp siyaset tarihimizi incelediğimizde birçok demokrat politikacı ve devlet adamının çeşitli mahfillerde Bediüzzaman’ı ve eserlerini savunduklarına ve bir kısmının Risâle-i Nur’un yasak olmadığını kürsülerde ifade ederek, eserleri devlet kütüphanelerine yerleştirdiklerine şahit olacağız. Bu vadide “dindar bakan, başbakan ve cumhurbaşkanlarının” seleflerinin gerisinde kaldıkları rahatlıkla ifade edebilir. Son dönem sağcı dindar politikacıların Said Nursî’den niçin uzak olduklarını eski müsteşar ve bakan Hasan Celal Güzel hemşehrimize sormaları daha makul olabilir. Fakat hiçbir maslahat ve gerekçe Türk siyasetçi ve idarecilerinin, Avrupa ve Amerika mahfillerinde dahi sıklıkla konuşulan Said Nursî’ye mesafe koyma gayretine cevaz veremez. Batı dünyasında İslâmiyeti tanıyanların yüzde kırkı Said Nursî’yi okuyarak Müslümanlığı seçiyorlarmış. Hem siyaseten, hem üniversite çevresi olarak, oryantalizme ilgi duyarak ve vazifeli enstitüler nezdinde çalışanlar arasında Said Nursî’yi duymayan ve tanımayan olmadığına göre, bu ülkede önemli mevkilerde bulunanların Bediüzzaman’a kayıtsız kalmaları Türkiye’nin de faydasına değildir. Bu millet Said Nursî’ye olan hürmet ve sevgisini ispat edeli altmış-yetmiş sene oldu. “Bitlisli Said Nursî” ifadesi ise hoş yankılanmadı. İtiraz onun Bitlisli oluşunun ifade edilmesine değil. Ama Van başta olmak üzere onun menfa, sürgün ve zindan hayatı yaşadığı şehirlerin tamamının en az Bitlis kadar ona sahip çıktıkları gerçeği ortadayken ve Nursî, zaten “Nurslu” mânâsını taşıyorken, onu Bitlisli diye takdim etmek niye? Siyasette, mânâ âleminde veya san'atta meşhur olmuş kişilerin ünvanları çoğunlukla doğdukları yeri ifade eder. Serbendî, Tüsî, Geylanî, Mesrî, Bağdadî ve Şirazî gibi... Bediüzzaman Hazretlerinin imzası zaten nereden geldiğini gösteriyor. Isparta’nın “Barla bucağı”nı dünyanın en meşhur diyarına çeviren sır nedir? Burdur, Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ, Afyon ve vefat ettiği Urfa gibi şehirlerin hepsi Said Nursî’ye “hemşehrilik beratı” veriyorlar. Bitlis ile ilgili bir eseri olmamasına karşın; Barla Lâhikası, Eskişehir Müdafaaları, Kastamonu Lâhikası, Afyon mektup ve müdafaaları, Denizli mektupları ve Meyve Risâlesi, Emirdağ Çiçeği ve Lâhikaları Said Nursî’nin yalnızca “Bitlisli” olmadığını, Isparta önemli bir merkez olmak üzere bütün Türkiye’yi kucakladığını ortaya koyuyor. Bediüzzaman Hazretlerinin hayatının ve eserlerinin dünyaya yayılmış akislerini göremeyenlere tarih de ışık tutuyor. Önemli üç Osmanlı padişahı ile üst seviyede muhatap olmuş, Şeyhülislâmlara arkadaşlık etmiş ve vatanı uğruna doğu cephesinde Ruslara karşı giriştiği harplerde üç yüz talebesini kaybetmiş, Sibirya’daki esaret kampında Türk ve Alman subaylarına ders verdiğinden idamla burun buruna gelmiş, mütareke yıllarında İstanbul’u işgal eden İngiliz komutanı eserleriyle “köpekten aşağı mertebeye” düşürmüş, Kurtuluş Savaşındaki başarılarından dolayı M. Kemal’in reisi olduğu Meclisçe taltif edilmiş bir Bediüzzaman, “Bitlisli Said Nursî” nitelemesine sığmaz. AKP yönetimi Bediüzzaman’la M. Kemal arasındaki diyalogları, fikrî çatışmaları ve onun Kemalist rejime olan meşhur muhalefetini de bilir. Aynı kürsüde Tayyip Bey “Selânikli M. Kemal” deyivererek geçseydi bu defa o kesimlerden tepki görmeyecek miydi? 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Engel kalksın, söz de kalmasın... |
