Sami CEBECİ |
|
Bir çınar daha ebediyete göçtü |
Otuz beş sene evvel tanımıştım onu. Orta boylu, hafif topluca ve güler yüzlü bir insandı. 1975 yılında yeni inşâ edilen Aycılar Mahallesindeki dershaneye ziyaret için gittiğimizde, birkaç talebenin başında müdebbir olarak hizmet ediyordu. İbrahim Vapur ve Hüseyin Güleryüz gibi genç talebeler ona çok saygılıydılar. O da onlara çok değer veriyor ve seviyordu. Güzel bir kadro oluşturmuşlar, Kastamonu vilâyetinde Risâle-i Nur hizmetlerini canlandırmaya çalışıyorlardı. Çok şevkliydiler. Hep beraber dershanenin inşaatında çalışmışlar, taş kırıp sıva yapmışlardı. Dershane el emeği göz nurunun eseriydi. Âdetâ onların her şeyiydi. Ümit Gültekin Ağabey aynı zamanda özel il idaresinde memuriyet yapıyor, muhasebe işlerine bakıyordu. Demokrat bir yapısı vardı. Yeni Asya gazetesine ciddî olarak sahip çıkıyordu. Hep öyle de kaldı. Ara sıra Ankara’ya gelir ve mutlaka Ulus-27 dershanesine uğrardı. Bir seferinde yine gelmişti. Kastamonu hakkında bir hayli konuştuk. Hatta, Karadağ mevkiinde çadır kurarak, yahut şehirde kalıp gidip gelmek sûretiyle bir okuma programı yapmayı plânladık. Ancak, konuşmanın ilerleyen bölümlerinde Mehmet Feyzi Ağabey hakkında övücü beyanlarda bulunduğum zaman yüzünün değiştiğini ve rahatsız olduğunu fark ettim. Okuma programımız da iptal oldu. Sonradan anladım ki, MHP il başkanı Mehmet Feyzi Ağabeyin damadıymış. Onlara müsamahakâr davranışları Ümit Ağabeyi ziyadesiyle rahatsız ediyormuş. Üstadın Demokratlar lehindeki beyanları Risâlelerde dururken bu tutumuna tahammül edemediği anlaşılıyordu. İbrahim ve Hüseyin kardeşlerin şahitliğiyle en bâriz vasfı, Üstadın istiğna düsturunu prensip edinmesiydi. Minnet altına girmemek için hiç kimseden hediye almazmış. Hatta onun yokluğunda dershane için bir fabrikadan sunta alınması yüzünden onlara çok kızmış ve bir müddet konuşmamış. Sonra affetmiş. Çok güzel el yazısı vardı. Bir çok risâleyi özel defterine yazar, gittiği yerlerde onlardan ders yapardı. Bir çoğuna şahit olmuşumdur. Hayatı, Risâle-i Nur’du. Yetmiş üç yaşına kadar hiç evlenmedi. İyice yaşlanınca münasip biriyle izdivaç etti. Geçen hafta Cuma sabahı vefat ettiğini İbrahim Vapur haber verdi. Cumartesi sabahı, Sabahattin Hundur ve Hüseyin Güleryüz kardeşlerle İnebolu’ya hareket ettik. Öğle namazını müteâkip Yeni Cami’de cenaze namazını kalabalık bir cemaatle kıldık. Konvoy eşliğinde, İslâm Tepesi yamaçlarındaki Avara Mezarlığına ulaştık. Karadeniz’e nâzır bir yamaçta hazırlanmış kabrine defnettik. Baş ucunda iki selvi ağacı, iki nöbetçi gibi göklere yükseliyordu. Nur dairesinden koskoca bir çınar daha ebedler memleketine göç etmişti. Yetmiş beş senelik bir hayat sona ermiş, fakat o hayatın yarım asra yakın bir bölümü Risâle-i Nur hizmetiyle geçirmişti. Ona ne mutlu!.. Okunan aşr-ı şeriflerden sonra kabri başında Risâle-i Nurdan son bir ders daha yaptık. Seyyar mikrofondan dalga dalga Üstadın sözleri yankılanıyordu: “Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil... Belki bir Fâil-i Hakim-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslilerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” Ümit ediyorum ki, diriler gibi Ümit Ağabey de o dersi dinliyordu. Mekânı cennet, yeniden diriliş sabahına kadar meşgûliyeti Nurlar olsun, âmin... Dönüş yolunda, Kastamonu’da mülkiyeti satın alınan yeni dershaneyi, Üstadın karakol karşısındaki restore edilen evini ve Yeni Asya büromuzu ziyaret ettik. Nasrullah Camii’ne akşam namazı için gittiğimizde, şadırvan başında abdest alırken Üstadı hayal ettim. Namazda sanki Üstadla birlikte namaz kılıyor gibi bir hisse kapıldım. Namazdan sonra, Çaycı Emin Ağabeyin, şadırvanda abdest alan Üstada “Sen nerelisin kurban?” deyişini, “Ben, Bitlisliyim kardaşım. Sen nerelisin?” diye süren Üstadla kısa konuşmalarını tahayyül ettim. Sonra, sekiz yıl süren Üstadın sürgün yıllarını düşündüm. O günden bu günlere geldiğimiz noktayı ve Risâle-i Nur’un mânevî fütuhâtını tasavvur ettim ve Allah’a binlerce şükrettim. Ankara’ya ulaştığımız zaman saat yirmi biri gösteriyordu. 17.02.2010 E-Posta: [email protected] |