19 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Şükrü BULUT

Ağlama Duvarı


A+ | A-

Ülkenin ve milletin şu kaos, tereddî ve zaruretten “siyasî iktidarlarla” kurtulacağına inanan kitlelerdeki “ümit erimesi” iyice belirgin hale geldi. Gerek 12 Eylül ve gerekse 28 Şubat ihtilâllerinin ardından iktidara gelmiş muhafazakâr kadrolara millet büyük ümitler bağlamıştı. Şimdi de milletin haklı isteklerini zamanın nisyan sularında eritmenin, unutturmanın veya istikbale havale etmenin imkânsızlığını herkes görüyor. Medyada kerratla yazılan ve seslendirilen söz konusu beklentilere girmeyeceğiz.

Bu meselede bizim “tarafgirane” baktığımızı düşünenleri; doğru haberleri, istatistikî bilgileri ve beklentilerimizin aksine gelişen hadiseleri dikkatlice incelemeye dâvet ediyoruz. Belki de bu meselede yazmaya ihtiyaç olmayacaktı. Fakat her gün her gün bu millete radyo, tv ve diğer medya araçlarıyla anlatılanlar, bizi de bu tarafa çekiyor.

İktidarın “aczini beyan” makamı olmadığını hepimiz biliyoruz. Şayet demokratik bir süreç işliyorsa, ülkede muhalefet iktidara bu imkânı da vermez. Türkiye’de yaklaşık 8 senedir taaccüp ettiğimiz tablo biraz değişik. İktidar zaman zaman ağlayıp sızlanmasına rağmen muhalefet iktidarı ne sıkıştırıyor ve ne de zorluyor. Manzaraya dikkatlice baktığımızda bir tiyatroya dönüşen siyaset sahnesinde herkes rolünü kusursuzca oynamaya gayret ediyor ve sahnede kalabilmenin mücadelesini veriyor.

Şu iktidar döneminde dinî ve manevî hayatımızda yaşanan yozlaşma ve dejenerasyon, Bediüzzaman Hazretlerinin “dünyayı dine tercih” noktasına tahşidat yapan Kur’ânî ikazları ve Asya’da medeniyetin ancak din ile geleceği hakikatleriyle çatışırken, birilerinin şu milleti dehşetli bir girdaba sürüklediği hissini de bize veriyor.

Dini ticarete âlet eden holdinglerin Avrupa’daki felâketini yakın mesafede seyreden birisi olarak, hükümetin ekonomik gidişatından da ciddî olarak kaygı duyuyoruz. Holdinglerin bilhassa son demlerinde “doğru bilgi”ye ulaşmak iyice güçleşmişti. Sorulan soruları cevaplamak yerine “sıcak para devrinin” tatlı neticeleri gösteriliyordu. Avrupa’da temayüz etmiş kişi ve kuruluşlar “hediye, bahşiş ve imkân” üçgenine hapsedilmişlerdi. Sonra olan oldu. Sadece Fadıl’ın kartel medyasına, sivil toplum kuruluşu temsilcilerine ve başkalarına peşkeş çektiği halis insanımızın paraları, Avrupa’da yüzlerce kalp ve beyin krizleriyle ölümleri, bir o kadar intiharı ve binlere varan aile facialarını netice vermişti.

Ülkemizdeki aktüel ekonomik politikaların neticelerinin “global bir sıcak para devrine” bağlı olmamasını temennî ediyoruz. Aksi halde “yeni liberallerin” idare ettiği bankaların icraları Devlet-i Aliyenin iflâsından daha elim neticelere götürebilir. Zira ne Rothschild’ların ve ne de Soros’ların insafına emniyet edilmez.

İktidar makamının “ağlama duvarı” olmadığını söyleyen bilge siyasetçilerin sözü bir hakikati de hatıra getiriyor. Eğer çoğu önemli icraatlar Meclis iradesinin dışında vuku buluyorsa âcilen millete gitmek zorundadır iktidar. 12 Eylül’ün kalemizde yıktığı menfezlerden ülkeye dalan “haricî cereyanlara” karşı millî bir siyaset seferberliği gerekli olabilir. Mevcut kaos hali içinde haricî güçlerle şu şartlarda masaya oturmak ve iç siyasette gerilimi tırmandırmanın, hem vatana, hem millete ve hem de İslâma büyük zararlar vermesinden endişe ediyoruz.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Duâ, tesbih ve zikir sayısı (2)


A+ | A-

Neden Peygamberimiz (asm) günde 70 kez tevbe-i istiğfar etti? Neden 71 kez veya 171 kez değil! Neden esmâ-i hüsnâyı, belli duâları belli rakamlarda çekiyoruz?

Bunlar, taabbudî, ibadete dayalı meselelerdir. Hangi rakam olursa olsun, neden sorusu gelecektir zaten! Bunlar birer şifredir. Şifreyi herkesin bilmesi gerekmez. Sebze ve meyveleri yeriz, ama içinde kaç çeşit ve ne miktarda vitamin, kalori olduğunu bilmeyiz. Bunları sahanın otoriteleri daha iyi bilir. İşte, bazı âlimler, esma-i hüsnanın ve duâların bazılarının şifrelerini (kendi ilimleri, tefekkürleri, zikirleri, takvaları derecesinde) çözmüşlerdir.

***

Niçin duâ veya esmâ zikrinin sayısı farklıdır? Farklıdırlar, zira bakış açıları ve zaman farklıdır. Eskiden, anahtarların dişleri birkaç tane idi. Sonra gelişti. Şimdi büyük rakamlara dayanan şifreli anahtarlar çıkmıştır.

Elbette duâ ne kadar çok okunursa, o kadar makbuldür. Ancak, zaman ve zemine göre, şart ve imkânlara göre farklılık arz eder.

Şüphesiz ki, duâlarda önemli olan da ihlâstır. Yâni Allah rızasıdır. Yoksa, muradın yerine getirilmesi değildir. Yâni, nasılki güneş yükselip ortaya geldiğinde öğle, gölgesi iki kat olduğunda ikindi, battığında da akşam namazının vakti girmiş olur ve namaz kılınır. Aynen öyle de bir sıkıntı geldiğinde, bir musîbete hedef kalındığında veya bir hâcet zuhûr ettiğinde, meselâ “salât-ı tefriciye” duâsının vakti girmiş olur. Duâ ederiz, Allah dilerse kabul eder, dilerse daha iyisini verir.

Eğer muradımız yerine gelmezse, duâ etmenin vakti henüz bitmedi, duâya devam edilecek demektir. Çünkü, dünyevî işlerimizde bile, bir işi elde etmek için, bazı makam ve mevki sahiplerine bir, üç, beş sefer müracaat etmekteyiz. Kâinatın Sultanı olan Cenâb-ı Hakk’a her zaman duâ etmeli, yalvarmalı, herşeyi O'ndan istemelidir.

Rakamlara dayalı duâlarımızın kabul olmaması veya tesbihatlarımızın netice vermemesinin bütün sırrı “sayı”da değildir. Zira, bunların da imtihan boyutu var, ihlâs, samimiyet boyutu var, kader boyutu var, zaman, zemin ve şartlar boyutu var.

***

İşte, takva mertebelerinde mertebe kat eden geçmiş zamanın maneviyât büyükleri, yani âlimler, zahidler, zakirler, şakirler, kısaca evliyalar, Kur’ân’da ve hadis-i şeriflerde geçen duâ ve Esma-i İlâhiye’nin sayılarını kendi zaman, şart ve derecelerine göre, istihraç ederek belli rakamlara göre tasnif etmişlerdir.

Söz onlarındır. Yoksa, ne ibadetleri, ne de hâl ve hareketleri takvaya yaklaşmayan günümüz “bilginlerinin veya ulemâussû’”un değildir.

Çok silik söz ticarette geziyor, her sözün kalbe girmesine yol vermemeliyiz.

***

Kâinattaki her faaliyet, Esmâ-i Hüsna’dan birisine dayanır; yani o isimlerin tecellisidir. Her insanda da farklı İlâhî isim/isimler hâkim mânâda tecellî eder. Dolayısıyla her insan, Allah’ın farklı bir ismini veya isimlerini zikretmeye meyyal olabilir. Bütün isimler, belli miktarlarda da vird edinilebilir. Hiç şüphesiz, her Esma’nın zikri, ihlâs derecesine göre etki bırakır.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Nejat EREN

Okunan kitaplar, Okuyan insanlar


A+ | A-

Okumak” ile başlayan ve devam eden bu fâni hayat, gerçek mânâda okumamanın, okuyamamanın, hakikati öğrenememenin ve görememenin dehşeti ve cehaleti ile harap olup gidecek. İlâhî emir böyle bildirdiğine göre takdir de öyle olacaktır.

Ümmi peygamberin ümmeti olanlar, nübüvvet silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği “Nur” ile kâinatı ve insanlığı ışıtıp ısıtan hakikatleri okuyarak, yazarak elde edip tarihe geçirdiler. Tarihi öyle yazdılar.

Tahribatçılar da tarih boyunca bunun aksini iddia edip, karanlığa çalışmaya devam ettiler ve ediyorlar. Konuyu az da olsa açıp, biraz kavramak için; kısaca tarihçesine bir bakıp sonra asıl konumuza dönelim.