“Yasak kalktı” yazmak isterdik… Bahsettiğimiz yasağın kalkacağı konuya gelirsek… 28 Şubat sürecinde Anasol-M hükümeti tarafından Kur’ân kurslarına yaş sınırlaması getirilmiş ve 5. sınıfı bitirmeyenlerin (yani 12 yaşını doldurmayanların) bu kurslara katılması yasaklanmıştı. Aynı sınırlama yaz-kış devam edilen Kur’ân kurslarına ise ancak 8. sınıftan sonra gidilebiliyordu. Bu yaştaki çocuklar bale, müzik, jimnastik eğitimi alabiliyor, fakat Kur’ân eğitimi alamıyorlardı. Bu durum yıllardır kanayan bir yara olmaya devam ediyor. Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik, Anadolu ajansına yaptığı açıklamada Kur’ân kurslarındaki yaş sınırlamasını kaldırmayı plânladıklarını açıklaması dahi heyecanla karşılandı. Konuyla ilgili sivil toplum kuruluşları ardı ardına yaptıkları açıklamalar da geç de olsa bu yasaktan vazgeçilmesini memnuniyetle karşıladıklarını açıkladılar. Yasağı kaldıracak bir kanun tasarısı hazırlıkları içinde olduklarını söyleyen Bakan, değişikliğin ne zaman yapılacağını ise açıklamadı. Yeni düzenlemenin Anayasa’nın 24. maddesini esas alınacağını, çocukların ailelerinin izni çerçevesinde kurslara devam edeceğini de söyleyen bakan, 10 yılı aşkındır devam eden yasağın kaldırılmasının milletin de beklentisi olduğunu kabul ediyor. Düzenlemenin iki aylık yaz tatili süresince çocukların, Kur’ân öğretimini talep etmeleri halinde camiyle ilgili yere gönderilmesi, yine devletin bir görevlisinin nezaretinde bu eğitimi almaları şeklinde olacağını söylüyor. “Bu konudaki kısıtlamanın doğru olmadığı inancındayız” diyor bakan. Doğruda söylüyor. Yedi sene gibi uzunca bir süredir tek başına iktidarda olmalarına rağmen değişiklik yeni gündeme getirilmiş olsa da “zararın neresinden dönülse kârdır” mantığı ile tebrik etmek gerekir. * * * Bu konuyu ilk günden beri gündemde tutan, bu “anlamsız yasağı”n kalkması için girişimlerde bulunan Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız’ın da işaret ettiği gibi kişilerin inandığı dinin vecibelerini yerine getirebilmesi, ibadet hayatını düzenleyebilmesi, ahlâkî erdemlerini davranışlarına yansıtabilmesi, kısaca dinî yaşayabilmesi için onu aslî şekliyle öğrenmesi din ve vicdan özgürlüğünün de gereği. Bakan’ın açıklamasından sonra görüşlerini aldığımız Yıldız haklı olarak şunu soruyor “Kur’ân’ı öğrenme ve anlama imkânı bulamazsak ondan nasıl istifade edebiliriz?” Yıldız, Kur’ân öğrenmeye gelen 12 yaşından küçük öğrencileri geri çevirmek zorunda kalan din görevlilerinin yıllardır kanun ile vicdanı arasında kaldıklarını da söylüyor ve “Öğretse kanunen suçlu duruma düşüyor, öğretmese dinî görevlerini yerine getirmemiş oluyordu” diye yanlışlığa dikkat