|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
Bir nur talebesinden mektup var |
|
Mektuplar vardır, eski zamanlara götürür.
Mektuplar vardır, insanları birbirine kavuşturur.
Mektuplar vardır, okuyanlara ahiretini hatırlatır.
Mektuplar vardır, insanlara yol gösterir.
Mektuplar vardır, hayat kurtarır.
Mektuplar vardır, yolu hasretle beklenir.
Mektuplar vardır, hazine gibi saklanır; zaman zaman açılıp okunur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerine; talebelerin üstadlarına yazdıkları mektuplara lâhika mektupları denmiştir. Bu mektuplar Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikaları olarak Risâle-i Nur Külliyatı içinde ayrı bir yer tutar. Bediüzzaman’ın vefatından sonra “lâhika” adı verilen mektupları yazma ve yayınlama geleneği başlamış ve devam etmiştir.
Bu yazımda daha önce hayatından ve hizmetlerinden bahsettiğim Merhum Osman Güler’in yazdığı iki mektubunu sizinle paylaşmak istiyorum. Osman Güler, Çankırı’daki dershane hizmetlerinin başlamasında büyük emeği ve katkısı olmuştur. 1973 yılında memuriyeti sırasında yakalandığı ağır bir hastalık sonucunda uzun süreli bir hava değişimi almıştır. O, bu süreyi bir köşede yatarak geçirmemiş, Çankırı’da başlayan Nur hizmetlerine vakfetmiştir. Hizmetlere koşarken hastalığını bahane etmemiştir. Şahsına hizmeti ise beklememiştir. Hastalığının ağırlaşması üzerine memleketi Çorum’a gitmiştir. Hastalığı onu uzun süreli yatağa bağlamıştır. Bu ayrılık onu Çankırı’daki hizmetlerden koparmamıştır. Bilâkis yazdığı mektuplarla irtibatını devam ettirmiştir.
Osman Güler, mektubunu “lâhika” formatında yazmıştır. O, mektubuna lâhikalarda olduğu gibi “Bismihî subhanehu”, “Esselâmu aleyküm” diye başlar. Muhatabına “Aziz, sıddık kardeşim” diye hitap eder. Hastalığın verdiği ağır sıkıntıdan dolayı mektup yazamadığını belirtir. Ankara’ya kontrole gittiğinde doktorları hastalığının vücudunun her tarafını kapladığını söylerler. Kardeşlerle görüşerek memleketine gitmeye karar verir. Memleketine gittikten on gün sonra Ankara’da öldüğü haberi duyulur. Bu haber üzerine Nur kardeşleri Osman’ın köyüne koşarlar. Ancak onun sağ olduğunu görürler. Meğer bir başka kardeşin ölümü onunla karıştırılmış. Osman Güler mektubunda (Ali) Vapur’un dershanesine uğrayan Hüseyin’in kendisini (fakir diye isimlendirir) ahirette olduğunu bildiğini yazar. Ben de o günlerde öyle düşünüyordum. Çankırı’daki kardeşler üzülecek diye kimseye de söyleyemiyordum. Hatta kendi aramızda hemen bir hatim indirdik. Duâsını da yapmıştık.
Osman Güler mektubunda, hastalığın verdiği sıkıntıları bir tarafa bırakarak Çankırı’daki iman ve Kur’ân hizmetine verdiği öneme dikkat çeker ve “Allah şifa verirse yarım günüm sıhhatli olsa Çankırı’da geçireceğim. Çünkü yaratılışımızın gayesi imana Kur’ân’a hizmet” der. O tarihlerde liseyi yeni bitirmiştim. Kısa bir süre–riya olmasın—Çankırı’daki nur hizmetleriyle meşgul olmuştum. Bu haberi aldığında merhum çok sevinir ve mektubunda bu konuyu sitayişle anlatır.
Osman Güler, dershanenin maddî meseleleriyle de ilgilenmektedir. Maaşından dershanenin kirasını ve diğer ihtiyaçlarını karşılar.
Ankara’da buluşmak için kardeşlerine üç günlük randevu verir. Bu randevuda konuşulacak konuları da şöyle sıralar: “Ömer abin izin alsın. Hüseyin kardeşle beraber o günlerde bir gün gelin de bir görüşelim. Hem hizmet işlerini de geniş geniş konuşuruz. (Ali) Vapurlu’nun orada sizi beklerim. Sizin gibi kahraman, fedakâr, ehl-i hizmet kardeşler için değil Çankırı’ya gelmek, dünyanın öbür başına da gidilse azdır.”
Osman Güler belirttiği tarihlerde Ankara’ya gelir. Kaldığı dershanede ziyaretine gittik. Uzun süre sohbet ettik, şakalaştık. Hatim indirdiğimizi, duâmızı yaptığımızı söyledik. “Allah razı olsun kardeşlerden. Ben ölmeden hatmimizi peşin indirmişler” dedi. Yakalandığı hastalık onu oldukça zayıflatmış ve sesini de kendisi gibi inceltmişti. Ayrılırken bir isteğinin olup olmadığını sorduk. “Hakkınızı helâl edin kardeşler, ben yolcuyum” dedi.
Biz de şakayla karışık “Hayırdır, yolculuk nereye ağabey” dedik.
O da “ahirete” dedi.
“Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere diğer büyük zatlara, özellikle Üstadımıza ve daha önce vefat eden Nur talebelerine selâm götürün” dedik.
Adeta istasyonda bir yolcuyu uğurlar gibi Osman Ağabeyi de ahirete uğurluyorduk. Üstadın tabiriyle, “Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın ictimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.”1
Osman Güler’le teker teker kucaklaştık ve helâllık diledik. Dünyada belki son defa görüşüyorduk.
Nur talebesinin dünyasında Nur vardır, başka şeylere yer yoktur. Onlar “tefâni” sırrıyla kardeşlerinde fâni olmuşlardır. Bir vücudun uzuvları gibidir. Kardeşleri adedince dilleri, ayakları, gözleri, kulakları, elleri vardır. Hepsi birbirinin yardımına koşar. Bir azası rahatsızlansa diğer azaları da rahatsızlanır.
Osman Güler, mektubunun kalan kısmında ihlâs ve sadakat dersi de verir. Merhum Zübeyir Ağabeyin dediği gibi o da adeta “Şimdi oku, kabirde okuyamazsın” dersini tekrarlamaktaydı. Rahmete vesile olması dileğiyle Merhum Osman Güler’in mektubunda yer alan o cümleleri sizinle paylaşmak istiyorum: “Muhterem kardeşim! Risâle-i Nur mesleği sadakat, ihlâs ve bol bol okuma mesleği. Üstad, Risâle-i Nur kendi talebelerini kendi yetiştirir, başkaları gibi vasıtaya muhtaç değildir, diyor. Elhamdülillah siz bol bol okuyun. Zaten okuyorsunuz da. Bir Ömer bine bedel olursunuz. Üstad dahi kendini aradan çekiyor, Risâle-i Nur’u gösteriyor. Kemal-i sadakatla onu okuyunca hepsi tamam oluyor. Bazen olur ki diyor bir nefer (er) bir şahı esir alır. İşte Nur talebeleri de Kur’ân’ın neferi, felsefenin şahlarını esir alıyorlar. Şimdi siz orada 111 kuvvetindesiniz. Bizim mesleğimiz kemiyet sayı çokluk mesleği değil; mesleğimiz keyfiyet, bine bedel olan bir olma, kendi kendini yetiştirme mesleği, Üstada, Risâle-i Nur’a sadakat, bağlılık mesleği. Güneş batsa, ay sönse, dünya patlasa yine dönmeme mesleği!”
