17 Ağustos depreminden sonra yaşananlar, çoğumuza, bu tarihin Türkiye için her açıdan bir milât olacağını düşündürmüş; özellikle arama, kurtarma ve yardım çalışmalarında inanılmaz bir hantallık sergileyen devletin, gönüllü yardımları engelleme bahsinde tam tersine son derece atak ve enerjik davranması, unutulmaz izler bırakmıştı.
Ardından, başörtüsü yasağını imam hatip ve ilâhiyatlara taşıyarak operasyonun son aşamasını tamamlama adımlarının atılması ve eşzamanlı olarak deprem için “ilâhî ikaz” yorumu yapanların peşine düşülmesi, dehşetle izlendi.
Bunlar, 28 Şubat Türkiye’sinin marifetleriydi.
Ve bu akıl almaz uygulamalara yönelik tepkiler 17 Ağustos’un bir milât olarak görülmesindeki en önemli etkendi. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” kanaatinin dayanağı da bu idi.
Birkaç ay sonra, Aralık ayında toplanan AB zirvesinin Türkiye’yi resmen aday olarak kabul ve ilân etme kararı, hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması ve herşeyin sıfırdan yenilenmesi noktasında çok değerli bir fırsatı önümüze koydu.
Toplumda 28 Şubat sürecinden kurtulma talep ve iradesini kuvvetlendiren 17 Ağustos şoku, AB sürecinin getireceği pozitif değişim imkân ve avantajlarını doğru ve isabetli bir şekilde kullanıp yönlendirmenin itici gücünü oluşturdu.
28 Şubat’ın gölgesinde yapılan 18 Nisan 1999 seçimlerinin ortaya çıkardığı güdümlü ve parçalı siyasî yapı, bu dinamikle üç buçuk yılda dağıldı. Ve AKP de bunun sonucu olarak parladı.
17 Ağustos’un toplum psikolojisinde meydana getirdiği uyanış ve şuurlanma, AB sürecinin getirdiği imkânlarla birlikte gerektiği gibi değerlendirilebilseydi, bugün şu anda bulunduğumuz yerden çok daha iyi bir noktada olabilirdik.
Söz gelişi, ihtilâl anayasasından kurtulmuş, hukuk ve yargı sistemini resmî ideolojinin cenderesinden çıkarmış ve demokrasisini sağlam temellere oturtmuş bir ülke haline gelebilirdik.
Menderes’in DP’sinden bu yana görülmemiş bir halk desteği ve Meclis çoğunluğu ile iktidara gelen AKP’den beklenen de bunu sağlamasıydı.
Ama ne yazık ki, ilk iki yıl bu yönde atılan bazı adımlara rağmen, özellikle 17 Aralık 2004’ten sonra hemen hemen hiçbir şey yapılmadı. AB ile müzakerelerin 3 Ekim 2005’te başlaması dahi Türkiye’de reformların hızlanmasına yetmedi.
Bunun sonuçlarını ise hep birlikte görüyoruz.
İktidar partisine açılan kapatma dâvâsından, askerin tekrar ön plana çıkmasına, hayli zamandır gündeme gelmeyen işkence ayıbının tekrar hortlamasına ve hak ihlâllerinin yeniden tırmanışa geçmesine kadar bir dizi gelişme ortada...
Bu silsile içinde, Yeni Asya mensuplarına açılan 28 Şubat dâvâlarının çok özel bir yeri var.
17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihi aldıktan sonra hükümetin reformları boşladığı işareti vermesiyle doğan boşluk ve karambolde ilk kurban, Ocak-2005’te, Kurban Bayramı arefesinde gözaltına alınan Cevher İlhan olmuştu.
Yargılandığı kanun maddesindeki değişikliğe bağlı olarak iade-i muhakemesi gerekirken tutuklanıp hapse konulan İlhan, avukatlarımızın itirazları üzerine 28 saat sonra serbest bırakıldı.
Sonra, iade-i muhakemesi yapılıp yine mahkûm edildi. Ama ifade ve savunmalar alınmadan. Dahası, usulüne uygun tebligat yapılmayınca karardan kimsenin haberi olmadı. İtiraz süresi geçti ve karar için “kesinleşti” kaydı düşülerek infaza verildi. Tam o esnada Av. Kadir Akbaş’ın fark edip itiraz etmesiyle süreç durdu.
Ve itirazı değerlendiren Yargıtay 8. Ceza Dairesi, dosya üzerinden hüküm kurulmasını usule aykırı bularak kararı bozdu ve geri gönderdi.
Mahkeme de son kararında o usulsüzlüğü gidererek savunma aldı, ama İlhan’ı yine mahkûm etti. Böylece, Kutlular dâvâsında Türkiye’yi haksız bulan AİHM kararını “takmadığını” gösterdi.
Bakalım, yılan hikâyesine dönen dâvâ bir kez daha önüne geldiğinde Yargıtay’ın tavrı ne olacak?
21.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|