çekiyor. Değişiklik yapılabilirse, bir haksız giderilecek, bir yanlıştan dönülmüş olacak. Çünkü, Kur’ân-ı Kerîm okumayı bilenlerin birçoğu Kur’ân okumayı yaz Kur’ân kurslarında öğrenmişlerdir. Bu zamana kadar çocukların din görevlilerine, camilere, Kur’ân ve din eğitimine bakışlarını etkileyen ilk mekânlar yaz Kur’ân kursları olmuştur. Ancak 28 Şubat döneminde görev yapan hükümet getirdiği sınırlama ile çocuklar camilerin kapılarından çevrilmiş, “Şimdi git 5. sınıfı bitirince gel” denilmişti. Geçtiğimiz yaz aylarında da bu sınırlama devam etmişti. Halbuki, hiç değilse Meclis tatile girmeden önce bu sınırlama bir kanun değişikliği ile halledilebilirdi. Ama olmadı. Yıllardır devam eden sınırlama ve yasak, bu sene de sürdü. Meclis tatilde olduğu dönemde, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanunuyla ilgili değişiklik teklifinin yeni yasama yılı açılışıyla birlikte TBMM’de görüşüleceği belirtilmişti. Bu konuda bazı dernekler imza kampanyaları düzenlemiş, böylece demokratik tepkilerini dile getireceklerini açıklamıştı. Şimdi bakan, bir hazırlık içinde olduklarını söylüyor. Neticesi ne olur, ne zaman yanlıştan dönülür bekleyip göreceğiz. * * * Bu arada Danıştay İdari Dâvâ Daireleri Kurulu, baktığı bir dâvâda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’a, 1999 yılında eklenen ek madde 3’ün birinci fıkrasının üçüncü tümcesi ile ikinci fıkrasının Anayasa`ya aykırı olduğunu ileri sürerek, Anayasa Mahkemesine başvurmuştu. Dün Anayasa Mahkemesi, “ilköğretimin 5. sınıfı bitirenler için tatil döneminde yaz Kur’ân kursları açılabileceğini öngören kanun hükmünün iptal istemi”ni, esastan görüşmeye başladı. Gerekçe ise malûm; laiklik… Yazıyı yazdığımız saatlerde Yüksek Mahkeme konuyu görüşmeye başlamamıştı. İlk görüşmede, kanunun iptali ve yürürlüklerinin durdurulmasıyla ilgili bir karar çıkar mı, bilemiyoruz. Ancak millet artık bu anlamsız yasağın kalkmasını istiyor. Çalışmaların da söz de kalmayıp bir an önce kanun tasarısının kabul edilerek uygulamaya geçmesini bekliyor. Hiç değilse önümüzdeki sene… 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yetim büyütme beni! |
Dünyada her yıl gerek savaşlar ve gerekse başka sebeplerle binlerce çocuk ‘yetim’ kalıyor. Yetim olarak büyümenin zorluğunu her halde en iyi yetimler bilir, ya da yetimlerin yaşadığı sıkıntıları kendilerine dert edinenler... Annesi-babası vefat etmediği halde ‘yetim’ kalanlar da var. Boşanan ve ‘parçalanan’ ailelerin çocukları da maalesef ‘yetim’ büyüyor. Maddî yetimliğin yanında manevî değerlerden yetimlik de var ki o ayrı bir konu olarak incelenmeyi hak ediyor. İHH İnsanî Yardım Vakfı, 10 ülkeden yetimleri İstanbul’da bir araya getirerek Türkiye’nin ve belki de dünyanın dikkatini ‘yetim’lere çekecek. 