Cevher İlhan hakkında verilen son karar, yapılan onca reformlara ve kanun değişikliklerine rağmen, yargıda 28 Şubat zihniyetinin hâlâ devam ettiğini gösteriyor.
Şöyle bir geriye dönüp bakalım.
Depremi İlâhî ikaz olarak yorumlayan diğer Yeni Asya mensupları gibi İlhan’ı da, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla TCK 312’den yargılayıp mahkûm eden DGM’ler artık yok.
“İlâhî ikaz” dâvâlarının görüldüğü süreçte İstanbul DGM’lerini irticaya karşı gevşek davranmakla suçlayarak yargıya fütursuzca müdahale eden devrin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu görevi bırakalı altı seneyi geçti.
Yeni TCK’da madde numarası 216 olarak değiştirilen 312’de de defalarca değişiklik yapıldı.
Ardından, yine “Deprem İlâhî ikazdır” dediği için hapis yatan Mehmet Kutlular hakkındaki mahkûmiyet kararı, AİHM tarafından “düşünce ve ifade özgürlüğü hakkının ihlâli” olarak değerlendirilip Türkiye tazminata mahkûm edildi.
Ve İlhan’ın, cezalandırılmasına sebep gösterilen yazılarının üzerinden tam dokuz sene geçti.
17 Ağustos depreminden sonra, çürük bina yaparak binlerce insanın ölümüne yol açmaktan sorumlu tutulan müteahhitler hakkındaki dâvâlar, zamanaşımı süreleri olduğu için düştü.
Ancak bütün bunlara rağmen, 2008 Türkiye’sinde, dokuz yıl önce yayınlanmış yazıları sebebiyle bir yazar, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”le suçlanarak hapse mahkûm edilebiliyor.
Demek ki, yalnızca DGM’leri kaldırmak, yanlış ve keyfî kararlara dayanak yapılan kanun maddelerini değiştirmek, bu kararlardan dolayı AİHM’in Türkiye’yi mahkûm etmesi, hak ve özgürlüklerin önünü açmak için yeterli olmuyor.
Düşünce ve ifade özgürlüğünü sürekli bir baskı altında tutmak için o zaman DGM’leri kullanan zihniyet, şimdi onların yerine ihdas edilen ağır ceza mahkemelerini devreye sokuyor.
İlgili kanun maddesinin, kanun koyucunun iradesiyle çelişen kararlarda kullanılmaması için Meclis tarafından yapılan değişiklikler dikkate alınmayıp eski uygulamalar aynen sürdürülüyor.
Başörtüsü meselesinde AİHM’in “kişiye ve olaya özel” kararlarını el üstünde tutanlar, aynı mahkemenin “İlâhî ikaz” konusunda verdiği kararları, hoşlarına gitmediği için “takmıyorlar.”
Oysa AİHM kararları Türk yargısı için bağlayıcı ise—ki öyle—bu dâvâlarda da bağlayıcı.
Buna rağmen İstanbul 2 no’lu Ağır Ceza Mahkemesi İlhan için o kararı verebiliyorsa, ya AİHM’in Kutlular dâvâsındaki kararından haberi yok, ya da bildiği halde resmen direniyor.
Şayet birinci şık geçerliyse, AİHM içtihatları ve AB mevzuatıyla ilgili olarak hakim ve savcılarımızın bilgi ve eğitim noksanlığının çok ciddî bir problem olarak devam ettiği ortaya çıkıyor.
Yok, bilerek böyle bir karar verildiyse, o zaman, Türk mahkemeleri için de bağlayıcı nitelikteki bir AİHM içtihadına direnme tavrının sürdürüldüğü gibi bir netice önümüze çıkıyor.
Eğer durum bu ise, Türkiye bu direnişin getireceği faturanın altından kolay kolay kalkamaz.
Esasen dâvânın bu son karar öncesindeki safahatı da bir skandallar zinciri şeklinde gelişti.
Bundan bir önceki aşamada aynı mahkeme İlhan’ı yeniden yargılarken, ona ve avukatına haber verme ve tekrar savunmalarını alma gereği duymadan, dosya üzerinden kararını verdi.
Ve kararla ilgili olarak muhataplara uygun şekilde tebligat da yapılmadığı için, İlhan’ın ve avukatının bu gelişmeden hiç haberi olmadı. Bu sebeple süresi içinde temyize gidilemedi ve ardından mahkûmiyetin infazı süreci başlatıldı.
Eğer Avukat Kadir Akbaş durumu “tesadüfen” fark etmeseydi, İlhan çoktan içeri alınmıştı.
Neyse ki fark edildi, gerekli itirazlar yapılarak temyize gidildi ve karar Yargıtay’dan döndü...
Daha önceki aşamada ise İlhan iade-i muhakemesi gerekirken, 28 saat hapiste tutulmuştu.
Bu skandallar zinciri daha fazla uzamamalı.
22.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|