Basından Seçmeler |
Bir skandal protokol daha
BİLİYORSUNUZ, Balyoz Darbe Planı sonrası yeniden tartışma gündemine taşınan 28 Şubat mahsulü EMASYA Protokolü yürürlükten kaldırıldı. Doğrusu buydu. Protokol kaldırılırken hem Başbakan Erdoğan’ın bu konudaki hassasiyeti hem Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un yapıcı tutumu önemlidir. Daha sonra araştırılınca görüldü ki, bünyeye bir virüs gibi yayılan 28 Şubat’ın son protokolü EMASYA değilmiş. Anlatalım... Milli Savunma Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı, 28 Şubat sürecinde 26 Mayıs 1997 günü seferberlik ve savaş dönemlerindeki tıbbı malzeme, kan, aşı, serum ve hastane ihtiyacının karşılanmasına yönelik bir protokol imzaladı. Bu protokol, 4 Mart 2005 tarihinde güncelleştirildi. Yeni protokole Milli Savunma Bakanlığı adına Müsteşar Korgeneral Atilla Işık, Sağlık Bakanlığı adına Müsteşar Necdet Ünüvar imza attı. Ancak yeni protokolün kapsamı genişletildi. Seferberlik ve savaş haline “kriz” ve “gerginlik” dönemleri de eklendi. Ayrıca, ilk protokoldeki hizmet alımlarına ilave olarak ambulans hizmetleri, yardımcı sivil sağlık personeli ihtiyacı da eklendi. Bunun yanı sıra, TSK’ne tahsis edilecek hastanelerde sağlık hizmetlerini yürütmek ve askeri makamlarda koordinasyonu sağlamak üzere komutanlık tarafından atama yapılması da hükme bağlandı. Böylece kriz ve gerginlik dönemlerinde hastane yönetimi askere havale edilmiş oldu. Protokolün feshi ise Milli Savunma Bakanlığı’nın inisiyatifine bağlandı. “Bu protokol taraflarca imzalanmayı müteakip yürürlüğe girecek ve ‘Alıcı’ tarafından feshedilmediği sürece geçerli olacaktır” ifadesine yer verildi. Protokolde “Alıcı” olarak Milli Savunma Bakanlığı adına Korgeneral Atilla Işık’ın imzası var. Bu düzenleme ne anlama geliyor? EMASYA Protokolünü darbe senaryosuna dayanak yapan zihniyet, muhtemeldir bu protokolü de darbe sürecindeki sağlık hizmetlerine duyulabilecek ihtiyacı karşılamak üzere hazırlanmış bir metin olarak görebilirler. Öyle ya, 200 bin kişiyi İstanbul’da iki stadyuma yerleştirirken, Fatih Camii’ni bombalarken ölü ve yaralı meselesi nasıl halledilecek? Hastane, ambülans, doktor, yardımcı sivil personel, kan, aşı, serum gibi ihtiyaç hasıl olduğunda bu sağlık kuruluşlarının koordine edilmesi gerekmez mi? O zaman düşünülmemiş, pazılın eksik parçasını daha sonra tamamlamak istemiş olabilirler. Çünkü her ayrıntı önemli... Malum, Balyoz Darbe Planı’nın dayanağı olarak gösterilen EMASYA Protokolü de kriz ve gerginlik dönemlerinde devreye sokuluyordu. Samimi olmak gerekirse; TSK’nin savaş ve seferberlik halinde sağlık hizmetlerinin planlanmasına ilişkin hazırlık yapması doğaldır. Ancak “gerginlik” ve “kriz” gibi muğlak ifadeler altında yeni süreçler oluşturulmasının izahı zordur. Ona bakarsanız, şu anda da zaten gerginlik dönemi yaşanıyor, kriz var! Öyle değil mi? İstenirse, bu protokol gerekçe gösterilip hastanelere el konabilir! Normal şartlarda tersi olması gerekirdi. Yarın bir salgın hastalık ortaya çıksa ve sivil hastaneler yeterli olmasa, askeri hastaneler nasıl devreye sokulacak? Sağlık Bakanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı arasında bu konuda hazırlanmış bir protokol var mı? Bu kadar hassas bir konuda çözüm üretilmeden, bir gerginlik ve kriz halinde sivil otoritenin hastaneleri yönetemeyeceği algısına dayalı protokolün imzaya açılması, iptalinin de askerin inisiyatifine bırakılmasının nasıl bir mantığı var, anlaşılabilmiş değil. EMASYA’dan sonra bu protokol de gün ışığına çıkarıldı. Başbakan Erdoğan, protokolün incelenmesi talimatını verdi. Protokoldeki aksaklıkları birlikte ele alan Sağlık Bakanı Recep Akdağ ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, yeni bir çalışma başlattı. Protokolün revize edilerek sadece seferberlik ve savaş durumunda geçerli olması ya da tümden kaldırılması gündemde. Devletin kozmik arşivi ne kadar verimliymiş. Deştikçe darbe mevzuatı fışkırıyor. Bakalım, bizi daha ne sürprizler bekliyor?
