Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yücel Çakmaklı |
âlûm çizgide yürüyen Yeşilçam’da, inanç ve değerlerimizden beslenen “millî sinema” geleneğinin öncülüğünü yapan değerli bir sanat adamını, yönetmen Yücel Çakmaklı’yı da berzah âlemine uğurladık. Buradaki “millî” kelimesi, altı oktan biri olan milliyetçiliği ya da Ergenekon tartışmalarıyla iyice açığa çıkan “ulusalcı” saplantıları değil, milletimizin bin yıllık tarihini ve kimliğini şekillendiren köklü inanç ve değerleri ifade ediyor. Nitekim Çakmaklı’nın verimli sanat hayatında ortaya koyduğu ürünler, bunu gösteriyor. Meselâ İslâmî değerleri romanla anlatma çalışmalarının ilk örnekleri olan Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ile Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah eserlerini beyaz perdeye o taşımıştı. Ve özellikle, sinemanın can çekiştiği bir dönemde 500 bin seyirciye ulaşan Minyeli Abdullah, filmi dudak bükerek küçümseyenlere dahi parmak ısırtan bu başarısıyla da çığır açmıştı. Çakmaklı, TRT’de çalıştığı dönemleri de hakkıyla değerlendirmiş, usta işi bir dille sağlam bir tarih şuurunu yansıtan eserlere imza atmıştı. Bolvadin doğumlu, 7 yaşında yetim kalmış, ama azim ve kararlılıkla kendisini yetiştirip, inanç ve ideallerine hizmet için çok farklı ve yabancı bir alanı, sinemayı seçerek ve türlü zorlukları aşarak kendisini herkese kabul ettirebilmişti. Sabırlı, mütevazi ve olgun tavırlarıyla ortaya koyduğu güzel ahlâk, birlikte çalıştığı Yeşilçam aktörleri dahil, onu yakından tanıyan herkes tarafından hayırlarla yad edilmesini netice verdi. Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit, Perihan Savaş gibi sinema “yıldız”ları, rol icabı da olsa, onun filmlerinde tesettüre büründüler ve böylece tesettürü sevdiren bir misyon üstlenmiş oldular. Çakmaklı, sinema kültürüne yabancı ve mesafeli bir toplumda, sinema filmi çekmeye elverişli edebiyat eserlerinin de çok fazla olmadığı bir ortamda velûd bir yönetmen olmayı başardı. “Kâbe Yollarında” isimli hac belgeseliyle çıktığı yolculukta, son anlarına kadar hep yeni ve özgün proje arayışı içinde oldu. İmkân bulduklarını, profesyonelce sinema eseri haline getirdi.
Hedefinde Bediüzzaman filmi vardı Osmanlı tarihi, Kurtuluş Savaşı, Balkanlar, Bosna, onun imzasını taşıyan unutulmaz TV dizilerinin ana temalarından bazılarıydı. Mehmet Doğan’ın Vakit’te yazdığına göre, son yıllarında, Yasin Sûresinde anlatılan ve kabri Hatay’da bulunan Habib-i Neccar Hazretlerinin hayatını konu alan bir film çekmeyi ve bu filmle, semavî din mensuplarına mesaj vermeyi arzu ediyordu. Ama şartlar elvermedi, ömrü vefa etmedi. Çakmaklı’nın, katıldığı bir Yeni Asya iftarında, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatını filmleştirme projesinden de söz ettiğini hatırlıyoruz. Başka birçok yönetmenin de hayalini süsleyen bu son derece önemli ve değerli projeyi gerçekleştirmek, maalesef Çakmaklı’ya da nasip olmadı. Aslında Said Nursî’nin Denizli hapsinden sonra zorunlu ikamete tâbi tutulduğu ve 1950 sonrasında da zaman zaman gidip geldiği Emirdağ yolculukları sırasında sıklıkla uğradığı ve arabasının peşine takılan çocuklar tarafından “Bediüzzaman dede, Bediüzzaman dede” diye selâmlandığı bir kasabada doğup büyümüş bir insan olarak, böyle bir film, Çakmaklı için kökü gençlik yıllarına dayanan bir özlem olmalıydı. Ama böyle konularda sadece istemek yetmiyor. Gerekli olan diğer bütün şartların da tahakkuku gerekiyor. Ve henüz o noktaya gelinemedi. Bakalım, kader bu projenin tahakkukunu hangi bahtiyar yönetmene, hangi kadrolara ve hangi sponsorlara nasip ve müyesser kılacak? Çakmaklı, Üstadın hayatını filmleştiremedi, ama Rasim Özdenören'in bir hikâyesinden uyarladığı “Çok Sesli Bir Ölüm” filmine yerleştirdiği “Ölüm hiçlik değil, yokluk değil...” cümlesiyle, Risale-i Nur'daki en önemli mesaj ve müjdelerden birini, çok etkili bir dille kitlelere aktardı... Nur içinde yatsın. Mekânı Cennet olsun. 26.08.2009 E-Posta: [email protected] |