Terör belâsının bu milletin başından nasıl defedilebileceğine dair "çözüm arayışları" bütün hızıyla devam ediyor.
Siyasetçilerin, askeriyenin, medyanın, halkın gündeminde bu mesele var. Yapılan konuşmalar, tartışmalar, müzakereler, ağırlıklı olarak hep bu dayanılmaz sıkıntının, bu katlanılmaz ıztırabın etrafında dönüyor: Ne yapalım, nasıl edelim ki, bu hastalığı tedâvi edelim ve bu belâyı başımızdan atalım?
İyi, hoş, güzel de...
Sayın ağalar, beyler ve de paşalar.
Hemen buracıkta, size meselenin en önemli, en hayatî ve cevabı "olmazsa olmaz" derecede bilinmesi elzem olan temel soruyu yöneltmek istiyorum:
Sizce nedir bu hastalık?
Sizce bu belâ neyin nesi?
Hastalığı, marazı teşhis edebildiniz mi?
Etkili ve yetkili kimseler olarak, "hastalığın teşhisi"nde ittifak edebildiniz mi?
İsterseniz, yakın çevrenizdeki insanların da belânın, problemin teşhisi noktasında fikrini sorunuz. Acaba, onların söyledikleriyle kendi fikriyatınızda mevcut bulunan teşhis aynı mıdır?
Şu terör belâsı denilen şey, sahiden sadece basit bir terör vak'asından mı ibaret? Geneli sarsan bu musibetin çoğu karanlıkta kalan daha başka boyutları yok mudur?
Sûreten terör görünen bu kanlı belâ, sizce lokal bir sebep mi, yoksa içiçe girmiş, karmaşık ve muhtelif sebeplerin bir sonucu mudur?
Terör örgütü bir tek merkeze mi dayanıyor, yoksa içerde ve dışarda farklı merkezlere dayanan, onlardan kuvvet alan, aynı zamanda onların maksadına uygun taşeronluk vazifesi gören girift bir yapıya mı büründü.
Aynı minval üzere giden soruların adedini çoğaltabiliriz. Ancak, bunlar yeterli.
Zira, benzer suallerin müşterek cevabı da aynıdır ve eminim ki, üzerinde mutabık kalınan "marazı teşhis"e dayalı bir cevap ortaya henüz konabilmiş değil.
O halde, şimdi de aynı mesele hakkında mantık silsilesi gereği karşımıza mutlaka çıkacak olan şu basit sualleri sıralayalım:
Acaba, hastalığı tam mânâsıyla teşhis etmeden, tedâvisi mümkün mü?
Acaba, sınır tanımayan bu kanlı karanlığın içyüzü bilinmeden, gerçek mahiyeti anlaşılmadan, üstesinden gelebilmek hiç mümkün olur mu?
Terörün karşısında, elbette ki silâhlı güç bulunacak ve her zaman da bulundurulacak. Ancak, bu metodun bile ne şekilde ve ne ölçüde kullanılması gerektiği, ayrıca daha başka ne gibi usûllere müracaat edilmesi gerektiği hakkında üzerinde ittifak edilmiş bir fikir, yaklaşım tarzı, yahut bir strateji var mıdır?
Peki, bütün bunlar olmadan, yani bu suâllerin tatminkâr cevabını bulmadan, bilmeden, bu kronik derdin devâsı hiç mümkün olur mu?
Şimdilik, son olarak şunları ifade etmek istiyoruz: Dert, ne kadar büyük olursa olsun, devâsının mümkün olduğuna kesin sûrette inanıyoruz. Dahası, bu belânın da bir an evvel başımızdan defolup gitmesini bütün içtenliğimizle arzuluyoruz. Ancak, bu meselenin mahiyetini en iyi bilenlerden biri olarak, kendi kendimizi aldatacak kadar saf davranamayız; ayrıca, çözüm noktasında ileri sürülen son derece sığ, kaba ve basit yaklaşımları görmezden gelemeyiz.
Hasılı, ne yazık ki illetin teşhisi doğru yapılmadığından, başvurulan tedâvi yöntemlerinin de müsbet bir netice vereceğine şimdilik inanamıyoruz.
Tarihin yorumu 15 Ekim1927
Nutuk'taki Karabekir Paşa
Mustafa Kemal, 15–20 Ekim (1927) tarihleri arasında yapılan CHP İkinci Kurultayında Nutuk'u okudu.
Altı gün boyunca okunan bu Nutuk'ta 1919–1927 yılları arasındaki hadiselerden söz ediliyor. Son bölümde ise, daha ziyade Kâzım Karabekir Paşanın ismiyle bağlantılı şekilde zikredilen Şeyh Said hadisesi, şapka meselesi, Terakkiperver Fırkası ile İzmir Sûikastı olayları anlatılıyor.
Haliyle, bütün bu olayların günahına en büyük hissedar olarak Karabekir Paşa ortak ediliyor.
İşte, Karabekir'in siyasî ve askerî hayatı da, bu tarihten sonra değişiyor. İstiklâl Mahkemesinde de yargılanan ve idamdan kılpayı kurtulan Karabekir Paşa, Ankara'dan ayrılmak ve İstanbul'a gelip yerleşmek mecburiyetinde kalıyor.
Ne var ki, İstanbul'da da rahat bırakılmadı, tam 10 yıl müddetle daimî bir takip ve gözaltında tutuldu.
Karabekir, hatıralarını yazdığı "İstiklâl Harbimiz" adlı eserini bu dönemde kaleme aldı. Ancak, hükümetin kararıyla bu eseri daha basılamadan toplatılıp yakıldı.
Hayatının en sıkıntılı yıllarını bu dönemde yaşayan Kâzım Karabekir, o kahredici günlerin ardından, nihayet 1939'da (M. Kemal'in ölümünden sonra) yeniden mebus seçilerek parlamentoya girdi. 26 Ocak 1948'de kalp krizi sonucu vefat ettiğinde, Meclis Başkanlığı makamında bulunuyordu.
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|