17 Ekim 2009 tarihinde Sütlüce Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenecek “4. Uluslararası Yetim Buluşması” bu yönüyle çok önemli. Keşke hiçbir çocuk yetim kalmasa. Bunun için de belki öncelikle savaşların sona ermesine gayret etmek lâzım. Maalesef, dünya silâh tüccarları ‘yetim’leri değil, kazanacakları parayı düşünmeye devam ediyor. Böyle olunca da yetimlerin sayısı her geçen gün artıyor. İHH’nın düzenlediği “Yetim Buluşması”na 10 ülkeden yetimler katılacak. Yetimler, bir yandan temsil ettikleri ülkeleri tanıtmaya çalışırken, bir yandan da insanlığın dikkatini ‘yetim’lerin üzerine toplamaya çalışacak. 4. Yetim Buluşmasına; Lübnan, Filistin, Irak, Etiyopya, Sudan, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Pakistan, Makedonya ve Türkiye’den yetimler katılacak. Şükürler olsun uzun yıllardan beri Türkiye bir savaşa girmiş değil. Bu sebeple ‘yetim’ sayısı bazı komşu ülkelere göre az. Fakat bu bizi sevindirmeye yeter mi? Ama nasıl ki ‘Komşusu açken tok yatan bizden değil’se; aynı ölçüyle ‘Komşunun yetimi varken ona el uzatmayan’ da bizden olabilir mi? Meselâ, sadece Irak’ta 5 milyon yetimin olduğu ifade ediliyor. Bu durumda ‘yetim’ler ve onların yetiştirilmesi konusu her halde BM’ye gündem olması gerekir. Yetimlerin karşı karşıya kaldığı problemlerden biri de ‘organ mafyaları.’ Organ mafyası, insan tacirleri ve fuhuş sektörü maalesef yetimleri hedef almış durumda. Bilhassa savaş bölgeleri bu ifsat komitelerinin iştahını kabartıyor. İHH bir yandan ‘yetim buluşmaları’nı tertiplerken, bir yandan da yetimleri koruyan ‘sponsor aile’ uygulaması başlatmış. Bu yolla yurt içinde ve yurt dışında 15 bin yetim sahiplenilmiş, ama mevcut rakam karşısında bunun yeterli olmadığı her halde anlaşılır. Ayrıntılarını ilahiyatçılara bırakıp şu kadarını söyleyelim ki, ‘yetim hakkı’ göz ardı edilebilecek bir hak değildir. Yetimler sadece akrabalarına değil, hepimize emanettir. Yetimlere yetimliklerini hissettirmemek de yine hepimizin sorumluluğundadır. Yetimlere ‘yetim’liklerini hatırlatmayacak şekilde sahiplenelim... 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açılım derken |
Hükümetin demokratik açılımı gündeme getirmesinden sonra, bu süreci sabote etme amaçlı olduğu düşünülen gelişmelerin ilki, bir kez daha şehit cenazelerindeki tırmanış oldu. Ama Başbakan, “Askerimize sıkılan kurşunlar bizi açılım sürecine kararlılıkla devam etmekten asla alıkoyamayacak” diyerek, zihinlerde bu yönde oluşan kaygıları gidermeye çalıştı. Anayasa değişikliği ve af gibi maddelerin açılım kapsamında yer almadığı, operasyonların aralıksız süreceği yönündeki açıklamaların etkisi, CHP-MHP ikilisinin açılım karşıtı kampanyayı şiddetlendirerek devam ettirmeleri ve zamanın akışı içinde başka gündemlerin öne çıkmasına bağlı olarak açılım gündeminin tavsamaya yüz tuttuğu izlenimi de, özellikle Başbakan tarafından yapılan çıkışlarla silinmeye gayret edildi. Özellikle Said Nursî’den söz edildiği için farklı bir rüzgâr estiren son kongre konuşması, bu anlamdaki çıkışların en dikkat çekici örneği oldu. Cumhurbaşkanı Gül’ün “açılıma destek” şeklinde algılanan ve CHP-MHP ikilisinin sert tepkisine hedef olan Meclis konuşması da bu bağlamda, yine süreci canlı tutup tavsamasına meydan vermeme çabasının ürünü olarak görüldü. Buna karşılık, Meclisin yeni yasama