Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yargı krizi ve hükümet |
Erzincan’da hayli zamandır, belki cereyan ettiği yerlerde çok şiddetli ve hararetli bir şekilde süregelen, ama ülke genelindeki yansımaları “düşük profilli” bir seyir takip eden çekişme, son gelişmeler üzerine bir anda gündemin bir numaralı maddesi haline geliverdi. Ergenekon tartışmalarıyla da irtibatlandırılan hadisenin içinde üst düzey komutanlar, MİT görevlileri ve tabiî ki yargı mensupları var. Gözaltılar, sorgulamalar ve tutuklamalar sürüyor. Bu girift ve karmaşık zincirin son halkası Erzincan’daki Başsavcının, Erzurum özel yetkili Savcısı tarafından, eviyle makamında yapılan aramaların ardından önce gözaltına alınarak, bilâhare mahkemenin kararıyla tutuklanması oldu. Avukatının verdiği bilgiye göre, Başsavcı “Ergenekon terör örgütüne üye olmak, evrakta sahtecilik, tehdit ve iftira” gibi ithamlara muhatap. İşin arkaplanında ise, Başsavcının “AKP ve Gülen’i bitirme planı” olarak kamuoyuna yansıyan plan kapsamında, bazı cemaatlere yönelik geniş bir operasyon için harekete geçtiği, ama önce hükümetin perde gerisi müdahaleleri ile engellendiği, sonra Erzurum adliyesi üzerinden yargı kanalının devreye sokulduğu belirtiliyor. Sonuçta, Başsavcının gözaltına alınıp tutuklanması ile, cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanıyor. Bu durum bir yönüyle “Yargıda iç savaş” gibisinden yorumlara konu olurken, Yargıtay, Danıştay, HSYK gibi kurumları da ayağa kaldırıyor. Aslında Ergenekon süreci başta olmak üzere son dönemde olup bitenleri, her alanda devam eden demokrasi-statüko mücadelesinin yargıdaki yansımaları olarak değerlendirmek mümkün. Askerî-sivil yargı ikilemindeki yetki çatışmaları, bunun tezahürlerinden biri. Ama olay bu tasnife sığdırılamayacak kadar derin. Çünkü sivil yargıda da statükonun dayanakları çok kuvvetli. İlâveten, Türkiye’de 27 Mayıs’tan beri zaten var olagelen yargı vesayeti, AKP hakkındaki kapatma dâvâsında verilen kararla iyice koyulaştı. Onun için, eğer statüko ile mücadelede başarı isteniyorsa, bunun son derece sağlam bir altyapıya dayandırılması ve çok iyi hazırlanıp dikkatle uygulanan bir strateji ile götürülmesi lâzım. Ve maalesef eksik olan şey de bu. Askere sivil yargı düzenlemesi AYM’den niye döndü? Çünkü anayasaya aykırıydı. Anayasanın ilgili maddesini düzeltmeden kanun çıkarmaya kalkışıldı, sonuç bu oldu. Meclis yine yara aldı. Bütün mesele, bu da dahil olmak üzere gündemde olan veya alttan alta işlemeye devam eden kriz konularının esaslı çözümlerini içine alacak kapsamlı bir yargı reformunun, AB’nin de ısrarlı çağrılarına rağmen bir türlü yapılamayışı. Aylardır devam eden HSYK krizinde de aynı durum söz konusu. İşleyişin iyice tıkandığı noktalarda varılan geçici uzlaşmalarla bir süreliğine vaziyet idare ediliyor, ama temeldeki sorunlar birikerek gelip patlama noktasına doğru gidiyor. O tür hallerde de hükümet “dik duruş” görüntüsünden “diklenmeme” pozisyonuna geçiyor. Şemdinli iddianamesini hazırlayıp hışım çeken Savcı Sarıkaya’nın harcanmasında olduğu gibi. Şimdi benzer bir âkıbetin, Erzincan Başsavcısını gözaltına alıp tutuklattıran Erzurum savcılarının başına gelmesinden endişe ediliyor. Savcıların yetkisini kaldırıp haklarında suç duyurusunda bulunan HSYK’da bu kararın alındığı toplantıya Adalet Bakanı Müsteşarının da katılmış olması ise, hükümetin kamuoyuna verdiği farklı mesajlarla çelişen bir durum olarak görülüyor. İlgili kanun gereği, Müsteşar katılmasa ne o toplantı yapılabilecek, ne de bu karar alınabilecek. Ama katılıyor ve karşı oy kullansa da, kararın alınmasına dolaylı katkı sağlıyor. Sonra da Bakan çıkıp, hadise için “ikinci Şemdinli” diyor! Sonuç: Beş yılı aşkındır AB reformlarını savsaklayan hükümetin değişken, zikzaklı, çelişkili, sağlam duramayan, gayri samimî tavrı, yakındığı statükonun elini güçlendiriyor. Ve demokratikleşmenin önünü tıkıyor, en azından geciktiriyor. 19.02.2010 E-Posta: [email protected] |