Ülkemizde Cumhuriyet tarihiyle başlayan, bin yıllık ecdadın tarih ve kültürüne tamamen sırtını dönen ve her alanda olduğu gibi dil alanında da kasten kısırlaştırılan, “ırkçılık ve devletçilik” kokan sözümona bir ilim ve tahsil anlayışı var ve hâlen etkisini devam ettiriyor. Bunu anlamak için “harf inkılâbıyla” başlayan ve 1970’lere kadar devam eden, Türkçe alfabe diye de millete empoze edilen “Lâtin Alfabesi”nin “okuma (!) kitapları”na bakılabilir. “Yat yat uyu!”, “Ali topu at. Suna topu tut!” şeklindeki, eğitim anlayışı, ilim tahsili ve ahlâkî ruhtan yoksun resmî ideolojinin papağanvârî tekrarlarıyla dolu bu saçmalıklarını yarım asırdan fazla okuyan nesillerin hâli ortada. Osmanlı’ya düşmanlığın, kendi öz tarih ve kültürüne sırt dönmenin tescilli markası bir uygulama! Ne gariptir ki; alfabe işe olumsuzlukla başlıyordu! Kitabın kapağında da, içinde de “Okuma!” olumsuz fiili vardı. Neden; ‘Ders Kitabı, İlim Kitabı, Eğitim Kitabı, Hayat Kitabı… vb’ daha etkili ve güzel ifadeler kullanılmadı acaba? Dikkate değer değil mi? Evet bütün bunları millet olarak sorgulayamadık! Milletimizin birliği, beraberliği, kardeşliği ve huzuru için bütün bunlara katlandık. Ama bundan sonra bu böyle devam etmeyecek artık. Herkes tarihin karanlık sayfalarını kurcalayacak ve oynanan oyunları, gençliğe kurulan tuzakları, millete yapılan zulüm ve beyan edilen yalanları soracak, sorgulayacak! Çünkü biliyoruz ki, bunlar öyle hafife alınacak, gözden kaçan konular değil. Her şey belli bir plân ve program dâhilinde yapıldı. Hâlen de bu sinsi plân devam ettirilmeye çalışılıyor. Buna çok çarpıcı bir örnek: Tek parti devrinin millî eğitim bakanının resmî beyanatlarında, otuz sene sonra ‘Allah’ kelimesini asla diline almayan bir nesil meydana getirme plânı vardı. Resmî söylemlerde ‘Allaha ısmarladık’ yerine ‘görüşmek üzere’ ifadesi ikame edilmiş, konulmuştu. Türkçülük ve Kemalizm adına insanların “kafatasını ölçme” işleri başlatılmıştı. İşte şu anda millet olarak çektiğimiz bunca sıkıntının temelinde bu yanlış ve çarpık uygulamalar yatıyor.

Okumayan bir milletin ve neslin böyle modern bir çağda, dünyanın bir köy haline geldiği bir asırda ayakta durup, hayatiyetini sağlıklı olarak devam ettirmesi mümkün olur mu? Elbette olmaz, olamaz! Peki ne yapmak gerek? Allah, insanoğluna akıl, fikir, mantık, muhakeme, hafıza, irade gibi kendi hayatını devam ettirmesi için birçok nimetler vermiş. Bunları yerli yerinde kullanarak hayatiyetini devam ettirecek. Hem Yaratanına iyi bir kul, hem peygamberine iyi bir ümmet, hem milletine, insanlığa, kendisine karşı iyi bir fert olacaktır.

Bu cennet vatan ülkemiz Türkiye’de milyonlarca insan bu derin çarpıklıkları birlikte yaşadı ve bir kısmı artık yavaş yavaş ortadan kalksa da daha birçoğunu maalesef hâlâ beraber yaşamaya devam ediyoruz. Ama bir hakkı teslim etmek gerektir ki, karanlığa mum değil “ışık” yakan bir irade çıktı bu ülkede: Bediüzzaman Said Nursî. Hayatın bir parçası olan bir külliyat var, elden ele, gönülden gönüle, ilden ile dolaşan: Kur’ân’ın manevî tefsiri “Risâle-i Nur Külliyatı!” Ve bir camia var bu ülkede dünyaya dal budak salmış: “Nur Cemaati!”

Hakka teslim olanlar “okumayı, ilim tahsil etmeyi, öğrenmeyi” hayatlarının bir parçası ve düsturu haline getirdiler. Hayatın gayesi ve vazgeçilmezleri arasına koydular. Çok daha önemlisi, “okuma”nın mahiyetini kavrayıp “hayata” geçirdiler. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!” hakikatini kavrayıp, sarıldılar ve onun gereğini yapmak için okuyorlar.

İşte bu camianın içinde bir meslek, meşrep ve misyon sahibi cemaat var: “Yeni Asya Nur Camiası!” Bu nurlu camia kırk bir yıl önce “Gayemiz vatan sathını bir mektep yapmaktır” parolasıyla yola çıktı. O gün bu gündür, bu nur yüzlü insanlar; hanımı, beyi, genci, ihtiyarı, çalışanı, emeklisi, esnafı, memuru, bürokratı, san'atkârı kitap okuyor. İlim okuyor. Kâinatı okuyor! Hakkı okuyorlar. Kitap okumak onların hayatlarının vazgeçilmez bir parçası.

Onların tatili, izni, emekliliği yoktur. Onların hafızalarının en müstesna köşesinde hep “hizmet” vardır. Kalpleri, gönülleri, ruhları İlâhîliğin, kudsiyetin, maneviyatın en derin his ve heyecanlarıyla doludur. Onların ellerinde, dillerinde en başta “Allah Kelâmı Kur’ân” vardır daim okunan. Risâle-i Nurlar vardır daima tefekkür ve fikir için. Cevşenleri vardır daima zikir için.

“Yeni Asya”ları vardır hakikatin gür sesi, Nurların naşir-i efkârı, hakikatlerin lâhikası. “Can Kardeş”leri vardır, taze ve körpe gönüllerin tesellidârı, geleceğin ümitvârı. “Bizim Aile”leri vardır, hanelerin gül çiçeği, gönül kanaviçesi. “Köprü”leri vardır, akademik platformdaki sesi, nefesi, ilim erbabıyla hakikat nüvesinde buluşma, müzakere, muhakeme, araştırma, tanışma, tanıtma vasıtası. “Genç Yaklaşım”ları vardır dinamizmin, enerjinin kaynağı, istikbal çiçekleri gençler için. “Sentez Haber”leri vardır, internet dünyasıyla hakikatleri dünyayla paylaşmak ve gerçeklerle yüzleşmek için.

Onların, bu Nur Sevdalılarının bulunduğu her yer evleri, iş yerleri, vasıtaları, “ayaklı kütüphane” mesabesindedir. Okurlar, okuttururlar, dinlerler, dinlettirirler. Tefekkür eder, ettirirler.

İşte ben bir aydan beri yukarıda bahsettiğim her gruptan bu gönül sevdalılarının içerisindeydim. İzmir’in hizmet ve tarih dolu Tire ilçesindeki fedakâr Nur kahramanlarının dâveti üzerine başlattığımız “hizmet yürüyüşü”, yine İzmir’in Bayındır ilçesindeki fedakâr ve gayretli ehl-i hizmetin ve gençlerin “Risâle Okumak” programına katılmakla devam etti.

Burdur’da çok hoş hizmet merkezimizdeki genç ve gayretli üniversiteli kardeşlerimizle olan kısa beraberliğin ardından, bu mevsimde beyaza bürünmüş yeşilin tarihle buluştuğu Osmanlı ocağı güzel Bursa’mızdaki şahane hizmet merkezimizde Manisalı üniversiteli gençlerle geçirdiğimiz dolu dolu bir hafta onlar kadar beni de derinden etkiledi.

İstanbul “Şekerci Hanı”ndaki çok hoş ve insanın içini ısıtan şahane mekânda yapılan ders, sohbet, toplantılarda alınan kararlardan sonra hizmet aşkıyla yanan Adapazarı’ndaki mütesanid cemaatin okumaya karşı olan derin vukufiyet ve heyecanını yaşadık.

Zonguldak’ta geçen bir haftamızın sadece bir gününü münhasıran evlât ve torunlarımıza ayırabildik. Her akşam başka bir yerde “İlim okuma meclisleri”nde ruhlarımız teneffüs ediyordu.

Son olarak geçen haftaki yazımızda uzunca bahsettiğimiz üzere serhat şehri Kars ilimizde hepimizi derinden etkileyen bir güzel programla, “Oku!” emrinin gereklerini yerine getirmeye çalıştık.

Hâsıl-ı kelâm; Allah’ın en başta bu ülke insanına bahşettiği harika bir “Külliyat” var elimizde. Ve de okuyan, okutan, kitapla dost bir cemaat var bu ülkede ve dünyada elhamdülillâh. Dünya döndükçe okumayı devam ettirmek dilek ve temennisiyle.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Söz sahibi


A+ | A-

Son Ankara ve Van seyahatlerimdeki seminer, sohbet, taziye ve Van Merkür TV konuşmaları akabinde çeşitli kişilere muhatap oldum. Bilhassa açılım paketi üzerinde herkes kendi açısından bir değerlendirmenin içine girmektedir. Bazıları muteber, bazıları ise akıl alacak cinsten değil. Bir kimlik adı altında vatanımızın parçalanmasına ve hatta dağdakilerin haklı gösterilmesine çaba gösterenleri gördüm. Fikir mücadelesi ile terörizmi bir çizgide görenlerle karşılaştım. Üzülmeme rağmen, kızmadan saatlerce uğraştım ve şahit olduğum ve bildiğim hakikatleri dile getirdim. Çünkü şap ayrı, şeker ayrı...