Şamil Tayyar / Star, 15.2.2010 |
16.02.2010 |
Asker milletleri kimler yönetir?
SAYGIN tarihçi İlber Ortaylı’nın biz Türkler’in “asker millet” olduğunu vurgulayan sözleri tartışıldı son günlerde. Ben, “İlber hoca ne demek istedi, niye öyle demek istedi” polemiklerine hiç girmek istemiyorum. Ama “asker millet” olduğumuz ve dahası öyle kalmamız gerektiği yönündeki yaygın söylemin neye hizmet ettiği konusunda bir fikrim var ki, paylaşmak isterim. Önce İlber hocanın tarihsel açıdan haklı olduğunu teslim edelim: Evet Türkler’in tarihinde askerlik vasfı ağırlıklı ve belirleyici olmuştur. Bu da, kuşkusuz, anavatanları olan Orta Asya’nın coğrafi şartlarıyla yakından ilgilidir. Kurak bozkır coğrafyası, ne tarıma ne de ticarete elverişli olduğu için, göçebelik ve “ ganimet” odaklı savaşçılığı teşvik etmiştir. (Çölde yaşayan Bedevi Araplar’da da aynı durum söz konusudur.) Bu açıdan Türkler’e benzeyen bir diğer kavim, yine aynı kurak Orta Asya coğrafyasından çıkan Moğollar’dır. Ancak Türkler’in Moğollar’a kıyasla büyük bir “şansı” vardır: Müslüman olmuşlardır. Müslümanlık da, 7 ila 13. asırlar arasında dünyanın en dinamik ve sofistike medeniyetini kurduğu için, Türkler’e çok şey katmıştır. O yüzden İslam öncesi Türklerde “savaşçılık”tan başka pek bir vasıf bulamaz iken, Müslüman Türkler’e gelince artık düşünürlere, bilim adamlarına, edebiyatçılara da rastlayabiliriz. Dahası, “savaşçılık” vasfının, şeriatın koyduğu “savaş hukuku” ile dengelendiğini de görebiliriz. İslam tarihçisi A. K. S. Lambton, bir makalesinde bu açıdan Müslüman Selçuklular ile pagan Moğollar’ı kıyaslar. Buna göre Moğollar, istila ettikleri yerleri yakıp-yıkar, kadın-çocuk ayırmaksızın katliamlar yaparken (ki bu o dönemde “ sıradan”dır) Selçuklular çok daha insaflı davranmışlar, çünkü “İslam toplumunun geleneklerini özümsemişler”dir. (“The Islamic Middle East, 700-1900”, Princeton, 1981, s. 300) Müslüman Türkler’in “savaşçılık” ile “medeniyet”i birleştiren bu “sentez”i sayesinde, önce Selçuklu sonra da Osmanlı tecrübeleri ortaya çıkar. Osmanlı da, bildiğimiz gibi, dünya tarihinin en büyük imparatorluklarından biri olur ki, bunu “savaşçılık” yanında “hukuk” ve “bürokrasi”de gösterdiği başarıya borçludur. Gel gelelim, bu esnada Batı’da büyük bir dönüşüm başlamıştır. Anahtar kelimeler “keşif”, “icad” ve “girişim”dir. Bunlar üzerinde yükselen modernite, tüm kuralları bozar. Artık Yeniçeriler Avrupa ordularına fayda etmemektedir, çünkü adamlar “tüfek” diye bir şey icad etmiş, “mertik”le birlikte savaşçılığın binlerce yıllık kurallarını da bozmuşlardır. Bunun üzerine Osmanlı da gider tüfeği alır, ama o sırada “adamlar” zaten “krupp güllesi”ne, “destroyer”e geçmiştir. Hızlarına bir türlü yetişemezsiniz. Hala da yetişemiyoruz zaten. Temel problem, “adamlar”ı bu kadar hızlı geliştiren “girişimci sınıf”ın bizde pek zayıf oluşudur. Bugün ulusalcıların, devletçi Kemalistlerin ve pek çok sosyalistin hala kavrayamadığı bu gerçeği Sultan II. Abdülhamid yüz yıl önce görür ve “ecdadımız keşke biraz tüccar olsaydı” der. Yani, modern dünyada artık “asker millet” olmanın çok bir getirisi yoktur. En güçlü toplumlar, en “disiplinli” olanlar değil, aksine en özgür, en renkli, en “çok sesli” olanlardır. Peki neden Türkiye’de bazıları bunu hala görmez, ve bize hala “asker millet kalalım” diye telkinde bulunur? Bu soruya cevap bulmak için sanırım yazının başlığındaki soruya dönmek lazım: Asker milletleri kimler yönetir? Cevap zor değil: Tabii ki askerler!.. Dolayısıyla “asker millet” kalmamız gerekmektedir ki, askerlerimiz bizi yönetmeye devam etsin. Ve Türkiye, küçük olsun, fakir olsun, çamurdan olsun, ama yeter ki “askeri vesayet”te kalsın...