Osman Güler, orada bulunanların isimlerini sayarak onlardan da helâllık diler. Mektubunun sonunda görüşmeye önem verdiğine bir kere daha dikkat çeker: “Ankara’ya hepiniz gelemezseniz biriniz gelin. Biriniz de gelemezseniz, bizim köye mektup yazın.”
Bu mektubu alan kardeşleri belirtilen yerde ve tarihte, Ankara’da buluşurlar. Kavuşmanın sevinci ile kucaklaşırlar. Osman Güler birkaç gün Ankara’da kaldıktan sonra tekrar köyüne döner.
Bu ayrılıktan yaklaşık 20 gün sonra Çankırı’daki kardeşlerine bir mektup daha yazar. Osman Güler, mektubuna selâmdan sonra “Muhterem kardeşim Ömerler, Hüseyinler!” diye devam eder. İyileşmeye başladığının müjdesini verip “Allah izin verirse tamamen iyi olunca hemen Çankırı’dayım İnşallah” der. Osman Güler, dershaneyle yakından ilgilenmeye devam etmektedir. Dershanenin taşınma durumunu sorar. Selâm ve duâlar ile mektubunu bitirir. Osman Güler, bir süre sonra Rahmet-i Rahman’a, sevdiklerine kavuşur.
Bu vesile ile bir kere daha Nur dâvâsına hizmet eden Nur talebelerinin ahirete göç edenlerine Cenâb-ı Allah’tan rahmet, hayatta olanlarına ihlâs, sadakat, sebat ve metanetler diliyorum.
Nurlu mektuplar, Nur hizmetlerinin tarihine ışık tutmaktadır. Artık hizmet mahalleri hizmetlerinin tarihçesini yazmaya başlayacaktır. Sadırlarda kalan hizmetler satırlara aktarılacaktır.
O günler geldi veya gelecektir, diye ümit ediyorum.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 39
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sünnette iktisat etmek 2 |
|
Nuray Hanım:“İktisat nedir? İktisat etmek güzel midir, yoksa cimrilik demek midir?”
İKTİSADIN ne olduğunu, iktisadın ferdî ve sosyal hayatımıza kazandırdıklarını ve bize maddî-mânevî nasıl yükseliş sağladığını dünkü yazımızda kısmen ele alarak, Bediüzzaman Hazretlerinin İktisat Risâlesini özetlemeye çalışmıştık. Kaldığımız yerden devam edelim: Dördüncü Nükte: “İktisat eden maişetçe aile belâsını çekmez”1 hadisinin sırrıyla iktisad eden geçim derdi ve sıkıntısı çekmez. İktisad kesinlikle bereket sebebi ve geçimde mutluluk ve bolluk vesilesidir.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri burada, Burdur’a nefyedildiği günlerde bazı zengin reislerin, parasızlıktan sefalete düşmemek için kendisine zekât vermeyi çok istediklerini, ama kendisinin bunu kabul etmediğini; onlara, “Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim” dediğini ve reislerin ısrarlı tekliflerini reddettiğini örnek olarak zikreder. İki sene sonra ise kendisine zekât teklif eden reislerin iktisatsızlık yüzünden borçlandıklarını, onlardan yedi sene sonra o az paranın iktisat bereketiyle kendisine kâfi geldiğini bildirir.
Evet, iktisat etmeyen zillete, başkasına yüzsuyu dökmeye ve sefalete düşmeye her an hazırdır.
Oysa iktisat edip zarurî ihtiyacı kadarıyla yetinse, “Şüphesiz ki, rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır”2 âyetinin sırrıyla ve “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın”3 âyetinin açık işaretiyle herkes, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacaktır. Çünkü bu âyetler rızkı taahhüt ediyor.
Rızık ikidir: 1- Hakikî rızık: Yaşamaya yetecek derecede verilen rızıktır. Bu rızık Allah’ın taahhüdü altındadır. İnsanlığın bulaşık eli bulaşmazsa bu zarurî rızık mutlaka gelecek ve hiçbir kimseyi aç bırakmayacaktır. Böylece esasen bu hakikî rızkı bulmak için hiç kimse ne dinini, ne namusunu, ne de izzetini satmaya mecbur olmaz.
2- Mecazî rızık: Görenek belâsıyla zarurî ihtiyaç listesine giren ve tiryakilik derecesinde bağlılık yapan gayr-i zarurî ihtiyaçlardır. Bu rızık Allah’ın taahhüdü altında değildir.
İşte zarurî olmayan bu rızkı kazanmak bu zamanda çok pahalı düşüyor. Başta izzetini fedâ ediyor, zilleti kabul ediyor, bazen alçak insanların ayaklarını öpüyor, bazen dilenci oluyor, en tehlikelisi ise, ebedî hayatın nûru olan dînini ve mukaddesâtını fedâ etmek sûretiyle bereketsiz ve uğursuz bir maddî kazanç sağlıyor.
Böyle haramların ve günahların mubah sayıldığı dehşetli bir zamanda, şüpheli mallarda zaruret derecesiyle yetinmek lâzımdır. Çünkü haram maldan zaruret derecesinden fazlasını zaten alamaz. Zorda ve darda kalan adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Ancak ölmeyecek kadar yiyebilir.
Öyleyse, hakikî rızık zaten taahhüt altındadır. Mecazî rızık için ise İktisad prensiplerini bozmaya gerek yoktur. Dinini ve mukaddesatını ön plânda tutmak bizi hem israf yapmaktan koruyor, hem de iktisadı yaşamamıza imkân veriyor. Beşinci Nükte: Cenâb-ı Hak cömerttir. En fakir adama en zengin adam gibi, köleye ve fakire padişah gibi nimetinin lezzetini hissettiriyor. Bir fakirin, açlık ve iktisat vasıtasıyla bir parça kuru ekmekten aldığı lezzet, bir padişahın veya bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyâde lezzetlidir.
İktisad eden kimselere cimri denemez. İktisat, izzet, onur ve cömertliktir. Cimrilik ise zillettir, israfçıların ve savurganların görünüşteki merdane hallerinin iç yüzüdür. Altıncı Nükte: İktisat ve cimrilik arasında çok fark vardır. Tevazu nasıl kötü haslet olan zillet ve alçaklıktan mânen ayrı, fakat sûreten benzeyen bir güzel ahlâk ise; vakar nasıl kötü haslet olan tekebbür ve büyüklenmekten mânen ayrı, fakat sûreten benzeyen bir güzel ahlâk ise; Peygamber Efendimizin (asm) yüksek ahlâkından olan ve kâinattaki hikmet ve nizamın önemli prensiplerinden olan iktisadın da, sefillikle, alçaklıkla, bahillikle, pintilikle, tamahkârlıkla ve cimrilikle hiç alâkası yoktur. Yalnız sûreten benziyorlar.
Bedîüzzaman bu nükteyi İmam-ı Azamın şu veciz tesbitiyle bitiriyor: “Hayırda israf olmadığı gibi, israfta da hayır yoktur.” Öyleyse hayrı takip eden ve hayra harcayan iktisatsızlık yapmış sayılmaz.
Yedinci Nükte: İktisatsızlık israfı doğurur. İsraf hırsı netice verir. Hırs da üç vahim neticeye götürür:
1- Kanaatsizlik. Kanaatsizlik çalışma şevkini kırar, şükür yerine şikâyet yaptırır.
2- Hüsran. Hırs, hüsran getirir; başarısızlık ve kaybetme sebebidir.
3- Hırs, ihlâsı kırar. İhlâs kırılınca, âhiret ameli de zedelenmiş olur. Dünyada bereketi kaldırdığı gibi, âhirete de hayır namına bir şey bırakmaz.