Onların hepsine ayrı ayrı söylediğim sözleri tekrar ediyorum. Nurs doğumlu ve 18 yıl kaldığı Van, Bitlis ve yakın vilayetlerde söz sahibi Hz. Bediüzzaman’dır. Zira gençliğinin baharından dar-ı bekaya irtihaline kadar müthiş bir azim, irade, tefekkür ve iman mefkûresi içinde, yörenin bütün aşâir ve fertleriyle, valisinden paşasına, çobanından şeyhine kadar bütün halk kesimiyle bire bir ve toplu olarak muhatap olmuş, dertleri teşhis etmiş ve çareleri neşrettiği aziz külliyatında yazmıştır. Yani açılımın harikası...

Bu bölge ile iktifa etmeyerek âlem-i İslâm ve âlem-i insaniyet üzerinde Kur’ân-ı Hakim’den ve Seyyidimiz, Peygamberimiz ve tek reisimiz Hz. Muhammed (asm) Efendimizden feyz ve ilham alarak çareler ve kurtuluş yollarını avn-ı İlâhî ile takdim etmiştir. Hiçbir menfaat gütmeden Allah için, vatan için, millet için, insaniyet için bir ömrünü vakfetmiş, fikir yürütmüş ve bunun karşılığında her türlü işkenceye ve eziyetlere göğüs gerip sabrederek, meşrû zeminlerde hakkı ve hakikatı dâvâ etmiştir.

Şahsıma sayısız suâllerle muhatap olan kişilere sordum, söyledim ve konuştum: Sizler acaba Hz. Bediüzzaman’ın, hepimizin sosyal ve içtimâî hayatına bakan Uhuvvet Risâlesi’ni okudunuz mu? Oradaki âyet ve hadisleri gördünüz mü? Okudumuş ve görmüş iseniz; sizler bunun neresindesiniz? Okumadınız ise ve görmediniz ise okuyun, görün ve yaşayın...

Bizler bugüne kadar onun mektebe-i irfanında sebkat ederek bin türlü elem, ıztırap ve takozlara rağmen yol kat ettik, sizler bu yolun hangi yakasında yer aldınız? Meşrû zeminlerde söz sahibi olan, yaptığı gönüller üstü hizmetiyle milyonların imanının kurtulmasına vesile olan, büyük hizmetlere masadak olan, karanlıklardan nura ulaştıran ve vatanımızın bir mânâda çehresini değiştiren Hz. Üstad’ın ve onun yetiştirdiği, ülkenin her kademesinde imkânlar muvacehesinde yer alan mümtaz şahsiyetlerin neresindeyiz?

Yine onlara dedim: Bir metre 100 santimdir. 101 ve 99 dediğiniz müddetçe çıkmaz sokaktan çıkamazsınız. Bediüzzaman’ın özellikle o mahalde koyduğu ölçüler gerçek ölçüler ve sosyal hayatın temel taşlarıdır. Kim olursa olsun, bu Kur’ânî ve imânî ölçülere uyması elzemdir. Şarkın söz sahibi bu koca sultan, Lemaat eserinde “İslâmiyet selm ve müsalemettir. Dahilde niza ve husumet istemez” diyor. Kimlik dâvâ edenler bunun neresinde olması lâzımdı? Yine En’am Sûresi 164. âyette “Birisinin hatasıyla diğeri hatadar olamaz”, millet olarak bu âyetin neresinde olmalıydık? Mektubat’ında “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” Bu reçetenin neresinde olmalıyız? Ancak bu prensiplerle kimlik dâvâsı olur. Evet bizim kimliğimiz “Mü’minler ancak kardeştirler.” (Hucurat Sûresi: 10) Dağa taşa bunu yazmalıyız...

Koca sultanın asrın başında durarak söylediği “Ey ehl-i iman! Ey ehl-i iman aşireti ve ey âlem-i İslâm” şeklindeki birlik dâvetine hangi kulaklarımızla muhatap olduk? Olanlar bahtiyar oldu ve bu bahtiyarlık içinde, onun Kur’ânî metreleriyle, vatanımız bir baştan bir başa ışıklanmıştır. "Kimin imanı varsa o cihetle kardeşimizdir” (Kastamonu Lâhikası) düsturuyla herkesi kucaklamış ve ayrım yapmadan vatan sathını mekteb-i irfan yapmıştır. Model ve çıkış yolu budur. Onun için söz sahibi de Hz. Bediüzzaman’dır. Onu dinlemeli, reçetesine göz atmalı ve ilâçlarına devam etmelidir. Bu cihetle; Türkiye tünelinin hem önü, hem de diğer ucu açıktır ve nurludur. Her sahada çağın müceddit ve imamını dinlemeliyiz.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Vahiy anlaşılmak ve yaşanmak için iner


A+ | A-

Tarsus’tan Serpil Hanım: “Burada bir arkadaş ortamında birisi sordu: Madem Peygamberimiz (asm) kâinatın yaratılmasına sebeptir ve Allah insanlara din olarak İslâm’ı seçmiştir, o halde Peygamberimiz (asm) niye en son peygamber gönderildi? Niye ilk olarak gönderilmedi?”

1- Allah’ın takdiri, tensibi ve zamanlaması böyledir. Beşer bu tensibe sadece boyun eğer. İlâhî takdir ve tensip, olduğu gibi kabul edilir.

2- Hazret-i Muhammed (asm) kâinata rahmet olarak gönderildi.1 Yani aslında onun (asm) dini ve mesajı kâinata ve kâinatta var olan her akıl sahibine necat verecek ve bütün zamanlarda bütün insanları kurtaracak bir bilgi deposu ve merhamet hazinesi olarak, önceki peygamberler vasıtasıyla insanlığın medenî seviyesine uygun şekilde nâzil oldu. Eğer İslâmiyet kemâle ermiş bir biçimde ilk din olarak gönderilseydi, ilk insanlarca anlaşılmaz, kavranmaz ve yaşanmazdı. Yani bu son zamana gelen Allah’ın dini ve şeriatı, ilk insanlar için teklif-i mâlâyutak olurdu, yani güç yetirilmez bir teklif olurdu. Bu din ve kitapla Peygamberimiz (asm) ilk zamanda gelseydi, uygulanamayan dinî emirlerle ve okunup anlaşılamayan âyetlerle gelmiş olurdu. Bu durumda ise bu din âlemlere necat kaynağı ve rahmet vesilesi olmazdı.

Çünkü meselâ insanlar henüz sosyal ve ekonomik hayatı teşekkül ettirmemişken zekât emri, sadaka emri, hac emri anlaşılır emirler olmazdı. İnsanların günahları henüz ayyuka çıkmamışken, Allah’ın bağışlayıcı olduğu müjdesi yeterince kavranamazdı. Fitne, fesat, kavga, gürültü, öfke, kin, nefret duyguları yeterince başa dert olmadan, bu duyguların arsızlığı yeterince bilinmeden, güleryüzlü olmanın, iyilik yapmanın, yardımsever olmanın, bağışlayıcı olmanın, hüsn-ü zan yapmanın iyi ahlâktan olduğu hakikatini insanlar kavrayamazlardı. Güzel ahlâk bütün üstünlükleriyle ortaya konamazdı. Çünkü insanın ferdî ve sosyal seviyesi buna hazır değildi.

3- Netice olarak; ilk insanın fizikî, sosyal ve psikolojik yapısına uygun şekilde Allah’tan vahiy gelmesi gerekiyor ve bu vahyi tebliğ edecek peygamber de onlara, onların diliyle ve onların anlayış seviyesine göre hitap etmesi gerekiyordu. Cenâb-ı Allah tarafından yapılan da budur. İlk peygamber Hazret-i Âdem’e (as) ilk insanın seviyesine uygun biçimde on sayfalık vahiy geldi. Ona gelen İslâmiyet, son Peygamber Hazret-i Muhammed’e (asm) gelen İslâmiyet’e nispeten elbette çok sadeydi. Ayrıntıdan uzaktı. O günün insanının kaldırabileceği şekilde detaysız ve yalındı.

İnsanlar sosyal ve ferdî hayatlarında ayrıntıya, farklı yaşayış tarzlarına, farklı kültür ve alışkanlıklara girdikçe, Allah’ın gönderdiği din ve şeriatlar da insanların fehimlerine uygun şekilde füruata girdi. Bu fıtrî bir süreçtir. Allah hiçbir zaman hiçbir insan topluluğuna güç yetiremeyecekleri emirler ve yasaklar göndermemiştir. Allah’ın her peygamberle gönderdiği din, o zaman insanının sosyal ve kültürel alt yapısına, kabiliyetlerine ve anlayış seviyesine uygunluk arz etmiştir.