dönemindeki ilk iş olarak sınırötesi operasyon tezkeresini görüşüp kabul etmesi, tıpkı içerideki operasyonlar gibi, açılımın esprisiyle pek örtüşmeyen ve bağdaştırılamayan bir gelişme olarak görüldü. Her ne kadar Dışişleri Bakanı “Tezkerenin uzatılması açılım çabalarımızı destekleyecek” dese de, “Hem aylardır demokratik açılımdan söz ettiğiniz halde bu yönde kayda değer hiçbir yeni adım atmayacak, hem de bu sorunun sadece askerî yöntemlerle çözülemeyeceğine dair giderek daha yaygın şekilde dile getirilen kanaate rağmen iç ve dış operasyonlara hız kesmeden devam edeceksiniz; bu bir çelişki değil mi?” sualinin mantıklı ve tutarlı bir cevap beklediği ortada. Açılımı gölgeleyen bir başka gelişme de, bütün dünyanın gözlerinin IMF ve Dünya Bankası toplantıları sebebiyle İstanbul’a çevrildiği bir ortamda yaşanan “eylemci-polis çatışması” görüntüleri. Bunlar, hem “Bakın, İstanbul’da bile terör hâlâ diri” diyen “Her hal ve şartta önce güvenlik” mantığına yeni bir soluk veriyor, hem de polisin eylemcileri tahribattan alıkoyamazken daha ziyade halkı bîzar eden uygulamalarıyla, bu alandaki olumsuz sicilimize yeni kayıtlar düşürüyor. Hükümetin açılımı takdim biçiminden “etnik çatışma” senaryolarının üretildiği bir konjonktürde, bu uydurma senaryolara gerçeklik kazandırma planıyla irtibatlı olduğu şüphesi uyandıran tehlikeli provokasyonlar da tezgâhlanıyor. Bursaspor-Diyarbakır maçı esnasında tribünlerde açılan “Ne mutlu Türküm diyene” pankartının, bilâhare, kurtuluş günü gerekçesiyle İstanbul’un tarihî selâtin camilerine mahya olarak asılması, bunların en fazla dikkat çekici olanları. Güneydoğu’da dağa taşa yazılıp da yıllardır kaldırılması istenen bir sloganın, şimdi de batının en merkezî şehirlerinde ve hiç olmadık yerlerde boy göstermesi iyiniyetle bağdaşabilir mi? Sonra “Ordumuza şükran borçluyuz” ve “Millî birlik esastır” gibi, şu konjonktürde kritik tartışmalara konu olacak sözlerin mahyalarda işi ne? 28 Şubat’ta Çevik Bir’in 1. Ordu Komutanlığı döneminde bazı kışlaların kapısına yazılan “Orduya sadakat şerefimizdir” ifadeleri ne kadar tartışılmıştı... Ama o zaman bir “post müdahale” dönemiydi, o yazı da kışlanın girişinde yazılıydı. Şimdi ise görünüşte 28 Şubat’ı on iki yıl geride bırakmış, ülkenin 22 Temmuz’da halktan aldığı yüzde 47 oyla işbaşına gelen büyük Meclis çoğunluğuna sahip bir iktidar tarafından yönetildiği, AB sürecinde ciddî mesafeler almış ve askerin iyice kışlasına çekildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ama gelinen noktada askerî ve ideolojik sloganlar kışla girişlerinden mahyalara taşınıyor. Açılım diye diye, askerî cumhuriyet olma yolunda daha ileri noktalara mı sürükleniyoruz? 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kırım’da neler oluyor? |