Netice olarak israf kanaatsizliği doğurur. Kanaatsizlik ise çalışma şevkini kırar ve tembellik verir. Şikâyet kapısını açar. İhlâsı kırar, riyâ kapısını açar. İzzeti kırar, dilencilik kapısını açar. İktisat ise, kanaati netice verir, malda ve kazançta bereket sebebidir. “Kanaat eden izzetli olur. Aç gözlü insan aşağılanır”4 hadis-i şerifinin sırrıyla, kanaat izzet demektir. Çalışmaya teşvik eder. Çalışma ve yaşama şevkini arttırır.
Dipnotlar:
1- Müsned, 1/447; 2- Zâriyât Sûresi: 58; 3- Hûd Sûresi: 6; 4- Et-Terğib ve’t-Terhîb, 1/586
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Uhdud Ashabı neden lânetlendi? |
|
Hayat bir imtihandır. Bu imtihanda insan kendisine verilen akıl, irade ve ömür sermayesiyle ya Yaratıcısının emirlerine uyarak melekleri geçebilecek seviyeye yükselecek, ya da nefis ve şeytanı dinleyerek hayvanlardan da aşağı dereceye düşecektir.
Bu sayede nebiler, veliler gibi insanlığın güneşi, ayı ve yıldızı olmuş nice büyükler boy gösterirken ne yazık ki ilâhlık dâvâsında bulunacak ve canavarlara taş çıkartacak derecede alçalabilen Nemrut, Firavun, Şeddad, Süfyan, Deccal gibi nice zalimler ortaya çıkmıştır.
Evet, bir kısmı kul oluşunu, acz, fakr ve zaafını hissededip Rabbine yönelerek yücelirken diğerleri aciz ve zayıf oldukları halde makam, mevki, saltanat, zenginlik, ilim gibi bir kısım maddî imkânlarına dayanarak havalara girip ilâhlık dâvâsında bulunacak derecede yoldan çıkmış nice insan zuhur etmiştir tarih boyunca. Dünkü makalemizde ele aldığımız bu olumsuz kanattaki insanlardan biri de hendekler kazıp Allah’a inananları ateşe atan, ilâhlık dâvâsında bulunan zalim hükümdar.
Büruc Sûresinde hendekleri kazıp inançlı masum insanları içine atıp zevkle seyreden bu vicdansız zalimlerden bahsedilir. “Uhdud Ashabına lânet olundu” diye başlayan âyetlerde şöyle buyurulur: “Tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi.
“O mü’minlerden intikam almalarının sebebi, onların, kudreti her şeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.
“O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü Kendisine aittir. Allah her şeye hakkıyla şahittir.
“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara eziyet eden, sonra tevbe de etmemiş olan kimseler için Cehennem azabıyla beraber bir başka yangın azabı daha vardır.
“İman eden ve güzel işler yapanlar için ise, altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu ise pek büyük bir kurtuluştur.”1
Ateşe atılan o mü’minler şu dünya hayatında ıztırap çektiler. Ama hayatlarını Allah yolunda feda ettikleri için şehitlik gibi yüce bir mevkiye ulaşıp Cennet gibi ebedî bir mükâfata erdiler.
Kur’ân’ın mü’minlere teselli sadedinde verdiği bu örnek şehadet mertebesine yükselen Yasir’le Sümeyye ve işkencelere maruz kalan oğulları Ammarları hatırlatıyor bize. İşkencelere maruz kalanlardan biri de Habbab bin Eret’ti. Uğradığı işkenceler karşısında bedduâ etmesini istediğinde Allah Resûlü (asm) Uhdud ehlinin zulümlerine maruz kalan insanları hatırlatıyor, “Eskiden inanan bir insan alınır, kazılan bir çukura konulup testereyle baştan aşağı ikiye bölünür, demir taraklarla etleri, kemikleri taranırdı da yine dininden dönmezdi” buyuruyor, sonra da İslâmın kemâle ereceğini, atlı bir kimsenin San’a’dan Hadramut’a kadar korkusuzca gideceğini, Allah’tan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka birşeyden korkmayacağını bildiriyor, “Ancak siz sabırsızlanıyorsunuz” buyuruyordu.2
Demek büyük dâvâlar büyük fedakârlıklar istiyor.
Dipnotlar:
1- Büruc Sûresi: 5-11, 2- Riyazü’s-Salihîn ve terc., 1:70-71; Hadis no: 41; Buharî’den.
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çözüm, şimdilik maalesef mümkün görünmüyor |
|
Terör belâsının bu milletin başından nasıl defedilebileceğine dair "çözüm arayışları" bütün hızıyla devam ediyor.
Siyasetçilerin, askeriyenin, medyanın, halkın gündeminde bu mesele var. Yapılan konuşmalar, tartışmalar, müzakereler, ağırlıklı olarak hep bu dayanılmaz sıkıntının, bu katlanılmaz ıztırabın etrafında dönüyor: Ne yapalım, nasıl edelim ki, bu hastalığı tedâvi edelim ve bu belâyı başımızdan atalım?
İyi, hoş, güzel de...
Sayın ağalar, beyler ve de paşalar.
Hemen buracıkta, size meselenin en önemli, en hayatî ve cevabı "olmazsa olmaz" derecede bilinmesi elzem olan temel soruyu yöneltmek istiyorum:
Sizce nedir bu hastalık?
Sizce bu belâ neyin nesi?
Hastalığı, marazı teşhis edebildiniz mi?
Etkili ve yetkili kimseler olarak, "hastalığın teşhisi"nde ittifak edebildiniz mi?
İsterseniz, yakın çevrenizdeki insanların da belânın, problemin teşhisi noktasında fikrini sorunuz. Acaba, onların söyledikleriyle kendi fikriyatınızda mevcut bulunan teşhis aynı mıdır?
Şu terör belâsı denilen şey, sahiden sadece basit bir terör vak'asından mı ibaret? Geneli sarsan bu musibetin çoğu karanlıkta kalan daha başka boyutları yok mudur?
Sûreten terör görünen bu kanlı belâ, sizce lokal bir sebep mi, yoksa içiçe girmiş, karmaşık ve muhtelif sebeplerin bir sonucu mudur?
Terör örgütü bir tek merkeze mi dayanıyor, yoksa içerde ve dışarda farklı merkezlere dayanan, onlardan kuvvet alan, aynı zamanda onların maksadına uygun taşeronluk vazifesi gören girift bir yapıya mı büründü.
Aynı minval üzere giden soruların adedini çoğaltabiliriz. Ancak, bunlar yeterli.
Zira, benzer suallerin müşterek cevabı da aynıdır ve eminim ki, üzerinde mutabık kalınan "marazı teşhis"e dayalı bir cevap ortaya henüz konabilmiş değil.
O halde, şimdi de aynı mesele hakkında mantık silsilesi gereği karşımıza mutlaka çıkacak olan şu basit sualleri sıralayalım:
Acaba, hastalığı tam mânâsıyla teşhis etmeden, tedâvisi mümkün mü?
Acaba, sınır tanımayan bu kanlı karanlığın içyüzü bilinmeden, gerçek mahiyeti anlaşılmadan, üstesinden gelebilmek hiç mümkün olur mu?
Terörün karşısında, elbette ki silâhlı güç bulunacak ve her zaman da bulundurulacak. Ancak, bu metodun bile ne şekilde ve ne ölçüde kullanılması gerektiği, ayrıca daha başka ne gibi usûllere müracaat edilmesi gerektiği hakkında üzerinde ittifak edilmiş bir fikir, yaklaşım tarzı, yahut bir strateji var mıdır?
Peki, bütün bunlar olmadan, yani bu suâllerin tatminkâr cevabını bulmadan, bilmeden, bu kronik derdin devâsı hiç mümkün olur mu?