Nihayet Cenâb-ı Allah son zaman insanının ulaştığı medenî seviyeye ve anlayış düzeyine uygun biçimde kemâle erdirdiği dinini, son defa bir rahmet vesikası olarak rahmet Peygamberi Hazret-i Muhammed (asm) ile gönderdi. Güzel ahlâkın bütün unsurlarını içinde toplayan bu son din, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Hazret-i Muhammed’in (asm) kâinatın hem çekirdeği ve hem meyvesi olması ciheti ile bir bütünlük oluşturmuştur. Tıpkı ağacın en başında var olan çekirdeğin, ağacın bütün meyvelerinin rengi, kokusu, dokusu, rızık ciheti ve içinde sakladığı yeni çekirdekleriyle kemâlini göstermesi gibi. Bu din, insanlığın bütün kabiliyetlerini kemâlâtın zirvesine taşıyacak bir istidatta, kemâlâtın bütün dallarında zirvede bulunan bir peygamberle (asm) bize tebliğ edilmiştir.

Bize sadece bu dini anlamak ve bu rahmet peygamberine sorgusuz sualsiz ümmet olabilmek kalıyor!

Dipnot:

1- Enbiyâ Sûresi: 107. Yaşadığınız veya yaşanmış “ne ekersen onu biçersin” örneklerini yazacağınız yazışma adresimiz: [email protected]


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Amerika’da ırkçılığın panzehiri Risâle-i Nur


A+ | A-

Amerika’da, siyah ırkı kötülemek ve karalamak için doğrudan veya dolaylı olarak bir çok çaba sarfedilmiştir. Bu çalışmaların bir çoğu siyahi aileleri insanlıktan çıkarmak amacıyla yapılmış, baskıcı ve ayrımcı (apartheid) ekonomik ve sosyal politikalar uygulanarak, Amerika’nın siyah nüfusunun, orta sınıf Amerikan toplumu içinde erimesi ve yok olması istenmiştir.

Siyah kanı ile beyaz kanının birleşmesi fikri bile, Beyaz Amerika’nın ekseriyetinin tüylerini diken diken etmeye yeter. Bu beyaz Amerikalıların çoğu, siyah kanın beyaz kan ile birleşmesinin, beyaz ırkın yüceliğine bir halel getireceği ve lekeleyeceğini düşünür.

Bu şeytânî düşüncenin kökenlerini, bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri’nde en kötü hâliyle yaşanılan kölelik uygulamalarında görmek mümkündür. Bu lânetli düşünceler ciddî mânâda şerlidir ve bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri’nde kendilerini “Tanrı’nın hizmetkârları” olarak tanımlayan bir takım güçler tarafından uygulanmıştır. Bu tür beyaz gruplardan bazıları, Beyaz Hıristiyan Şövalyeleri (White Christian Knights), Ku Klux Klan, Dazlaklar (Skin Heads) ve The Breed (Soy) gibi ırkçı gruplardır.

Amerika’nın bu yerel terörist grupları, Birleşik Devletlerin kırsal kesimlerinde faaliyet gösterir ve beyaz olmayan yahut Hıristiyan olmayan insanlar üzerinde sistematik bir terör uygularlar.

Bir kaç haftadır Yeni Asya için yazı yazamıyordum, çünkü Ohio eyaletinin doğu kesimindeki küçük bir kasabada, yine böyle bir terörist grubun faaliyetlerini protesto etmek ve onlarla yapılan mücadeleye destek vermek amacıyla yapılan faaliyetlere katılmaktaydım.

Ocak ayında, Batı Pennsylvania ve Doğu Ohio’nun Appalachian dağlarının eteklerinde yer alan bölgesinde faaliyet gösteren bir yerel aktivist grup, sözkonusu bölgede Ku Klux Klan ve beyaz militanlardan oluşmuş bir başka terörist grubun siyahi öğrencilere saldırılar düzenlediği ve Ohio’nun Nelsonville şehrinde siyah aileleri rahatsız ettiklerine dair bilgi vererek insanî kurum ve kuruluşları ve aktivistleri bu terörle mücadeleye çağırmıştı.

Bu bölgede yaşamakta olan bir arkadaşımdan konu ile ilgili bir mail aldım ve durumun ciddiyetini kavradım. Zira arkadaşım özellikle Nelsonville’de bir teknik kolejdeki siyahî öğrencilerin tehlike altında olduğu ve sözkonusu terörist grubun bu okuldaki genç siyahî öğrencilerin öldürülmesi konusunda militanlarına çağrıda bulunduğu bilgisini verdi.

“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Kur’ân-ı Kerim, 4:135)

Ben de arkadaşımın bu yardım çağrısına kayıtsız kalamazdım. Ben bir Müslümanım! Adaletsizliğin karşısına dikilmek ve adaleti sağlamak için mücadele etmek benim birincil vazifemdir. Mazlûmun hakkını zalime karşı savunmayı ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü yerde İslâm’ın doğru yolunu ve adalet anlayışını duyurmayı boynumun borcu bilirim.

Bir Müslüman, vatanını ve vatanı içinde yaşayan yurttaşlarını ve hemşehrilerini sever; aynı zamanda her nerede adaletsizlik ve zulüm olduğunu görse, gidip o kötülüğü def etmek için mücadele eder.

“Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman, 78)

Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) hayatı şüphe bırakmayacak derecede bize gösteriyor ki, İslâmiyet, takipçilerinin mücadele etmelerini isteyen bir dindir. Zira Kur’ân-ı Kerim, kendisini okuyanları “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak” konusunda defaatle teşvik etmektedir.

Ohio’nun Nelsonville şehrinde, İslâm’ın barış ve adalet anlayışı konusunda bir konuşma yaptım. Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursî’nin başlatmış olduğu nurlu ve büyük müsbet hareketten bahsettim. Bu küçük kasabadaki insanlar, Said Nursî’nin, sözleriyle İslâm’ın barış anlayışını, nefret ve düşmanlığa karşı nasıl kullandığını ve mücadele ettiğini can kulağıyla dinlediler.

Şüphesiz Amerika’daki ırkçı gruplarla mücadelemiz devam edecektir. Memnuniyetle ifade etmek istiyorum ki, bu kardeşiniz, Amerika’da Doğu Ohio’da küçük bir kasabada, daha önce hiç Said Nursî’nin adını duymamış bu insanlara, düşmanlıkla nasıl mücadele edeceklerini ve Risâle-i Nur’un aydınlatıcı fikirlerini anlatma fırsatı yakaladı.

Gelecek yazımda Ohio’daki başka hatıralarımı da anlatacağım inşallah.

Allahu Ekber.

Tercüme: Umut Yavuz

Risale-i Nur in America

In America, many efforts are made subliminally and directly to paint the

Black race as inferior and violent. Much of this is done to dehumanize Black

families so that economic and social policies of oppression and apartheid

are maintained in order to contain America’s Black population from melting

into the mainstream of American society.

A vast majority of White America deplores the notion of any mixing of Black

blood with White blood. Many white Americans see the mixing of Black blood

with whites as a deluding of white racial supremacy.

This evil notion is rooted in the inhumane practice of slavery which once

permeated in the United States. These wicked ideas are evil and have been up

held by forces in the United States who claim they are servants of God. Such

white groups are known as the White Christian Knights of the Ku Klux Klan,

Skin Heads and the Breed.

These American domestic terrorists groups roam the rural countryside of the

United States and terrorize anyone who is not white or of the Christian

faith as they see it.

For the past few weeks, I have been unable to write for Yeni Asya News

because I have been engaged in a struggle to defeat these groups terrorizing

a small town in the Eastern part of the state of Ohio.

In January, a local activist organizing in the region of the Appalachian

foothills of Western Pennsylvania and Eastern Ohio alerted activist networks

around the country that the Ku Klux Klan and a white power militia group was

attacking Black students, and terrorizing Black families in a town called

Nelsonville, Ohio.

I received an email from a friend in the area who informed me that the

situation was serious and that Black students at a small technical college

in Nelsonville were especially in danger because an edict by the terrorist

organizations was made calling for the murder of young Black students at the

school.

“O you who believe! Stand out firmly for justice, as witnesses to Allah;

even though it be against yourselves, or your parents, or your kin, be he

rich or poor, Allah is a Better Protector to both (than you). So follow not

the lusts (of your hearts), lest you may avoid justice, and if you distort

your witness or refuse to give it, verily, Allah is Ever Well Acquainted

with what you do”. [4:135]

I responded to my friend’s call for help. I am a Muslim! It is my duty to

stand against injustice and to promote justice. I see it as my obligation to

defend the weak against the wicked, and to promote the way of Islam in times

of injustice.

A Muslim loves his country and fellow citizens and residents, and at the

same time, whenever a Muslim sees that any injustice is being committed,

a Muslim should rise to expose the evil of the injustice.

“Whoever among you sees an evil action, let him change it with his hand [by

taking action]; if he cannot, then with his tongue [by speaking out]; and if

he can not, then with his heart [by hating it and feeling that it is

wrong] – and that is the weakest of faith” (Narrated by Muslim, 49)

There should be little doubt in anyone's mind that the Qur’an or the

biography (Seera) of the Prophet Muhammad (peace be unto him)—that Islam is

a religion that requires activism from its followers. The Qu’ran repeatedly

exhorts its readers to be proactive in establishing good and preventing

evil.