Mustafa Akyol / Star, 15.2.2010 |
16.02.2010 |
Böyle gazeteciler varken, utanmayın komutan!
GENELKURMAY Başkanı, cici gazetecilerine övünerek anlatıyor: “TSK’da emir komuta ve disiplin tamdır. İşte benim dönemime bakın. Bir tek ses çıktı mı Silahlı Kuvvetler’den. Bir çıt çıktı mı? Bir demeç var mı benim dışımda? OLMADI. OLMAZ.” Tam bu kadar iddialı bir şekilde konuşurken, aynı saatlerde Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Uğur Yiğit konuştukça konuşuyordu. Haber kanalları canlı yayına geçtiler, komutan coştukça coştu. Suikast iddiasıyla halen yargılanan askerlerine sahip çıkıyor; yargı gerçeği ararken O yargıya müdahalenin en açığını, sanıkları aklamanın en alasını yapıyordu. Kendisine bir suikast olsa ilk önce o askerler göğüslerini siper ederlermiş, bu durumda susması mümkün müymüş falan. Bir tek ‘durdurun yargılamayı, getirin oradan iki madalya, takın albaylarıma’ demediği kaldı ama asker dilinden en iyi anlayan ve asker karşısında dilim dilim olan, Mehmet Barlas’ın harika tanımıyla ‘Medya muhafızı sivil paşalar’, ertesi gün attıkları manşetlerle o madalyayı takıverdiler hemen. Ortak akıl, ortak duygu, ortak dil şuydu: “Buna susmak mümkün mü? Değil tabi... Susmamıştı komutan da... Ne mutlu.” Ertesi gün; Başbuğ’un “Orduda benim dışımda kimse KONUŞMAZ, KONUŞAMAZ” restinin hemen yanında yer aldı diğer komutanın açıklamaları ama bu jet tekzip kimseyi uyandırmayacaktı tabii. Uyandırmadı. Peki, Başbuğ tüm ağırlığını koyduğu bu açıklamanın daha yankısı dinmeden bir astı tarafından çürütülmesi karşısında gereğini yaptı mı? Evet, yaptı. Ama bakın nasıl; Sözlerini ezip geçen o komutana moral vermek için yanına alıp Gölcük’teki Donanma Komutanlığı Karargâhı’nda gövde gösterisi yaptı. Peki, bunu yaparken bir gün önceki sözlerini anımsayıp, utandı mı? 20’yi aşkın yargısız infaz iddiasıyla, 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanan Albay Temizöz’ü hâlâ Kayseri İl Jandarma Alay komutanı olarak görev başında tutarken utanmış mıydı? Adli Tıp’ın bir kez daha “Bakın, Dursun Çiçek’in imzasının ıslaklığı damlayan mürekkepten belli” deyince İrtica Eylem Planı’nı sallayıp ‘Aha da kâğıt parçası’ kükremesini anımsayıp yüzünde herhangi bir mahcubiyet belirmiş miydi? Yerden mühimmat fışkırırken dolu LAW silahlarını karartıp boş olanını eline alarak; “...İşte bakın bir boru, neden toprağa gömülmüş, anlayamadım” derken sesinde en ufak bir utanç titremesi var mıydı? Sicilinde bir sürü darbe bulunan bir kurumun temsilcisi değilmişçesine Kafes’ten Balyoz’a ifşa edilen darbe planlarını ‘Kedidir kedi’ ciddiyetinde geçiştirip orduda cunta yapılanması olduğunu iddia edenleri vatan haini ilan ederken, yüzünde en ufak bir kızarıklık belirmiş miydi? Tabii ki hayır... Bunların hepsinde kâh masayı yumrukladı, kâh medyaya/aydınlara ayar verdi, bağırdı, çağırdı ve hepimizin utanmasını emretti. Askeri dilde sakıza dönen ‘asimetrik psikolojik savaş’ perdesi arkasına geçip esti gürledi. “Yeter yahu” Ve asker gazeteciler o sözleri emir telakki edip hazır ola geçti, komutanla aynı ses, aynı dil, aynı üniforma oldu, deşifre olan ve şu an yargıda hesap veren onca plancı, imzacı, cuntacı, takipçi, tetikçi, infazcı askeri görmeyip ordunun moralinin bozuk olmasının faturasını da sivillere çıkartıp komutanı pekiştirdi: “Yeter yahu.” İnanmayacaksınız ama o gazeteciler de hiç utanmadı. Başbuğ neden utansın
Ersin Tokgöz / Radikal, 15.2.2010 |
16.02.2010 |