Şimdilik, son olarak şunları ifade etmek istiyoruz: Dert, ne kadar büyük olursa olsun, devâsının mümkün olduğuna kesin sûrette inanıyoruz. Dahası, bu belânın da bir an evvel başımızdan defolup gitmesini bütün içtenliğimizle arzuluyoruz. Ancak, bu meselenin mahiyetini en iyi bilenlerden biri olarak, kendi kendimizi aldatacak kadar saf davranamayız; ayrıca, çözüm noktasında ileri sürülen son derece sığ, kaba ve basit yaklaşımları görmezden gelemeyiz.
Hasılı, ne yazık ki illetin teşhisi doğru yapılmadığından, başvurulan tedâvi yöntemlerinin de müsbet bir netice vereceğine şimdilik inanamıyoruz.
Tarihin yorumu 15 Ekim1927
Nutuk'taki Karabekir Paşa
Mustafa Kemal, 15–20 Ekim (1927) tarihleri arasında yapılan CHP İkinci Kurultayında Nutuk'u okudu.
Altı gün boyunca okunan bu Nutuk'ta 1919–1927 yılları arasındaki hadiselerden söz ediliyor. Son bölümde ise, daha ziyade Kâzım Karabekir Paşanın ismiyle bağlantılı şekilde zikredilen Şeyh Said hadisesi, şapka meselesi, Terakkiperver Fırkası ile İzmir Sûikastı olayları anlatılıyor.
Haliyle, bütün bu olayların günahına en büyük hissedar olarak Karabekir Paşa ortak ediliyor.
İşte, Karabekir'in siyasî ve askerî hayatı da, bu tarihten sonra değişiyor. İstiklâl Mahkemesinde de yargılanan ve idamdan kılpayı kurtulan Karabekir Paşa, Ankara'dan ayrılmak ve İstanbul'a gelip yerleşmek mecburiyetinde kalıyor.
Ne var ki, İstanbul'da da rahat bırakılmadı, tam 10 yıl müddetle daimî bir takip ve gözaltında tutuldu.
Karabekir, hatıralarını yazdığı "İstiklâl Harbimiz" adlı eserini bu dönemde kaleme aldı. Ancak, hükümetin kararıyla bu eseri daha basılamadan toplatılıp yakıldı.
Hayatının en sıkıntılı yıllarını bu dönemde yaşayan Kâzım Karabekir, o kahredici günlerin ardından, nihayet 1939'da (M. Kemal'in ölümünden sonra) yeniden mebus seçilerek parlamentoya girdi. 26 Ocak 1948'de kalp krizi sonucu vefat ettiğinde, Meclis Başkanlığı makamında bulunuyordu.
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Acz, fakr mesleği |
|
Acz ve fakr mesleği, önce insan olarak son derece aciz, zayıf ve fakir varlıklar olduğumuzun şuuruna vararak, Kadir ve Ganiyy-i Mutlak’a tevekkül etmek ve her şeyi yalnız O’ndan istemektir.
Acz ve fakrımız Risâle-i Nur’da özetle şöyle ortaya konur:
Çok nazik ve nazenin olan insan, “Doğduktan sonra bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.
Hem nihayetsiz acziyle beraber nihayetsiz belâlara mâruz ve hadsiz düşmanın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz ihtiyaçları var.
İnsan öyle bir zâfiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahal ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemez; onu yere serer, öldürür...1 Otuz bin defa büyütülüp ancak mikroskopla görülebilen bir mikroba, gözsüz bir akrebe mağlûp olur.
Rabbimiz dilemedikçe nefes alamaz, göz kapaklarımızı kıpırdatamayız. İhtiyaçlarımız âlemin her tarafına dağılmış, sonsuza uzanmış2 ve binden birisine elimiz yetişemiyor.3
İnsanın etrafında binlerce sırlı hâdise cereyan eder. Ayrıca insanın, en küçük mikroptan en büyük yıldızlara, unsurlardan depremlere kadar pek çok düşmanları vardır. Bunların tazyik ve baskılarından ancak O'na sığınmakla kurtulabilir.
Âlemin her tarafına dağılmış, sonsuza uzanmış ve binden birisine elimizin yetişemediği ihtiyaçlarımızı karşılayanı vicdanen bilir, acz ve fakr diliyle yalvarır, O’ndan ister, O’na sığınırız. Aczimizi ve fakrımızı idrak edip her şeyin dizginlerinin O'nun elinde, her şeyin hazinelerinin O'nun yanında olduğunu, her şeyin O'nun emri ve izniyle halledileceğini biliriz. Sadece O'na güvenir, O'na bağlanır, O'ndan yardım bekleriz. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun bükmez, minnet etmez, maddeye kul ve köle olmaktan kurtuluruz.
Acz ve fakr mesleğiyle, “Fakirlik, sıkıntı ve hastalık hallerinde ve cihadın şiddetli zamanlarında sabır ve sebat gösterirler. İşte îmânlarında sâdık olanlar onlardır. Ve onlar takvâ sahiplerinin tâ kendileridir”4 hakikatine ulaşır, gerçek şahsiyetimizi kazanırız.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 75.; 2- Sözler, s. 289.; 3-Sözler, s. 209.; 4-Kur’ân, Bakara, 261.
15.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Palin bir radikal! |
|
Kasım ayında yapılacak olan Amerikan seçimleri, Amerikan milleti için hangi yöne gideceklerini belirleyecekleri bir dönüm noktası olacak gibi görünüyor. Acaba Amerika bir dünya imparatorluğu olma sevdasında mı ilerleyecek, yoksa dünya toplumunun bir parçası olmayı mı seçecek?
Geçtiğimiz hafta, Amerikan medyasının bildirdiğine göre, başkan yardımcısı adayı Sarah Palin, Demokrat Parti adayı Barak Obama’nın destekçilerinin “teröristler” olduğunu iddia etti. Sarah Palin, Obama’nın, Vietnam savaşı militanlarından Bill Ayers ile ilişkisi olduğunu savundu. Sarah Palin yaptığı açıklamada, Barack Obama’nın son destekçilerinden birinin eski bir terörist olduğunu iddia etti. Palin, Bill Ayers isimli bu kişinin 1960’lı yıllarda (Yani Obama sekizli yaşlarındayken) Pentagon ile Amerika Birleşik Devletleri’nin başşehrine bombalı saldırı düzenlenmesine ilişkin kampanya yürüten grubun üyesi olduğunu ileri sürdü.
Dünyanın en güçlü ikinci liderlik pozisyonuna talip bir kişiden çıkan bu iddia en basit ifadeyle biraz tuhaf.
Amerika Birleşik Devletleri’nin senatörünün bir vatan haini olduğu iddiası, yani Obama’nın teröristlerin fikirleri ile aynı potada olduğunu kabul etmek ve onun Anti-Amerikancı bir felsefeye sahip olduğunu düşünmek oldukça çirkin bir davranıştır ve terbiye sınırlarını aşağılara çeken bir üslûptur.
Palin’in McCarthy’ci hilekâr tutumu bizlere bir kez daha neo-con politikacıların kendi siyasî hedeflerine ulaşmak adına nasıl davranabileceklerini gösteren ve ne denli kinci ve güvenilmez olduklarını ispatlayan bir hareket olmuştur.
Hiçbir delile dayanmadan Palin’in Obama’ya bu şekilde saldırması ve onu “çok iyi tanınan bir Amerikalı terörist” ile ilişkili göstermeye çalışması ve terör sempatizanı ilân etmesi aşırılığın ve radikalliğin ötesinde bir davranıştır.