In Nelsonville, Ohio, I spoke of peace and Islam. I spoke of Bediuzzaman

Said Nursi and his profound and enlightening movement in Turkey. I was able

to get the people of this small town to listen to how Said Nursi stood

against words of hate and used his words to promote peace and Islam.

Our struggle to defeat racist groups in the United States will continue, but

at least for one moment in time, this Muslim was able to stand against hate

groups and promoted the ideas of Risale-i Nur in a small town in Eastern

Ohio.

Next week I will share my experiences with horses in Ohio.

Allah Akbar.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Ya bir de, bizden hesap sorarlarsa?


A+ | A-

Cenâb-ı Hak, insanı kendisine ibadet etsin diye yaratmıştır. Bunu Kur’ân-ı Kerim’in muhtelif âyetlerinde beyan ediyor. Ve o Kur’ân’ın bu asırdaki en büyük tefsiri olan, bu asrın idrakine göre Kur’ân’ı söyleten, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risâle-i Nur Külliyatının beyanlarından çoğu da, bu meyandadır. Özellikle de, o tefsirlerden aldığımız derslere binâen, bizim inancımız da, zaten bunu gerektiriyor. Ondan başka kulluğa lâyık hiç bir varlık yoktur. Âmenna ve saddaknâ!

Yaratılış gayesini bilip, buna göre hareket eden bizler bu bakımdan bahtiyarız elhamdülillah. Ya bunları bilmeyen, öğrenmemiş veya öğrenememiş olan insanlar ne yapacak? Bir tebliğ dini olan İslamın onlara anlatılması, öğretilmesi veya en azından tanıtılması bizlere borç değil midir?

Zaten bizler, elimizden geldiği kadar insanları Risale-i Nur hakikatleriyle tanıştırmaya gayret etmiyor muyuz? Elinizdeki şu gazetenin, Yeni Asya’nın, en büyük maksat ve gayesi de o değil mi? İnsanlar, bu dehşetli asrın fitnelerinden korunup, uzaklaşsın ve imanını kurtararak cennete gitsinler. Bunun için de, nazarları hep Risale-i Nurlara çevirtmektir maksat.

Bundan birkaç sene önce, daha emekli olmamıştım. İş yerimizdeki personelimiz bir bayanın beyi ile, eskiden beri tanışıyorduk. Kendisi bir siyasi partinin 2. başkanı ve aynı zamanda da, bir esnaf odası başkanıydı. İyi ve temiz bir insandı. Ben, ”Buna nasıl yaklaşır da, Nurları anlatabilirim veya en azından vakfımıza götürebilirim?” diye düşünürken, aklıma Ramazan ayında verdiğimiz iftar yemekleri geldi. Ve bir Ramazan günü kendisine “Seninle bir akşam iftar yemeğine gidelim” dedim. “Olur ağabey” dedi.

Sözleştiğimiz akşam, güzel bir şekilde giyinerek gelmişti. Nereye, nasıl bir yere gideceğimizi merak ediyordu. Vakıf binamıza girdiğimiz andan itibaren de, her şeye, her yere dikkatle bakarak tecessüs ediyor, inceliyordu. İftardan önce okunan Kur’ân’ı, huşu ile dinliyor, huzur dolu bir edayla bakıyordu. Akşam namazı için kalktığımızda, o da bizimle kalkıp kılmaya yöneldi. Yemek salonumuzda iftarı yapıp, tekrar sohbet yaptığımız salona çıktık. Orada yapılan dersi dikkat ve merakla dinledi, çaylar içildikten sonra, teravih namazı kılmaya kalktık. O da bizimle beraber kalktı ve namazı kıldık. Sonundaki tesbihatı da, şaşkın bakışlarla takip ederken, bir ara gözlerinden bir-iki damla yaş geldiğini gördüm. Kendinden geçmiş, hiç alışık olmadığı bir dünyanın cezbesine kendisini kaptırmış, huşu ve huzur ile takip ediyordu bütün hal ve hareketleri.

Programdan sonra beraber çıktık ve arabaya binerek evlerimize doğru yol almaya başladık. Tabii, daha ben intibâlarını sormaya fırsat kalmadan, hemen bana dedi ki, “Osman ağabey, sen mesulsün! Niye böyle bir şey vardı da bana şimdiye kadar hiç bahsetmedin?“ Bir anda beynimde şimşekler çaktı. Şimdi hayret ve şaşkınlık edası bana gelmişti. Anlattık, söyledik, sohbet ederek geldik. Tekrar gelmek istediğini söyledi. Memnuniyetle olabileceğini ifade edip, ayrıldık.

Yatağa yatmış ve düşünmeye başlamıştım. Onun o “Osman ağabey mesulsün!” sözü, hiç zihnimden çıkmıyordu. Gerçi yaptığımız işten çok büyük bir haz alıp, sevinmiştik hidayet numunesinin sevinciyle. Ama o söz de, bana çok tesir etmişti. Hüzne gark olmuş ve birkaç damla yaş akıtma sırası bize gelmişti. Ve düşündüm “Yahu bizi Cenab-ı Hak, böyle bir davayla müşerref eylemiş. Peki, biz bu davamızı tanıdığımız, bildiğimiz kimselere layıkıyla anlatıp, bahsedebiliyor muyuz? Yarın kıyamette, tanıdığımız; eşimiz, dostumuz, akrabamız, komşu ve arkadaşlarımız ’Ya Rabbi! Bu senin kulun bunları biliyordu da, bize niye anlatmadı, bahsetmedi?‘ derse biz ne yaparız?” dedim.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Sırtımızı dönmemek!


A+ | A-

İster kâinatın sahifelerinde, ister dünyanın sahifelerinde, istersek insan vücudunun ve maddenin en küçük parçası atomların yüzlerinde, içlerinde ve mahiyetlerinde gezinelim bizleri karşılayan, hoşgeldin diyerek yönlendiren tek bir hakikatla karşılaşacağızdır: Tevhid ve vahdaniyet hakikatı ve cilveleri...

“Şöyle bir seyahata çıktım, şurayı şurayı gezdim, filan yeri gördüm, şunları beğendim, şunlar çok hoşuma gitti” cümleleri hayatın yüzünden, yüzeysel olarak yapılan bir seyahatla elde elde edilen bilgi ve görüşlerdir... Bir olan Rabbimizin Hallakiyet ve Rububiyet hakikatının tecellileri noktasından atomdan ta kâinatın tamamı kadar büyük sayfalarında tecelli eden Tevhid ve Tevhid delillerini müşahade etmek, onların hayatın içindeki yaratılış ve tatbikleri noktalarından cilvelerini görmek, bakmak ve tefekkürde bulunmak... Esas itibariyle anlamlı ve faydalı tefekkür-ü imaniye ve Kur’âniye dürbünüyle bakabilmek gerçek bir seyahat ve yolculuk olacaktır.

Nerede ve nasıl olursa olsun ruhumuzdaki, kalbimizdeki ve aklımızdaki nuru, iman ve Kur’ân nurunu daima parıldar tutmalıyız ki nefis ve şeytanımızın ve günahlarımızın bu nurlar karşısında gerilediklerini, teslim-i silâh ettiklerini görelim, hissedelim ve şahid olalım...

Bütün ömrümüzce kâinat sayfalarında iman ve İslâm adına gezinsek tefekkür-ü imaniye ile ali mertebelere yükselsek; eğer fırsat verirsek, nefis ve şeytan sanki hiçbir mesafe kat etmemişiz gibi bizi tard edecek ve aşağıların aşağısına yuvarlamaya çalışacaktır... Sabır, sebat ve devam ihlâsımızla, ubudiyetimizle daima el ele, kol kola ve omuz omuza olmalıyız...

Bizler, susmayı noksanlıklarımız karşısında unutmalıyız. Yalanlar, inkârlar, dalâletler, günahlar ve sapıklıklar karşısında susmamak, daima Hakkı ve hakikatı haykırmak ve söylemek, konuşmak ve yazmak bizim hem şiarımız hem de en büyük işimiz olmalıdır...

Kafatasları kimsenin kimseye böbürlenme alâmeti olamaz... Padişahların kafatasları, garibanlarınkinden farklı olmadığı gibi, üstün bir özelliğe de sahip değildir. Fikirleri, düşünceleri, akılları ile Rablerine rabtolmuş nice kimseler var ki, başkalarına, özellikle kulluk ve Allah’a inkiyad noktalarında fersah fersah fark atarlar ve onlardan hem ileride, hem de çok özel huzur ve saadet içindedirler...

Hastalığını kendin bilmek gibi, şifa ve derman yoktur... Allah’ın inayetinde, Kur’ân’ın ve Hazreti Muhammed Mustafa’nın (asm) rehberliğinde dini olan hastalığımıza her türlü deva bulunurken, dünyanın ve dünyalının kapısında medet aranması elbette ki abes olacaktır. Her saniye bize lâzım olan gıdaların yerine zehir ve zakkum misali şeylerin, fiillerin peşinde koşmamalıyız...