Rusya’nın Batı ile yakınlaşan eski cumhuriyetlerine yönelik saldırgan politikasının Gürcistan’dan sonraki ikinci hedefi Ukrayna. Kış aylarında doğal gazla başlayan gerginlik, Ukrayna’nın NATO’ya katılma talebiyle birlikte zirveye ulaştı. Aslında sorun 2005 yılındaki Turuncu Devrimle, Rusya karşıtı Batı yanlısı Viktor Yuşçenko’nun iktidara gelmesiyle başladı. Rusya şimdi bu mağlubiyetini telâfi etmek istiyor. Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev geçen aylarda Yuşçenko’ya bir mektup göndererek, NATO’ya katılma talebini geri çekmesini ve Moskova’nın kontrolü dışında bir Ortodoks Kilisesine destek olmaktan vazgeçmesini istemişti. Ayrıca gelecek Ocak ayındaki seçimlerde Yuşçenko’nun seçilmemesi arzusunu da açıkça dile getirmişti. Rusya’nın kendi himayesinde birisini seçtirmek için elinden geleni yapacağında kuşku yok. Bu gerginliğin çatışmaya dönüşme noktası Kırım olmak üzere. Kırım nüfusunun çoğunluğu Rus kökenli. Tatarlar nüfusun yüzde onüçünü oluşturuyor. Zira İkinci Dünya Savaşı sürgün edilenlerin önemli bir kısmı bölgeye dönemedi. Müslüman Kırım Tatarları Ukrayna yönetimini destekliyor. Ancak onlar da Kiev’in politikalarından hoşnutsuz. Bu arada şimdiki Kırım yönetimi de Rusya yanlısı. Rusya’nın Karadeniz donanması Sivastopol’da konuşlanmış durumda. Yapılan anlaşmaya göre 2017 yılına kadar orada kalabiliyor. Rusya’nın süreyi uzatma talebine Ukrayna sıcak bakmıyor. Bu arada Rusya Kırım halkının kendisine teveccühünü arttırmak için yoğun bir çaba sarfediyor. Okullar ve binalar inşa ediyor, anıtları onarıyor ve hatta Moskova Devlet Üniversite’sinin bir şubesini burada açtılar. Bu çabaların sonucunda 2006 yılında Kırım halkının yüzde 74’ü anavatanları olarak Ukrayna’yı görürken, bu oran şimdi yüzde 40’a düştü. Yapılan kamuoyu yoklamalarında nüfusun çoğunluğunun Rusya’nın Karadeniz Filosunun kalmasını ve Rusya ile birleşmeyi istediği ortaya çıktı. Ayrıca Rus iş adamları dolaylı yollardan Kırım’da büyük araziler alıyor. Böylelikle toprakların önemli bir kısmı Rusların eline geçti. Rusya’nın Kırım’a müdahale bahanesi oluşturabilmek için bu bölgede etnik çatışmayı tahrik ettiği uzmanlarca ileri sürülüyor. 2006 yılında Ruslarla Tatarlar arasında çıkan çatışmayı çözen zamanın Cumhurbaşkanı Viladimir Putin, bunu Kırım’da istikrarın teminatı olarak Rus donanmasının kalması gerektiğini savunmak için kullandı. Halen Rus milliyetçisi gruplar bayramlarda protestolar düzenliyor; Rus yanlısı medya her fırsatta Tatarlara saldırıyor. Ukrayna polisinin Rus füzelerini taşıyan TIR’ları üç kez durdurması, deniz fenerleri konusunda çıkan anlaşmazlık bu gerginliğin son adımları. Aslında—daha önce de yazdığımız gibi—Rusya, eski cumhuriyetleri üzerindeki nüfuzunu kaybetmek istemiyor. Ayrıksı davranan Gürcistan’a saldırarak verdiği gözdağını, ikinci asi çocuğu Ukrayna’ya haddini bildirerek pekiştirme peşinde. Böylelikle hem Batıya yakınlaşmak isteyen eski cumhuriyetlerini kontrolü altına almayı, hem de onun nüfuz sahasını ele geçirmek isteyen Amerika’ya ‘dur’ demeyi amaçlıyor Rusya. Umarız bu çirkin politikanın kurbanı, zaten yüzyıldır kan ağlayan Müslüman Tatarlar olmaz ve Karadeniz’in en güzel liman şehirlerinden olan Sivastopol önünde bekleyen Rus gemileri ateş yağdırmaz o güzelim topraklara. 09.10.2009 E-Posta: [email protected] |