O halde Palin’in bir radikal olduğunu söylemek oldukça doğru bir tanım olacaktır. Palin’in dünya görüşü dengesizdir. Bir kere onun başkan yardımcısı Dick Cheney ile dirsek teması halinde olması ve aynı görüşleri paylaşması bunu ispata yeterlidir. Kendisine Dick Cheney’nin ‘Başkan yardımcıları ne yasama, ne de icra organlarının bir parçasıdır’ şeklindeki görüşüne katılıp katılmadığı sorulduğunda, Sarah Palin şaşırtıcı bir şekilde “Evet” cevabını vermiştir. Halbuki ABD Anayasasının İkinci Maddesi net bir biçimde Başkan Yardımcılığı makamının bir İcra Organı olduğunu belirtmektedir. Palin’in bu görüşü hepimizin dikkat etmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü Palin’in ne denli tehlikeli bir idareci olabileceğine işarettir. Zira Başkan Yardımcısı’nın bağımsız olması gerektiği şeklindeki görüşü hırslı bir diktatörün düşüncesi gibidir.
Ayrıca Palin’in Obama hakkında öne sürdüğü “Teröristler tarafından destekleniyor” iddiası Caligulavari bir davranıştır. Sarah Palin gibi önemli bir makama aday olan bir insandan gelen bu türden bir iddia asla hafife alınamaz.
Palin’in dünya görüşünü ortaya koyan bir diğer durum ise radikal bir grup olan Alaskan Independence Party (Alaska Bağımsızlık Partisi-AIP) ile ilişkisidir. Palin, Obama’yı teröristler ile arkadaşlık kurmak iddiasıyla suçlarken, bir diğer yandan da şu an evli olduğu eşi bu sözkonusu radikal gruba olan 7 yıllık üyeliğini henüz yeni kesmiş bulunmaktadır. Evet Palin’in kocasının, Amerikan topraklarının beşte birini oluşturan ve zengin petrol arazilerine sahip olan Alaska’yı, Amerika Birleşik Devletleri’nden ayırmayı amaçlayan ve Washington yönetimini “sömürgeci bürokrasi” olarak tanımlayan AIP ile ilişkisi bulunmaktadır.
Bu grup Alaska’nın 1959 yılında bir ABD eyaleti olarak kabulünü, “illegal ve BM tüzüğüne ve uluslar arası hukuka aykırı” olarak nitelemektedir.
Evet, dünyanın en önemli makamlarına talip olan insanların ne tip insanlar olduğunu bilmek çok önemlidir ve Sarah Palin’in hikâyesi bu bakımdan tüyler ürperticidir.
Müslümanlar açısından baktığımız zaman da Palin sorgusuz sualsiz bir radikal olarak nitelenebilir.
Sadece Juneau’daki valilik ofisinde bir İsrail bayrağı bulunmasından ileri gelmiyor bu nitelememiz, belki bu ülkeye hiç gitmemiş olsa bile, şu gerçektir ki, Palin’in inancı ve görüşleri kendisini Cumhuriyetçi Parti içinde ileri gelen, güvenilir İsrail yanlısı neoconcusu konumuna getirmiştir.
Ancak onu asıl tehlikeli yapan İslâm’ı anlamamış olması yahut anlamak istememesidir. İslâmiyetin, İsrail açısından bir tehdit olduğu görüşü kendisini Filistinlilerin sorunlarına karşı körleştirmiştir. Bir John McCain-Sarah Palin yönetimi önceki başkan George W. Bush’un ve onun bazı üst düzey danışmanlarının bile uyarılarını dikkate almayacak ve İsrail’e güç vermeye devam ederken, bölgenin dengelerini de daha fazla altüst edecektir. Associated Press ajansının bildirdiğine göre Palin, bir kilisede rahiplik okulu öğrencilerine hitaben yaptığı bir konuşmada devam eden Irak savaşı hakkında konuşurken Amerika Birleşik Devletleri’nin “Tanrı’nın verdiği bir görevi yerine getirdiğini” ifade etmiştir.
Evanjelik bir Hıristiyan olan Merrill Matthews diyor ki; “Bayan Palin’in evanjelik protestanizm görüşü özellikle İsrail’in, İncil’in emirlerine dayanan sebeplerle korunmasını öngörür”.
Palin genç bir kız iken Wasilla Assembly of God Church (Wasilla Tanrı’nın Kilisesi Cemaati) tarafından vaftiz edilmiştir. O çok sık olarak aynı zamanda Tanrı’nın Pentekostal Cemaati’nin (Pentecostal Assemblies of God) bir parçası olan Juneau Hıristiyanlık Merkezi’ndeki toplantılara katılırmış. Onun mensubu olduğu kilise ise Church of the Rock (Kaya Kilisesi) olup, bağımsız bir cemaattir. Mr. Matthews bu konuda şunları söylemektedir: “Tarihsel olarak, Tanrı’nın Kiliseleri oluşumu eskiden beri dispensasyonalist yani İsa’nın İncil’deki kehanetlerini gerçekleştirmek isteyen bir gruptur. Onların görüşlerinin merkezinde ise İsrail çok güçlü bir şekilde desteklemek yatmaktadır. Görüşleri bu bakımdan hem kehanetle ilgili, hem de siyasîdir. Ayrıca İsrail’i dışlamak ve inkâr etmek, imanı inkâr ile eşdeğerdir.” Gerçekten de inançlarının insanı kör etmesi çok vahim bir durumdur. Çok garip bir çağda yaşıyoruz vesselâm...
TERCÜME: UMUT YAVUZ
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Herkes şefkat bekliyor |
|
Teröre karşı ‘sert tedbirler’ alınmasını isteyenler, karakol baskınlarını ve şehit cenazelerini bahane ederek bu isteklerini gündeme taşıyorlar.
Onlara göre, ne kadar ‘sert tedbir’ alınırsa; terör o kadar kısa sürede sona erer.
Daha önce de ifade etmeye çalıştık: Bu talep, gerçekleşmesi imkânsız ‘şehir efsaneleri’nden sadece biridir. Çünkü eğer ‘sert tedbir’ler terörü önlemeye yetseydi, ta baştan terör kök salıp, bu kadar yaygınlık kazanamazdı. Bunu görmek için son 20 yılda alınan ‘sert tedbir’lere değil, 1950 öncesi ‘tek parti devri’ndeki ‘sert tedbir’leri de hatırlamak lâzım. Bu tedbirler arasında, köyleri yerle bir etmekten tutun; bölgedeki insanları topluca Anadolu’nun Batısına ‘sürgün’e göndermek de vardı.
Bugün arzu edilen ‘sert tedbir’lerin tamamına yakını ve belki de daha fazlası geçmiş yıllarda uygulandı. Fakat görüldüğü üzere, terör bitmediği gibi daha da kök saldı.
Gazeteci yazar Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar, Diyarbakır’a gidip halkın nabzını tutmuşlar. ‘Sokak izlenimleri’ni anlatan yazarlar netice itibarıyla “Diyarbakır şefkat bekliyor” kanaatine varmışlar. Radikal’in haberine göre şehirde ‘etkili bir din adamı’ şöyle konuşmuş: “Bizim güvenlik gücünden çok şefkat ve merhamet gücüne ihtiyacımız var.” (Radikal, 14 Ekim 2008)
Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş, gazetenin bu manşetini görünce ‘dergicilik günleri’ni ve dolayısı ile Köprü dergisinin geçmiş yıllardaki bir dosya konusunu hatırlamış. Bu vesile ile biz de arşivimizden o ilgili sayıyı bulup “O günlerde neler söylemişiz” diye hatırlatmak istedik...
Evet, o yıllarda aylık olarak yayınlanan Köprü dergisinin Eylül 1987 sayısı, (21 yıl olmuş!) “Doğu Şefkat Bekliyor” başlığıyla neşredilmiş. Kapak yazısının ‘özet’i şöyle: “Tez elden. Yarın değil, ama ertesi gün çok geç olabilir.”
Yazıda yer alan bir ‘özet’de şöyle denilmiş: “Maruz kaldıkları onca mahrumiyete, onca tahrike rağmen devlete sadakatini kaybetmeyen Doğunun çilekeş ve gözü yaşlı anaları, vefakâr ve mazlûm babaları, mahzun ve masum çocukları şefkat bekliyor.”