Neyi, niçin sevmeyi aramak için, boş işlerle uğraşırken sahip ve mutasarrıf-ı hakikimiz Cenâb-ı Erhamürrahimini unutmamamız lâzımdır... Her şeye bölünerek dağılan ve küçülerek azalan bir sevgi ile esas sevgilimize, Cemal ve Celâl sahibi Rabbimize gerçek mânâda yakınlaşmak ve ulaşmak mümkün olmayacaktır... O’na kul olmak ve verdiği nimetlere sırtımımızı dönmemek, yine O’nun verdiği azâ ve aletlerle O’nun yolunda olmakla mümkündür. Bu mümkünü gayr-ı mümkün yapmaya çalışan her maniye, her menfiliğe inşaallah yine O’nun yardımıyla dur diyebilmeliyiz...

Şu koca kâinat içerisindeki yolculuğumuzda, bu nurlu fikir ve düşüncelerimizi gerçekleştirmek için Allah (cc) hepimizin yardımcısı olsun.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sağlam temel


A+ | A-

Hadiselerin tasdik ettiği ‘doğru’ları tekrarlamamızı garip bulanlar olabilir. Ama ders, ibret ve tedbir alınmadığı sürece bu doğruları tekrar hatırlatmaktan başka çare yok.

“Türkiye’nin derdi nedir?” diye sorulsa belki de yüzlerce cevap verilebilir. Fakat işin temelinde; hak, hukuk, adalet ve hakkaniyete dayanmayan bir yönetim anlayışı olduğu görülür. Geçmiş yıllara nisbeten cumhuriyetin kuruluş yıllarında ‘temel’in yanlış zeminlerde atıldığını itiraf edenlerin sayısı da arttı.

Hatırlanması gerekir ki, Bediüzzaman Hazretleri davet üzerine gittiği Ankara’da, meclisteki vekillere hitaben bir ‘beyanname’ neşreder ve dağıtır. O beyannamenin bir yerinde şu ifade yer alır: “Bu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek.” (Tarihçe-i Hayat, s.127)

Üstad Said Nursî’nin ‘inkılab-ı azim/büyük inkılap” diye vasıflandırdığı şey cumhuriyetin ilânıdır. Vekilleri, işin başında ‘sağlam temel atmaları’ noktasında ikaz ediyor. Ama maalesef bu ikazın dikkate alınmadığı anlaşılıyor ki bugün bu sıkıntıları çekiyoruz. Bediüzzaman’ın yıllar önce dile getirdiği tesbiti şimdilerde görenler de var. Nitekim bir yazar dün şunu yazdı: “Çünkü bu cumhuriyet yanlış temeller üzerine bina edildi.” (Ahmet Altan, Taraf, 18 Şubat 2010)

O halde yapılması gereken ‘temeller’i sağlamlaştırmak olmalı. Bazı siyasi anlayış sahipleri ‘temel’leri sağlamlaştırmak yerine, binanın dökülen boyaları, sıvaları ve cilalarını yenilemenin peşinde. Herkes bilir ki temelleri sağlam olmayan bir binanın, bir yapının, bir sistemin odalarını boyamak, cilalamak ve havalandırmak çöküşe engel olmaz.

Son yıllarda kamuoyunu ‘şok eden’ bazı bilgilerin, Nur Talebelerini şok etmemesi bundandır. Çünkü Risâle-i Nur vesilesiyle, hadiselere yıllar önce konulan teşhislerin tecellileri görülüyor. Her fırsatta, ‘boya badanayı bırakın, temelleri sağlamlaştırmaya bakın’ tesbitini hatırlatmamız bundandır.

İslâmî camianın gündeminde Avrupa Birliği üyeliği gibi bir mesele yokken ve gündeminde olanlar da karşı çıkarken Nur Talebeleri bunun ‘gerekli olduğunu’ söylediler. 12 Eylül 1980 ihtilalinin ürünü olan yürürlükteki anayasayı işin başında tenkit edip karşı çıktılar. Türkiye’nin derdinin, ‘bina yapılırken temelin sağlam atılmadığı’ olduğunu hatırlattılar. Ama bu tesbitlere ‘muasırlar’ tarafından ilgi gösterilmedi. Onlar, binanın dış görünüşüne önem vermeye, boyamaya ve cilalamaya çalıştılar. Daha da vahimi, sakat temelleri atanları alkışlamaktan geri kalmadılar.

Biriken bu kabahatlerin bedelini şimdi ülke olarak hepimiz ödüyoruz. Belki ‘şer’ gibi görünen bu hadiseler insanların uyanmasına, binaların dış görüntüsüyle uğraşmak yerine; ‘temel’lerin sağlamlaştırılmasıyla ilgilenmek gerektiğini gösterecek.

Keşke, “Bu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek” ikazı ta o günlerde dikkate alınsaydı. Keşke, temellerin sağlam atılmadığı bugün değil de yıllar önce keşfedilip itiraf edilebilseydi.

‘Keşke’lerle bir yere varmak mümkün olmadığına göre hiç vakit kaybetmeden ‘temel’lerin sağlamlaştırılması için kolları sıvamak gerek. Hep birlikte gayret gösterirsek, ‘bina’mızın yıkılmasını ve harap olmasını engelleyebiliriz.

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Bayat isnad” üzerine (1)


A+ | A-

Bediüzzaman hakkında öteden beri yeltenilen bir “iftira” da, “Hıristiyanların Cennete gideceği” ve Çanakkale’de Mehmetçiğe karşı savaşan “Anzaklar’ın şehid sayıldığı” yalanı…

Gerçi bu “bayat isnad”ı en son bir televizyon programında telâffuz eden Cübbeli Ahmet Hoca, “Bediüzzaman Hazretlerinin Hıristiyanlar, tarikatlar, şehitlik, İsevîlik ve Hz. İsa’nın nüzûlü hakkındaki görüşlerini tam mânâsıyla bilmiyordum; bu konularla ilgili olarak, daha ziyade başkasının naklettiği bilgilere dayalı olarak konuştum. Kendi görüş ve kanaatimi değil, başkaların görüşüdür” itirafında bulunarak “nakillerin yalan ve yanlış şeyler olduğunu” söyledi; “hatam varsa, özür dilerim” diye bir radyo programında itiraf etti. Bir mânâda hatadan dönme fazileti gösterdi.

Meselenin doğrusunu yerinden okuyarak gördüğünü, Bediüzzaman’ın “fetret ve hidâyet”le ilgili tesbitlerinin, Ehl-i Sünnet itikadına göre bir yanlışlık, bir aykırılık söz konusu olmadığını, yazdıklarının hiçbirinin İmam–ı Eşârî’nin târif ettiği itikadî ölçü ve prensiplere ters düşmediğini ve hepsinin hak ve hakikat olduğunu belirtti.

Medyaca zaman zaman ısıtılıp piyasaya sürülen “yakıştırma”nın ifsad şebekelerince istifhamlar meydana getirme amacıyla istimal edilmesine karşı Bediüzzaman, diğer isnadlar gibi bütün bu iftiralara bizzat cevap vermiş.

Eserlerinden okunduğunda, “isnad”ın her yönüyle bir iftira ve yakıştırma olduğu sırıtmakta. Bile bile aynı iftirayı ısıtıp piyasaya sürenlerin içyüzleri deşifre olmakta…

MAZLÛMLAR, MÂSUMLAR HAKKINDA…

Öncelikle şunu belirtelim. Bediüzzaman’ın altı bin sayfayı aşkın Risâle-i Nur Külliyatında, hiçbir eserinde, lâhika, mektup ve hatırasında “Anzaklar”a dair hiçbir ifâde yok.

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği, İkinci Dünya Savaşı esnasında özellikle mâsumların-mazlûmların başına gelen dehşetli felâketler hakkındadır. “Musibet-i beşeriyeden (insanlığa gelen musîbetlerden) biçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar”ın mânevî ve kaderî izâhıdır. “Beşerin zâlim kısmının cinâyetinin neticesi felâketten vefât eden ve perişan olanlar” kaydı, bunun ifâdesidir. (Kastamonu Lâhikası, 79-80)

Buradaki tasnife dikkat edildiğinde Bediüzzaman, öncelikle bütün bir kıt’anın yerle bir edildiği, milyonlarca sivil ve mâsum insanın katledildiği savaşta, “çoluk çocuğa acıyarak” ve “şiddetle rikkatime (acıma ve merhamet duyguma) dokundu” diyerek elim şefkate bir merhem olarak izâh eder.

Onun içindir ki, zâlimlerin cinâyetlerinin neticesinde gelen felâketten vefat edenlere ve perişan olanlara dair “eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir” dinî hükmü aktarır. Mâsum çocukların ve mazlûmların Müslümanlar gibi büyük mânevî mükâfatlarının olduğunu ve musîbeti haklarında hiçe indirdiğini belirtir.

Yine zâlimlerin zulüm ve cinâyetiyle katledilen “on beşinden yukarı olanlar, mâsum ve mazlûm ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır” hakikatini, Kur’ân’ın ve İslâm âlimlerinin açık fetva ve görüşleriyle iletir.

Mazlûmların imdadına koşanların, insanlığın huzur ve selâmeti için ve “esasat-ı diniye” dediği dinin esaslarını, semâvî dinlerin ortak mukaddeslerini ve insanlığın hukukunu muhâfaza için mücadele edenlerin bu felâkete duçar olmaları halinde, “o fedakarlığın mânevî ve uhrevî neticesi”nin büyük olduğunu ve hatta şerefe vesile yapıp sevdireceğini kaydeder.

