Bu gidişin sonu da öyle mi olacak gibi bir çağrışım yaptırmasın; ama askerin son dönemdeki yetki talepleri bize 12 Eylül öncesindeki benzer istekleri hatırlatıyor.
Dönemin Başbakanı Demirel 4.12.1979 günü, hükümeti güvenoyu aldıktan dokuz gün sonra sıkıyönetim komutanlarını toplayıp, onlara “Durdurun bu kanı. Devletin, bunu sizden başka durduracak gücü yok. Ne isterseniz verelim. Yetki isteyin, yetki verelim; para isteyin, para verelim; asker isteyin, asker verelim; malzeme isteyin, malzeme verelim” dediğini anlatıyor.
(Bu konudaki geniş mülâkat İslâm Demokrasi Laiklik kitabının 203-31. sayfalarında okunabilir.)
Demirel’in yetki bahsinde koyduğu kayıt şu:
“Yalnız, gayriinsanî şekilde kullanılabilecek yetkileri bizden istemeyin. Ne gibi? Dersim Kanunu gibi, Sürgün Kanunu gibi, İstiklâl Mahkemeleri gibi, Takrir-i Sükûn Kanunu gibi. Hukuku tatil eden yetki istemeyin. Bu, zulme kaçar.
“Anarşi ve terörü önlüyorum diye devletin bizatihî kendisi terör vasıtası haline gelirse, öyle sağlanmış bir sulhün ne değeri vardır? İnsan haklarını tahrip etmeden sulhü sağlayın. Sulh ve sükûnu sağlamak, insan haklarını teminat altına almaktır. İnsan haklarını tahrip ederek sulh ve sükûnu sağlamanın anlamı yoktur.” (s. 206-7)
Sonrasını da şöyle anlatıyor Demirel:
“Daha önce aşağı yukarı bir seneye yakın uyumuş olan kanunları çıkardık. İstenen herşeyi verdik. Sonradan, yeniden yetki talepleriyle geldiler. Gördük ki, sıkıyönetim dahi kan dökülmesini önlemek için çare olmaktan çıkmıştır.”
Olayın daha önceki safahatına ilişkin olarak yine Demirel’in yaptığı tesbitler de hatırlanmalı:
“1978 Mart’ıyla beraber artan bir anarşi ve terör hareketiyle Türkiye karşı karşıya kaldı. 26. 12.1978 tarihinde Kahramanmaraş olayları göz önünde tutularak 13 ilde sıkıyönetim ilân edildi. O sıkıyönetim yedi-sekiz sene sürdü. 19.7.1987 tarihine kadar. Sonra yerini süper yetkili süper vali aldı, yani normale dönülmedi.” (s. 204)
Şimdilerde tekrar geri dönülmesinden kaygı duyulan OHAL de 30.11.2002’ye kadar sürdü.
Yetki dahil, istedikleri herşey verildikten sonra askerlerin yeni yetki talepleriyle gelmeleri üzerine, anarşi ve terörü önlemek için sıkıyönetimin de çare olmaktan çıktığını gördüklerini ifade eden Demirel’in ilginç bir tesbiti de şu:
“Sıkıyönetim ilânıyla beraber olaylar da arttı, azalacağına çoğaldı. Sıkıyönetim anarşi ve teröre çare olmadı. Nerede sıkıyönetim olduysa orada arttı anarşi. Ülke kan denizine döndü.” (s. 204)
Ve bütün bunları tamamlayan nihaî tesbit:
“Demek ki 12 Eylül’den bir hafta önce kan dökülüyormuş, bir hafta sonra dökülmüyormuş. Eşkiya devletten güçlü değilmiş. Bu meselenin üstüne çok dikkatle eğilmek lâzım. Bu sorunun cevabını Türkiye bulamadığı takdirde devleti işletmesi mümkün değildir.” (s. 213)
Demirel yıllarca bu suali sordu, ama cevabını alamadı. Ve sonunda kendisi de peşini bıraktı.
Ancak hâlâ cevapsız duran o sualin güncel versiyonları da önümüzde duruyor. “Anarşi ve terörü bitirme” gerekçesiyle yapılan 12 Eylül ihtilâlinden sadece dört yıl sonra, 1984’te ortaya çıkan PKK terörü, üç yıllık sıkıyönetim ve on beş yıllık OHAL dönemlerinde niye bitirilemedi? Ara ara yaşanan ve son dönemde tekrar yükselişe geçen terör olayları, altı yıldır OHAL kalktığı için mi hâlâ gündemimizi işgal ediyor?
12 Eylül öncesinde anarşi ve terörü durdurmakla vazifeli ve sorumlu olanlar, bu işi yapmak için talep ettikleri her türlü yetki ve imkân ellerine verildiği halde kan dökülmesine seyirci kalmaya devam etmiş ve bu durumu gerekçe göstererek devlet yönetimine el koymuşlardı.
Şimdi de AB reformlarıyla bir ölçüde kısılan yetkilerin yeniden iadesi talepleriyle, bölgenin ve Türkiye’nin sürekli bir OHAL ortamında tutulması ve askerin eski devirlerden kalma alışkanlıklarının, yani 28 Şubat türü örtülü müdahale sürecinin devam ettirilmesi mi hedefleniyor?
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|