Bir ‘resimaltı notu’nda da şöyle: “Tek parti devrinde başlatılan ırkçı uygulama, esasen Kürtçülüğe hız verdi.”
“On imza”nın yer aldığı kapak yazısında ‘terör’ konusundaki tartışmalar değerlendirilmiş ve çareler teklif edilmiş.
Aradan geçen bunca yıl, o günkü tesbitlerin haklılığını bir defa daha gösteriyor. Doğu’nun ‘sert tedbir’ değil, ‘şefkat’ beklediği keşke ta o zamanlar kabul edilseydi...
Elbette ‘şefkat’ bekleyen sadece Doğu ya da Güneydoğu’da yaşayanlar değil. Bütün ülke şefkat bekliyor. Problemlerin çözümünde şefkatin etkili bir yol olduğu keşke bilinse. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diyen atalarımız haksız mı?
Başta Doğu olmak üzere millet şefkat bekliyor... Bütün insanlık şefkat bekliyor.
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yetki talebi; niçin? |
|
Bu gidişin sonu da öyle mi olacak gibi bir çağrışım yaptırmasın; ama askerin son dönemdeki yetki talepleri bize 12 Eylül öncesindeki benzer istekleri hatırlatıyor.
Dönemin Başbakanı Demirel 4.12.1979 günü, hükümeti güvenoyu aldıktan dokuz gün sonra sıkıyönetim komutanlarını toplayıp, onlara “Durdurun bu kanı. Devletin, bunu sizden başka durduracak gücü yok. Ne isterseniz verelim. Yetki isteyin, yetki verelim; para isteyin, para verelim; asker isteyin, asker verelim; malzeme isteyin, malzeme verelim” dediğini anlatıyor.
(Bu konudaki geniş mülâkat İslâm Demokrasi Laiklik kitabının 203-31. sayfalarında okunabilir.)
Demirel’in yetki bahsinde koyduğu kayıt şu:
“Yalnız, gayriinsanî şekilde kullanılabilecek yetkileri bizden istemeyin. Ne gibi? Dersim Kanunu gibi, Sürgün Kanunu gibi, İstiklâl Mahkemeleri gibi, Takrir-i Sükûn Kanunu gibi. Hukuku tatil eden yetki istemeyin. Bu, zulme kaçar.
“Anarşi ve terörü önlüyorum diye devletin bizatihî kendisi terör vasıtası haline gelirse, öyle sağlanmış bir sulhün ne değeri vardır? İnsan haklarını tahrip etmeden sulhü sağlayın. Sulh ve sükûnu sağlamak, insan haklarını teminat altına almaktır. İnsan haklarını tahrip ederek sulh ve sükûnu sağlamanın anlamı yoktur.” (s. 206-7)
Sonrasını da şöyle anlatıyor Demirel:
“Daha önce aşağı yukarı bir seneye yakın uyumuş olan kanunları çıkardık. İstenen herşeyi verdik. Sonradan, yeniden yetki talepleriyle geldiler. Gördük ki, sıkıyönetim dahi kan dökülmesini önlemek için çare olmaktan çıkmıştır.”
Olayın daha önceki safahatına ilişkin olarak yine Demirel’in yaptığı tesbitler de hatırlanmalı:
“1978 Mart’ıyla beraber artan bir anarşi ve terör hareketiyle Türkiye karşı karşıya kaldı. 26. 12.1978 tarihinde Kahramanmaraş olayları göz önünde tutularak 13 ilde sıkıyönetim ilân edildi. O sıkıyönetim yedi-sekiz sene sürdü. 19.7.1987 tarihine kadar. Sonra yerini süper yetkili süper vali aldı, yani normale dönülmedi.” (s. 204)
Şimdilerde tekrar geri dönülmesinden kaygı duyulan OHAL de 30.11.2002’ye kadar sürdü.
Yetki dahil, istedikleri herşey verildikten sonra askerlerin yeni yetki talepleriyle gelmeleri üzerine, anarşi ve terörü önlemek için sıkıyönetimin de çare olmaktan çıktığını gördüklerini ifade eden Demirel’in ilginç bir tesbiti de şu:
“Sıkıyönetim ilânıyla beraber olaylar da arttı, azalacağına çoğaldı. Sıkıyönetim anarşi ve teröre çare olmadı. Nerede sıkıyönetim olduysa orada arttı anarşi. Ülke kan denizine döndü.” (s. 204)
Ve bütün bunları tamamlayan nihaî tesbit:
“Demek ki 12 Eylül’den bir hafta önce kan dökülüyormuş, bir hafta sonra dökülmüyormuş. Eşkiya devletten güçlü değilmiş. Bu meselenin üstüne çok dikkatle eğilmek lâzım. Bu sorunun cevabını Türkiye bulamadığı takdirde devleti işletmesi mümkün değildir.” (s. 213)
Demirel yıllarca bu suali sordu, ama cevabını alamadı. Ve sonunda kendisi de peşini bıraktı.
Ancak hâlâ cevapsız duran o sualin güncel versiyonları da önümüzde duruyor. “Anarşi ve terörü bitirme” gerekçesiyle yapılan 12 Eylül ihtilâlinden sadece dört yıl sonra, 1984’te ortaya çıkan PKK terörü, üç yıllık sıkıyönetim ve on beş yıllık OHAL dönemlerinde niye bitirilemedi? Ara ara yaşanan ve son dönemde tekrar yükselişe geçen terör olayları, altı yıldır OHAL kalktığı için mi hâlâ gündemimizi işgal ediyor?
12 Eylül öncesinde anarşi ve terörü durdurmakla vazifeli ve sorumlu olanlar, bu işi yapmak için talep ettikleri her türlü yetki ve imkân ellerine verildiği halde kan dökülmesine seyirci kalmaya devam etmiş ve bu durumu gerekçe göstererek devlet yönetimine el koymuşlardı.
Şimdi de AB reformlarıyla bir ölçüde kısılan yetkilerin yeniden iadesi talepleriyle, bölgenin ve Türkiye’nin sürekli bir OHAL ortamında tutulması ve askerin eski devirlerden kalma alışkanlıklarının, yani 28 Şubat türü örtülü müdahale sürecinin devam ettirilmesi mi hedefleniyor?
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Terörle mücadele yöntemi… |
|
Türkiye teröre karşı “yol haritası” arıyor. Terörle Mücadele Yüksek Kurulu dün de toplandı. Başbakan, “Gerekirse başka toplantılar da yaparak terörle mücadelede yeni yol haritası belirlenecek” diyor.
Görünen o ki çeyrek asrı aşkındır devlet hâlâ doğru dürüst bir “yöntem”i tesbit etmiş değil. Erdoğan’ın, “PKK’nın ortaya çıktığı ilk günden bu yana yapılan uygulamalara bakarak askerî önlemler dâhil başarısızlıkların nedenlerini incelediklerini” söylemesi, bunun açık bir itirafı…
Gerçek o ki, son Aktütün Karakolu baskınıyla özdeşleşen istifhamlar hâlâ cevabını bulmuş değil. Yüzlerce teröristin günler ve gecelerce toplanarak güpegündüz bir sınır karakoluna yaptığı saldırı, gün boyu süren çatışmaya rağmen desteğin saatlerce geç gelmesi ve Diyarbakır'da şehrin ortasında polis otobüsünün taranmasındaki ciddî istihbarat zaafına açıklık getirilmemiş.
Bu bakımdan öncelikle “istihbarat zaafı”nın üzerinde durulması gerekiyor. Başta güvenlik birimleri arasında etkin istihbarat paylaşımı olmak üzere, sınır güvenliğinin sağlanması; sınır karakollarının fizikî durumlarının iyileştirilmesi, yapılacak işlerin başında geliyor.
Keza dağa çıkışları önleyecek bölgeye yönelik sosyo-ekonomik tedbirlerin ele alınması lâzım. Genelkurmay’ın sözünü ettiği “ödenek sıkıntısı”nın mutlaka giderilmesi gerek… Ne var ki Başbakan, “palyatif önlemler peşinde olmadıklarını” söylese de, Ankara’nın aklına ilk gelen temel hak ve özgürlükleri kısıtlanması oluyor.
Başbakan ve Genelkurmay Başkanının katıldığı sözkonusu “terör zirveleri”nde yine demokratikleşme ve özgürlüklerden “tâviz”den başlanması, bu açıdan Türkiye için büyük bir talihsizlik…
ÖZGÜRLÜKLERDEN TÂVİZ OLMAZ
Ankara’nın bu defa da bu yanlışa sapması, demokratikleşmeden, hukukun üstünlüğünden, temel hak ve hürriyetlerden cayması, uzun zamandır büyük gayretlerle elde edilen kazanımları kaybetmesi anlamına geliyor.
Zirvede nihaî sonucun ne olacağı bu satırların yazıldığı sırada henüz netlik kazanmamıştı. Lâkin özgürlükleri daraltmak açısından Anayasanın değiştirilmesini gerektiren gözaltı süresinin uzatılması, sorguda avukat bulundurulmaması ve özellikle jandarmaya polis gibi şehirlerde de kolluk görevi yapma yetkisi verilmesi, daha baştan AB uyum yasalarıyla çelişiyor.
Demokratik ülkelerdeki gibi jandarmanın doğrudan İçişleri Bakanlığına henüz bağlı bulunmayıp Jandarma Genel Komutanlığının emrinde olduğu sistemde, şehirlerde de jandarmanın görev yapmasının güvenlik birimleri arasında meydana getireceği karmaşaya peşinen zemin hazırlanıyor.
İşin ilginç yanı, “Gözaltı süresi uzatılabilir mi, bakıyoruz” diyen Başbakan, “gözaltı, sorgulama ve aramalar”a ilişkin “bazı yasal düzenlemeler”den bahsediyor; daha işin başında İngiltere’deki uygulamayı “AB’deki uygulamalara örnek” gösteriyor. Adalet Bakanı, “reformlardan geri dönüş” yok dese de, hükûmet kanadının daha baştan kazanılmış temel hak ve hürriyetlerden “fedakârlığa” râzı olduğu görüntüsünü veriyor…
İstismara açık “âcil durumlar”da hâkim ve savcı izni olmadan araç, mesken ve işyeri aranabilmesine yeşil ışık yakan hükûmetin, gözaltı süresini yeniden uzatılması ve “avukatsız sorgulama” taleplerine teşne olduğu gözleniyor…
ANKARA BU GERÇEĞİ GÖRMELİDİR...
Türkiye, elbette ki terörle mücadele yöntemini geliştirecek. Elbette ki, GAP’ın tamamlanması, istihdam sağlayacak projelerin bitirilmesi için çalışması lâzım. Elbette ki, sivil ve asker herkesin, 40 bin insanının katline sebebiyet verdiren terörün durması için her türlü çâreye başvuracak…
Ancak yeniden örtülü bir biçimde adı konmamış “Olağanüstü Hal Yönetimi”ne dönüş terörle mücadelede baştan beri sayılan hiçbir sorunu çözemediği ortada. Sormak lâzım; karakol baskını karşısındaki zâfiyet hangi özgürlük yüzünden oldu? Sonra demokrasi ve insan haklarından tâvizle şimdiye kadar neyi halletti? OHAL’e dönüş çâre olsaydı, bölgenin ve hatta bütün Türkiye’nin uzun yıllar sıkıyönetimle, Olağanüstü Halle yönetildiği dönemlerde terörün kökü kurutulurdu. Özgürlükleri kısıtlamakla terör önlenseydi, şimdiye kadar çoktan önlenmişti…
Oysa tam tersi, özgürlüklerin kısıtlanması, bölücü teröre bahane oluyor. Sonuçta asker ya da polis, kendince Türkiye’nin hukuk reformlarını berhava edecek bazı “ek önlemler” isteyebilir. Bu onların görüş zâviyesi…
Lâkin siyasî iktidarın kendi eliyle buna fırsat vermesi, zaten durmuş olan demokratikleşmeden, hak ve özgürlüklerden geriye gidilmesi, küresel ekonomik krizin kıskacındaki Türkiye’yi daha da vâhim bir çıkmazın içine sokar; terörle mücadeleden de bir netice alınamaz…
Zira, dünyanın hiçbir yerinde güvenlik gerekçesiyle özgürlüklerin kısıtlanması, teröre ve şiddete engel olmamıştır. Otuz yıldır Türkiye’de de olmadığı gibi…
Ankara artık bu gerçeği görmelidir…
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ahmet Cevdet Paşa’dan Kardavi’ye |
|
Geçenlerde yeni banknotların üzerindeki resimler tartışılırken Ahmet Cevdet Paşanın kızı Fatıma Aliye Hanım’ın fotoğraflarının da yeni banknotların üzerinde yer alacağını öğrenmiş olduk. Akif ailesi gibi Cevdet Paşa’nın ailesi de talihsiz bir ailedir. Dünya görüşünü benimsemesi noktasında çoluk çocuğuna telkinleri yeterli olmamıştır. Netice itibarıyla, Cenâb-ı Hak bir âlimden bir zalim, bir zalimden de bir âlim dünyaya getirebilir. Nitekim ezelden beri sünnetullah böyle cereyan etmektedir.
Hidayet, hanedandan hanedana değil fertten ferde intikal etmektedir. Âdem Aleyhisselâm ile oğulları Habil ve Kabil’den beri durum bu minval üzeredir. Cenâb-ı Hakk, âl-i İbrahim, âl-i İmran, âl-i Davud gibi bazı aileleri seçmesine rağmen onlara sürekli muafiyet vermemiş ve bu noktada Hazreti İbrahim Aleyhisselâm’ın duâsına da icabet etmemiştir. Peygamberimizin de ümmeti noktasında bazı duâlarını kabul etmemesi gibi. Aksi takdirde, duâların kabulü pekâla sünnetullahın işleyişini ortadan kaldırabilirdi. Bu ise murad-ı İlâhiye terstir. Dolayısıyla her nesil kendi imtihanını kendi adına verir. Neticede Ahmet Cevdet Paşanın torunu İsmet, Katolik rahibe oldu. Tevfik Fikret’in oğlu Haluk, Protestan papaz… Haluk bir Protestan kilisesinin papazı olarak 1965 yılında öldü. Namık Kemal’in torunu ise kimliğini bir ateist olarak oluşturdu. Akif’in torunu ise Komünist Partinin başına geldi.
Bunları yadırgasak da sünnetullaha uygun gerçeklerdir. İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesinin haberine göre, Hamas’ın Batı Şeria’daki liderlerinden olan Şeyh Hasan Yusuf’un oğlu Mus’ab Yusuf da, ABD’ye iltica edip, Hıristiyanlığa geçmiş. Mus’ab Yusuf, “Umarım, babam da gözlerini Hz. İsa ve Hıristiyanlığa açar” diyormuş. Haberi bir fasık naklettiği için epistomolojik olarak kuşku duyabiliriz, ama ontolojik bağlamda böyle bir haber gerçek olabilir. Zira örnekleri var. Kardeşi Suheyb böyle bir haberi tekzip ediyorsa da.