“RABLERİ KATINDA MÜKÂFATLARI VARDIR…”

Bediüzzaman’ın bu tesbiti, şüphesiz her şeyden önce serapa hakikat ve adâlet olan Kur’ân’ın beyânıyla da sabittir. “İman edenler ile Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve yıldızlara ve meleklere tapan Sâbiîlerden kim Allah’a ve âhiret gününe gerçekten iman ederek güzel işler yaparsa, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır” (Bakara Sûresi, 62) âyetinin tefsiridir.

Buna istinaden, “Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nev'i merhamet ve mükâfât vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor” gerçeğini nazara verir.

Sahih hadislere dayanarak, “madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir” cümlesi bu mânânın açık tasrihidir.

Anlamı açık cümlelerinin kasten ya da bilmeyerek yanlış yorumlanması üzerine, “Dinsizler tarafından öldürülen mazlûm ve dindar Hıristiyanların âhirzamanda bir nevi şehid hükmünde olabileceği” ifâdesiyle açıklaması da bunun içindir. (Şuâlar, 304)

Ayrıca, “musîbetlerin, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çeken musîbetzelelere, hususan ihtiyarlara, fakirlere ve zayıflara, medeniyetin sefâhetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günâhlara keffâret ve yüz derece kâr olduğu” şerhi, bütünüyle Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in itikat imamları İmam Mâturîdî ve İmam Eş’ârî’nin görüşlerine uygundur.

Kaldı ki isnadların aksine Bediüzzaman, bu musîbetlerin sözkonusu felâkete mâruz kalan zâlimlere, insanlığın perişaniyetini hazırlayan gaddarlara ve “hodgâm (çıkarcı) alçak insî şeytanlar” diye tanımladığı kendi menfaati için insanlık âlemini ateşe verenlere tam müstehak ve İlâhî adâlet olduğunu belirtir. Ancak, müstehaklara âfetler ve felâketler geldiğinde mâsumların da yandığını, bunlara acımanın da İslâm’ın rahmeti ve merhameti gereği olduğunu açıklar. (Kastamonu Lâhikası. 48-49)

İşte Bediüzzaman’ın, “cânilerin cezalarından zarar gören mazlûmlar hakkında gizli bir merhamet var” dediği ve bilhassa zâlim ve gaddarların cinâyetiyle gelen felâketlere mâruz kalanlar hakkında Kur’ân’a ve Sünnete göre yaptığı “mânevî taksimat”ın mânâsı budur…

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Havalecilik ya da topu taca atmak


A+ | A-

Siyasetin yeni tartışma konusu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi. “Bu süre 5 yıl mı 7 yıl mı?” sorusuna hep farklı cevaplar veriliyor.

Geçen yılın Mayıs ayında bu konu dönemin TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın Gül’ün görev süresinin 5 yıl olduğu yönündeki değerlendirmesi üzerine tartışılmaya başlanmıştı. Tıpkı şimdi olduğu gibi o dönemde de hükümet kanadında bir netlik yoktu. Tartışmaların yapıldığı dönemde, Gül, görev süresiyle ilgili sorulara karşılık “Çıkacak kanunu bekleyin” diyerek bir kanun çıkması gerektiğini söylemişti. Kanun Anayasa komisyonunda görüşüldükten sonra alt komisyona havale edildi. Alt komisyon çalışmalarını sürdürürken, Gül’ün Hindistan’da yaptığı açıklamalar “Cumhurbaşkanı’nın görev süresi” tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.

Hindistan’a giderken “Yeni anayasa fırsatı kaçtı” diyen Gül’ün sözü “ikinci kez seçilmek istiyor” diye yorumlanınca “anlamsız bir yorum” diye tepki göstermişti. Peşinden de “Durun bakalım. Henüz kaç sene olduğu ortaya çıkmamışken, 5 seneyse bile daha yarısındayken böyle düşünen varsa hiç hoş karşılamam” demişti.

Şimdilerde ise, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli, Gül’ün görev süresinin 5 yıl olduğunu söylerken, Baykal’ın “rejim krizi çıkar” sözü üzerine tartışma hararetlendi. Muhalefet liderlerinin “görev süresi 5 yıl” demesine rağmen, Cumhurbaşkanlığı Seçimi Tasarısı’nı görüşen Anayasa Alt Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün, Gül’ün görev süresine yasada yer vermeyeceklerini söyledi. Üstün, “2014’e kadar kalmak Sayın Gül’ün hakkıdır. Cumhurbaşkanı’nın süresini kanuna yazarsanız risk doğabilir” diyor.

* * *

Peki bu karışıklık nereden kaynaklanıyor. Şöyle bir hafızamızı tazeleyelim.

Hatırlanacağı gibi cumhurbaşkanlığı seçim süreci sancılı geçmişti. 24 Nisan 2007 tarihinde Cumhurbaşkanlığına aday olan Abdullah Gül, seçim sürecinin yarıda kalması ve TBMM’nin erken seçim kararı alması üzerine 22 Temmuz 2007’de Kayseri milletvekili seçilmiş, yeni Meclis’in önündeki ilk gündem maddesi olan Cumhurbaşkanlığı seçimi için tekrar aday olmuş ve 28 Ağustos 2007 tarihinde 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmişti. Hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini de öngören anayasa değişikliği paketinin halkoyuna sunulmasıyla, 21 Ekim 2007 tarihinde bir referandum yapılmıştı. Referandum sonucunda Cumhurbaşkanı seçme yetkisi Meclis’ten alınarak halka verilmişti.

Referandumun kabul edilmesinin üzerinden bir hafta geçmesinin ardından bir tartışma yapılmış ancak konu zamana bırakılmıştı. 28 Ekim 2007 tarihinde “Yeni tartışma: 7 mi 5 mi?” başlıklı yazımızda hükümetin referandum konusunu aceleye getirdiğini, son dakikada yaptığı geçici iki maddenin paketten çıkarılması ile eksiklikler doğduğunun ortaya çıktığını yazmıştık. Peşinden de “Bu kanun 12. Cumhurbaşkanı için geçerlidir” gibi geçici bir madde getirilmesi ile meselenin çözülebileceğini, ama bunun yapılmadığını vurgulamıştık.

Dediğimiz gibi de oldu. Konu değişik dönemlerde tekrar tartışılmaya devam etti. Şimdi de tekrar tartışılıyor. Çözüm bulunamazsa da bu konu tartışılmaya devam edecek.

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu bir taraftan görev süresinin 7 olduğunu söylerken, “Muhalefete çağrıda bulunuyorum. Bu tartışmayı kökten çözmek için anayasaya geçici bir madde yazalım. Referandumla kabul edilen anayasa değişikliğinin cumhurbaşkanı ve Meclis’in görev süresini kapsayıp kapsamayacağını belirtelim. Bunu yapmazsak biz bu tartışmaları bitiremeyiz” demesi de bu düşünceyi güçlendiriyor.

* * *

Meslek liselerine katsayı meselesini YÖK’e havale eden hükümet bu meseleyi de Yüksek Seçim Kurulu’na havale ediyor. Erdoğan’ın, “7 yıl mı, 5 yıl mı, YSK karar verir” sözü ile Kuzu’nun “Ya muhalefetle uzlaşalım ya YSK’nın süreci başlatmasını bekleyelim” demesi de bunu gösteriyor. Buradaki, soru bu konuyu YSK’ya bırakmak mı, yoksa bir kanun çıkartarak meseleyi vuzuha kavuşturmak mı?

Bir takım yorumlar, söz konusu anayasa değişikliğinin, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra yapıldığından dolayı bundan sonra halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı için geçerli olduğunu söylüyor. Bunu da, o günkü anayasa maddesi “Cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldır” demesine bağlıyor. İki ay sonra referandumda cumhurbaşkanlığı seçimi yeniden düzenlendiği ve görev süresini 5 yıla düşürüldüğüne dikkat çekiliyor. Böyle düşünenler şunu unutuyor. 7 yıllığına seçilen mevcut cumhurbaşkanı ile ilgili “geçici” bir hüküm konulmadı. Şimdi gerek iktidar, gerek muhalefet, gerekse de hukukçular referanduma giden anayasa değişikliğindeki eksikliği kabul ediyor. Geçici bir madde ile halledilebilecekken o günkü “konjonktür” gereği konulmadığı ortaya çıkıyor.

Aslında Gül’ün görev süresi 5 yıl diyen muhalefetin de, 7 yıl diyen iktidarında önümüzdeki dönem için “siyasî” hesapları var. Tartışma bu yüzden şimdiden başladı. Her iki tarafta önümüzdeki 3-5 yılın hesaplarını yapıyor. Konuşulan yorum şu: Muhalefet Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını engellemeye çalışıyor. Hükümette Erdoğan’ı bir dönem daha başbakan yaptırmak için Köşk’ün görev süresinin 7 olduğunda ısrar ediyor.

Sahi, Gül’ün görev süresi 2012’de mi bitiyor, 2014’te mi?

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Mossad'ın suikastlarına kim dur diyecek?


