Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Dine titizlikle bağlılık, ancak ümmetimin salihleri ve hayırlılarında bulunur.
Câmiü's-Sağîr, No: 2003 |
17.02.2010 |
Hangi usûlle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Siz hangi usûlle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten “mimsiz medeniyet”perestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhâldir. “O bize yollarımızı dos doğru gösterdiği halde, bize ne oluyor ki Allah’a tevekkül etmeyelim? Bize yaptığınız ezâlara sabredeceğiz. Tevekkül etmek isteyenler Allah’a güvensinler.” (İbrahim Sûresi, 14:12.) Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir sûret aldığından, çok bîçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı suâlime cevap isterim: Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle husûsî ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz. İkincisi: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette—saklı kalmayacak—sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde; nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?
Devamı için bakınız: Mektûbât, s. 417, (yeni tanzim, s. 729)
LÜGATÇE:
insaniyetperver: İnsaniyet sever. ehl-i bid’a: Sünnetin dışında bir yolda giden. ehl-i ilhâd: Hak yoldan sapanlar, dinsizler. kabil-i hitap: Hitap edilebilen, kendisiyle konuşulabilen. istihkar: Hakir görme, küçümseme. lâdinî: Din dışı, dinle alâkası olmayan. mukadderât: Allah tarafından takdir edilenler. istibdat: Baskı. firavunmeşrep: Nefsini, benliğini Firavun gibi ilah seviyesine çıkartacak derecede büyük görme. ibâdât: İbadetler. nev-i beşer: İnsanoğlu. hürriyet-i vicdan: Vicdan hürriyeti. mutaassıbâne: Aşırı derecede taraftarlık göstererek. cebrî: Zorla. |
17.02.2010 |
Âleme başka bir gözle bakmak
Bir dostunuzdan mektup aldınız mı? Herkes şöyle ya da böyle bir mektup almıştır. Bir postacı o zarfı getirmiştir. İnsanları harekete geçiren en önemli sırlardan olan merak sebebiyle hemen zarfın üstünü okuyup, kimden geldiğini anlamaya çalışmışızdır. Acaba kimden geldi? İçinde ne var? Böyle bir zarfı aldığımızda, postacı ile hiç ilgilenmeyiz. O sadece zarfı bize getiren bir vasıtadır. Gelen zarfı kenara itip postacıya bin bir minnet eden birini gördünüz mü? Hayır böyle bir şey yapan olamaz. Çünkü bu mektubu gönderene saygısızlıktır. Onu hesaba katmamak anlamına gelir. Zarfı eline alanın ilk yapacağı şey onu kimin gönderdiğini aramak olur. Postacıyı gözü bile görmez. Belki o mektubun gelmesinde postacı da önemli bir iş yapıyor, mektubun kendisine ulaşmasını sağlıyor, ancak mektubun kendisi ondan daha önemlidir. Gönderen ise hepsinden önemlidir. Zarfın üzerinden kimin gönderdiğini anladığımız zaman zarfın kıymeti bir kat daha artar. Zarfa kıymet kazandıran onu gönderenin mahiyetidir. Mektubun muhtevasından daha önemli olan, onu bize gönderendir. Onun göndermiş olması mektuptan daha önemlidir. Güneşe hiç bu gözle baktınız mı? Karanlık dünyamızı aydınlatan bu lambanın doğuşunu bu gözle seyrettiniz mi? Kendini yakarak bize ısı ve ışık gönderdiğini düşündünüz mü? Her gün sabah doğup karanlık dünyamızı velveleye vermesini, her canlının onun ışığını görünce bir koşuşturma içine girdiğini seyrettiniz mi? Hayatın lezzetinin faaliyet içinde olduğunu hissettiniz mi? Hep uyumanın, tembel tembel oturmanın, hiçbir işin ucundan tutmamanın bir çeşit ölüm olduğunu gördünüz mü? “Çalışan Allah’ın dostudur” diyen Peygamber tavsiyesini bizzat yaşayarak canlı bir cevap haline getirip “Evet doğru söylüyorsun, bunu bilfiil yaşayarak ortaya koyuyorum” dediniz mi? Bunu hayatınızda ifade edebildiniz mi? Güneşin, size gönderilen bir mektup olduğunu hissetmek ne güzel! Ondan daha güzeli ise onu bize kimin gönderdiğidir. Çünkü o bizi tanımaz. Bizim ihtiyacımızı da bilmez. Bize zarar vermeyecek bir mesafede durması gerektiğini de bilmez. Bizim neye, ne kadar ihtiyacımız olduğunun da farkında değildir. Öyleyse o kendi başına hareket etmiyor. Onu bize bir mektup olarak gönderen var. Göndereni tanıdıktan sonra mektubu açıp okumak gerektiği, mektupta nelerin yazılı olduğunu anlamak elbette gereklidir. Yoksa şöyle mi deriz: O nasıl olsa her sabah doğar. Karanlıkları aydınlatır. Onun işi zaten budur. Böyle mi düşünürüz? Mektubu gönderenden çok mektuba ve postacıya mı alâka gösteririz? Bir elma ağacının altında oturuyorsunuz. Başınızı yukarıya kaldırdınız. Dalların uçlarında meyveler var. Yanakları kırmızı kırmızı. Size gülümsüyorlar. Ne o dalda o güzellik ve tat var, ne de onun dayandığı toprakta. Postacı olan dala ve toprağa takılıp kalır mısınız? Yoksa o elma denen mektubu inceler ve onu göndereni, dallar eliyle size takdim edeni mi ararsınız? Elmadan önce onu gönderene mi saygı duyarsınız? Hediyenin sahibini memnun edersen, yeni hediyeler yola düşecektir. Onu memnun etmez de hediyeye takılıp kalırsan, hediye sahibini gücendirirsin. Hediye sahibinin iltifatı hediyeden daha kıymetlidir. O elma dallar eliyle sana sunulan bir hediyedir. Önce hediye sahibine minnet duymak sonra hediye ile ilgilenmek gereklidir. Öyleyse Bismillah diyerek nimeti yemek ne güzeldir! Kâinattaki her şeyi sahibinin adına seyrettiniz mi? Düşen yaprağa, uçan kuşa, baharda canlanan bitki ve böceklere, parlak bir yaz gecesinde gülümseyen yıldızlara, akan suya, elini beline bağlamış bir kahraman gibi duran dağa, sizlere tablacılık yapıp tatlı meyveleri getiren ağaca hiç bu gözle bakabildiniz mi? “Semânın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece gündüz hatlarıyla, kış yaz sahifelerinde mektubât-ı Samedâniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minâre ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak; mütefâvit çok hilâller sûretinde her geceye güyâ ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak; menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakîk hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rubûbiyetin şeâiridir, zîşuura onu iş’âr eden muhteşem bir ulûhiyetin işârâtıdır; ehl-i fikri imâna ve tevhide dâvet eder.”1 Göz, san'atın içinde san'atkârı görmeli, mektubun gönderenini bilmelidir. O zaman gerçek bir bakış olur.
Dipnot:
1- Bediuzzaman Said Nursî, Sözler, s. 553.
ALİ SARIKAYA - [email protected] |
17.02.2010 |