***
Saldırgan misyonerler olduğu gibi saldırgan mezhep daileri de var. Saldırgan mübeşşir ve misyonerlerden birisi kuşkusuz el Hayat Kanalı’nda gece gündüz İslâma sataşan Butros Zekeriya’dır. Karizmatik bir vaiz. Mısır lehçesini de gayet tatlı kullanıyor. İşinin erbabı, ama baltayı sürekli taşa vuruyor. Hamaslı Şeyh Hasan Yusuf’un oğlu da iddialar doğruysa bazı telkin ve propagandalardan etkilenmiş aynen İsmet gibi. İslâmiyetin bir savaş dini ve warmonger (savaşa kışkırtan) bir din olduğuna kanaat getirmiş, bu kanaati de onu Hıristiyanlığa sevk etmiş. Bu kanaate varan birisinin Haluk olmaması düşünülemez. Bu bağlamda, eskiden Şia’dan Ehl-i Beyt yoluyla etkilenme olurdu. Günümüzde bu kalmadı veya en aza indi. Buna mukabil siyaset yoluyla imale etme ve ayartma usulleri var. Bunun da iki vechesi var. Kimileri pasifist olma sebebiyle tepki duyarak Hıristiyanlığı seçerken kimi de proaktif kişiliği sebebiyle teşeyyü etmektedir. Ne ilginçtir bir yazarın deyimiyle Irak ve Afganistan’da direnen Sünnîler taifi ve mezhepçi olurken Hizbullah tersine ümmetçi olmaktadır. Sistani gibi alenen Sünnîleri tekfir edenler varken; kendi tekfircilerini es geçenler Sünnî tekfircilerden bahsetmektedirler. Yani başkalarının gözünde çer çöpü görenler kendi gözlerindeki merteğin farkında bile değiller. Kardavi’nin de isabetle teşhis ettiği gibi Şia’nın bu yönüne meftun olanlar ya mezheben teşeyyü ediyorlar ya da siyaseten. Siyaseten teşeyyü etmiş olanlardan bazıları Fethi Yeken ve Fehmi Huveydi gibi zevattır.
***
Butros’un kimyasına uyan Şiî dailerden birisi Ali Gurani’dir. İba, Gadir ve Envar gibi Şiî haber sitesi ve ajansların haberine göre Ali Gurani sonunda Kardavi’nin Şiîlere öfkesinin kaynağını bulmuş ve keşfetmiş. Meğerse oğlu Abdurrahman Kardavi babasının temsil etmiş olduğu Sünnîlikten Şiiliğe transfer olmuş ve bu transfer sebebiyle Yusuf Kardavi öfkesini Şiîliğe boşaltmış. Yani Ali Gurani ‘Yarası olan gocunur’ demeye getiriyor. Çok ilginç. Demek ki Kardavi üstte onlarla takrip ve yakınlaşma sohbetleri yaparken alttan alta telkinlerle oğlunun kafasını çeliyor ve Şiîleştiriyorlarmış. Bravo onlara. Tabiî ki Kardavi bu tarz tali saldırılara tenezzül edip cevap vermiyor. Onun yerine Mısriyyun gibi bazı gazetelerde dostları veya bazı yazarlar ona vekâleten cevap veriyorlar. Tabiî bu tarz bir meselenin hiç yaşanmadığını söylüyorlar. Halbuki, Mehr Ajansından Hasanzade tam tersine Kardavi’nin çocuklarının Batı’da bohem hayatı yaşadıklarını ileri sürüyordu. Gerçekten de bu tali tartışmalar ortasında tartışılan meselenin mahiyeti kaynayıp gidiyor. Terbiyelerini verdiği hâlde çocukları Batı hayatını benimsemiş ve tercih etmiş ve bohem hayatı yaşıyorsa Kardavi üzülür ama bundan sorumluluk duymaz. Keza teşeyyü meselesi de böyle. Kardavi şahsî bir meseleden bahsetmiyor. İran’ın Sünnî dünyasını Şiîleştirme gibi bir gizli gündeminden bahsediyor ve bu gizli planlarını da takiyye ile örtbas ettiklerini ifade ediyor. Bunun İslâm dünyasında çok büyük gaile açacağını ve İran’ın da bundan menfi etkileneceğini söylüyor. Şia’nın tarihi geleneği böyledir. Sevilen sayılan insanlara dailik malzemesi olması için Şiîlik kulpu takar. Bizdeki Aleviler de böyle. Belki de kendilerine güvensizliklerini böyle aşmaya çalışırlar. Yavuz’dan öncesiyle sonrası arasında sun’î bir ayrıma giderler. Hatta Kızılbaşlık tarihi yazan bazıları Osman Gazi’nin isminin aslında Osman değil de Ataman/Atman olduğunu ileri sürerler. Zamanla tahrifata uğramış derler. Buna mümasil, İran’da kimileri Gazali’nin ölürken Şiîliğe geçtiğini ispat etmeye çalışır. Bazıları da ölmüş Ezher şeyhlerinden birisiyle yaptığı mektuplaşmalarda onun Şiîliği seçtiğini iddia eder. Oğulları reddetse de hayâlî mektup arkadaşı dâvâsından vazgeçmez. Hadde hesaba gelmez isnadlar...
Bağcılar Belediyesi’nin tertip etmiş olduğu Aliya Sempozyumu’nda da hadi skandal demiyelim de böyle bir hâl yaşanmıştır. Aliya ile hatıratını anlatan Hüseyin Hatemi, Aliya’nın bir Ali prototipi olduğunu ileri sürmüş ve ardından oğlu Bekir’i de Bakır yapmıştır. Bosnalılar Bekir’e Bakir demektedirler. Bu onların bir telâffuz şeklidir. Bizim Muhammed’e Mehmet dediğimiz gibi. Orada Hüseyin Hatemi şipşak bir biçimde saplantılarını konuşturmuş Bekir İzzetbegoviç’in huzurunda onu Bakır yapmıştır. Bereket bir vaftiz törenine benzer bir tören icra ve tertip etmeyi aklından geçirmemiştir. Burada sorun elbette Bakır değil ve dileyen bu ismi koyar. Mesele, Bekir ile Bakır arasındaki ayrımda ve en küçük vesile ile bu ayrımın yapılmasındadır. Meselenin üzücü olan yanı budur. Maalesef Murad Hoffman’ın dediği gibi küfür gibi taassup da birçok hakikati örter. Gannuşi’nin deyimiyle Şiîlerin temel sorunu sevgi ve nefretteki ifrat makamlarıdır. Onlarınki Bediüzzaman’ın kavramlaştırmasıyla, harfî mânâdaki nefret ve harfî mânâdaki sevgidir. Bu da taassubu tevlit etmektedir. Cafer-i Sadık, tarihçilerin ittifakıyla Hazreti Ebubekir ile Hazreti Ali’nin müşterek torunudur. Dolayısıyla ondan sonrakiler de öyledir. Muhammed bin Ebubekir’in tercihini hepimiz biliyoruz. Bu bir siyasetçinin ‘Fethullah da bizim Feyzullah da bizim’ dediği gibidir; Bekir de Bakır da bizimdir. Bir türküde söylendiği gibi: Türk–Kürt kardeştir ayrımcılık yapan kalleştir. Artık kabirde olsun onları rahat bırakalım. Maalesef Ümmeti Muhammed’in bugüne kadar en ağır imtihanı dahilde Şiîlerle olmuştur. İran devrimi maalesef siyaset üzerinden bu yarayı yenilemiştir. Veli Nasr gibilerin Şiî uyanışı gibi kitapları bunun ispatıdır.
Ahmet Cevdet Paşa’nın torunu İsmet,
Katolik rahibe oldu. Tevfik Fikret’in oğlu Haluk, Protestan papaz… Haluk bir Protestan kilisesinin papazı olarak 1965 yılında öldü. Namık Kemal’in torunu ise kimliğini bir ateist olarak oluşturdu. Âkif’in torunu ise Komünist Parti’nin başına geldi.
15.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|