A+ | A-

MOSSAD’ın suikast timinin Dubai’de Hamas liderlerinden Mahmud el Mabhuh’u öldürmesi, bu ülkenin kanlı baskınlar tarihini bir kez daha dünya gündemine taşıdı.

İsrail’de yaşayan İngiliz, Alman, İrlanda ve Fransız’ların pasaport bilgilerini kopyalayıp, sahte pasaportlar üreten MOSSAD, 11 militanı ile Mabhuh’u kaldığı otel odasında öldürttü. Cinayetten bir gün önce farklı uçaklarla gelip, farklı otellere yerleşen suikastçılar sonunda Mabhuh’u öldürmeyi başarmışlardı. Mabhuh, 1989 yılında, ilk İntifada esnasında iki İsrail askerinin kaçırılıp öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu.

MOSSAD geçmişte benzer yöntemlerle bir çok kişiyi öldürdü. 1960’lı yıllarda Mısır’ın roket programında çalışan Alman bilim adamları, 1980’li yıllarda Irak’ın nükleer projelerinde çalışan bilim adamları ve en son aynı tür projelerde çalışan bir İranlı bilim adamı bunlar içindeydi. Hitler’in SS subayı ve “nihaî çözüm” projesinin mimarı Adolf Eichmann’ın saklandığı Arjantin’den kaçırılıp İsrail’e getirilmesi, yargılanıp asılması da aynı timin işiydi. 1988 yılında Tunus’ta öldürülen Ebu Cihad, Malta’da öldürülen İslâmî Cihad lideri, iki yıl önce Suriye’de öldürülen Hizbullah komutanı İmad Mugniye başka ülkelerde MOSSAD’a kurban gidenler arasındaydı.

Ancak en vahşi operasyonlarından birisi; 1972 Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcuyu öldüren Filistinlilerin Golda Meir’in emriyle bulundukları farklı ülkelerde öldürülmesiydi. Diğeri ise; FKÖ militanlarının 1976 yılında kaçırdıkları Fransız uçağını indirdikleri Entebbe Havaalanında İsrail’in yaptığı operasyonla altı gerillayı ve üç rehineyi öldürmesiydi. Operasyonda ölen tek İsrail askeri ise İsrail Başbakanı Netanyahu’nun ağabeyi idi. Bu operasyonun diğerlerinden farkı suikast timi yerine askerlerin gerçekleştirmesiydi.

Kolay yollar yerine ibret verici zor suikastlerle intikamdan çok gözdağı vermeyi amaçlıyor İsrail. Düşmanlarına “dünyanın neresinde olursanız olun, gelir buluruz ve cezalandırırız” mesajını yayıyor.

Başka bir ülkenin yapması halinde kıyametleri koparacak dünya kamuoyu, uluslar arası örgütler ise susuyor bu vahşi operasyonlar karşısında. Hiç kimse bir çok uluslar arası hukuk kuralını ihlâl eden, çoğu katliâmı sonradan arsızca sahiplenen, yargısız infazlarla düşmanlarını yok eden İsrail’den hesap sormuyor.

Yahudi dehasını bu kalleşçe cinayetleri ince ince planlamada kullandıklarını da utanmadan itiraf ediyorlar. MOSSAD’ın eski başkan yardımcısı Dave Kimche, “sokakta yürüyen bir adamı vurmak gibi kolay işler yapmıyoruz” diye övünüyor; “Bir kişinin telefonuna bomba yerleştirerek öldürdüğümüzde, her zaman her yerde onlara ulaşabileceğimizin mesajını vermiş oluyoruz”.

Kimi çevreler kendi ülke vatandaşlarının hakkını kimseye bırakmamak olarak gördükleri bu politikayı destekliyor. Nitekim Çatlı ekibine ASALA’ya karşı benzer operasyonlar yaptırılmasını övgüyle anlatıyorlar. Ancak unuttukları bir ilke var: “Amacın doğru olması yetmez, aracın da doğru olması gerekir.” Bu tür davranışlarla bölgesinde iyice yalnızlaşan İsrail, bu saldırganlıklarının bedelini, bütün halkını güvensiz bir ortamda yaşatarak ödüyor. Gözdağı vererek, haince saldırarak, bütün savaş kurallarını ihlâl ederek ektiği rüzgârı, fırtına olarak hasat etmeye devam ediyor.

19.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yargı krizi ve hükümet


A+ | A-

Erzincan’da hayli zamandır, belki cereyan ettiği yerlerde çok şiddetli ve hararetli bir şekilde süregelen, ama ülke genelindeki yansımaları “düşük profilli” bir seyir takip eden çekişme, son gelişmeler üzerine bir anda gündemin bir numaralı maddesi haline geliverdi.

Ergenekon tartışmalarıyla da irtibatlandırılan hadisenin içinde üst düzey komutanlar, MİT görevlileri ve tabiî ki yargı mensupları var. Gözaltılar, sorgulamalar ve tutuklamalar sürüyor.

Bu girift ve karmaşık zincirin son halkası Erzincan’daki Başsavcının, Erzurum özel yetkili Savcısı tarafından, eviyle makamında yapılan aramaların ardından önce gözaltına alınarak, bilâhare mahkemenin kararıyla tutuklanması oldu.

Avukatının verdiği bilgiye göre, Başsavcı “Ergenekon terör örgütüne üye olmak, evrakta sahtecilik, tehdit ve iftira” gibi ithamlara muhatap.

İşin arkaplanında ise, Başsavcının “AKP ve Gülen’i bitirme planı” olarak kamuoyuna yansıyan plan kapsamında, bazı cemaatlere yönelik geniş bir operasyon için harekete geçtiği, ama önce hükümetin perde gerisi müdahaleleri ile engellendiği, sonra Erzurum adliyesi üzerinden yargı kanalının devreye sokulduğu belirtiliyor.

Sonuçta, Başsavcının gözaltına alınıp tutuklanması ile, cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanıyor. Bu durum bir yönüyle “Yargıda iç savaş” gibisinden yorumlara konu olurken, Yargıtay, Danıştay, HSYK gibi kurumları da ayağa kaldırıyor.

Aslında Ergenekon süreci başta olmak üzere son dönemde olup bitenleri, her alanda devam eden demokrasi-statüko mücadelesinin yargıdaki yansımaları olarak değerlendirmek mümkün.

Askerî-sivil yargı ikilemindeki yetki çatışmaları, bunun tezahürlerinden biri. Ama olay bu tasnife sığdırılamayacak kadar derin. Çünkü sivil yargıda da statükonun dayanakları çok kuvvetli.

İlâveten, Türkiye’de 27 Mayıs’tan beri zaten var olagelen yargı vesayeti, AKP hakkındaki kapatma dâvâsında verilen kararla iyice koyulaştı.

Onun için, eğer statüko ile mücadelede başarı isteniyorsa, bunun son derece sağlam bir altyapıya dayandırılması ve çok iyi hazırlanıp dikkatle uygulanan bir strateji ile götürülmesi lâzım.

Ve maalesef eksik olan şey de bu.

Askere sivil yargı düzenlemesi AYM’den niye döndü? Çünkü anayasaya aykırıydı. Anayasanın ilgili maddesini düzeltmeden kanun çıkarmaya kalkışıldı, sonuç bu oldu. Meclis yine yara aldı.

Bütün mesele, bu da dahil olmak üzere gündemde olan veya alttan alta işlemeye devam eden kriz konularının esaslı çözümlerini içine alacak kapsamlı bir yargı reformunun, AB’nin de ısrarlı çağrılarına rağmen bir türlü yapılamayışı.

Aylardır devam eden HSYK krizinde de aynı durum söz konusu. İşleyişin iyice tıkandığı noktalarda varılan geçici uzlaşmalarla bir süreliğine vaziyet idare ediliyor, ama temeldeki sorunlar birikerek gelip patlama noktasına doğru gidiyor.

O tür hallerde de hükümet “dik duruş” görüntüsünden “diklenmeme” pozisyonuna geçiyor.

Şemdinli iddianamesini hazırlayıp hışım çeken Savcı Sarıkaya’nın harcanmasında olduğu gibi.

Şimdi benzer bir âkıbetin, Erzincan Başsavcısını gözaltına alıp tutuklattıran Erzurum savcılarının başına gelmesinden endişe ediliyor. Savcıların yetkisini kaldırıp haklarında suç duyurusunda bulunan HSYK’da bu kararın alındığı toplantıya Adalet Bakanı Müsteşarının da katılmış olması ise, hükümetin kamuoyuna verdiği farklı mesajlarla çelişen bir durum olarak görülüyor.

İlgili kanun gereği, Müsteşar katılmasa ne o toplantı yapılabilecek, ne de bu karar alınabilecek. Ama katılıyor ve karşı oy kullansa da, kararın alınmasına dolaylı katkı sağlıyor. Sonra da Bakan çıkıp, hadise için “ikinci Şemdinli” diyor!

Sonuç: Beş yılı aşkındır AB reformlarını savsaklayan hükümetin değişken, zikzaklı, çelişkili, sağlam duramayan, gayri samimî tavrı, yakındığı statükonun elini güçlendiriyor. Ve demokratikleşmenin önünü tıkıyor, en azından geciktiriyor.

19.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl