Osman ZENGİN |
|
Ya bir de, bizden hesap sorarlarsa? |
Cenâb-ı Hak, insanı kendisine ibadet etsin diye yaratmıştır. Bunu Kur’ân-ı Kerim’in muhtelif âyetlerinde beyan ediyor. Ve o Kur’ân’ın bu asırdaki en büyük tefsiri olan, bu asrın idrakine göre Kur’ân’ı söyleten, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risâle-i Nur Külliyatının beyanlarından çoğu da, bu meyandadır. Özellikle de, o tefsirlerden aldığımız derslere binâen, bizim inancımız da, zaten bunu gerektiriyor. Ondan başka kulluğa lâyık hiç bir varlık yoktur. Âmenna ve saddaknâ! Yaratılış gayesini bilip, buna göre hareket eden bizler bu bakımdan bahtiyarız elhamdülillah. Ya bunları bilmeyen, öğrenmemiş veya öğrenememiş olan insanlar ne yapacak? Bir tebliğ dini olan İslamın onlara anlatılması, öğretilmesi veya en azından tanıtılması bizlere borç değil midir? Zaten bizler, elimizden geldiği kadar insanları Risale-i Nur hakikatleriyle tanıştırmaya gayret etmiyor muyuz? Elinizdeki şu gazetenin, Yeni Asya’nın, en büyük maksat ve gayesi de o değil mi? İnsanlar, bu dehşetli asrın fitnelerinden korunup, uzaklaşsın ve imanını kurtararak cennete gitsinler. Bunun için de, nazarları hep Risale-i Nurlara çevirtmektir maksat. Bundan birkaç sene önce, daha emekli olmamıştım. İş yerimizdeki personelimiz bir bayanın beyi ile, eskiden beri tanışıyorduk. Kendisi bir siyasi partinin 2. başkanı ve aynı zamanda da, bir esnaf odası başkanıydı. İyi ve temiz bir insandı. Ben, ”Buna nasıl yaklaşır da, Nurları anlatabilirim veya en azından vakfımıza götürebilirim?” diye düşünürken, aklıma Ramazan ayında verdiğimiz iftar yemekleri geldi. Ve bir Ramazan günü kendisine “Seninle bir akşam iftar yemeğine gidelim” dedim. “Olur ağabey” dedi. Sözleştiğimiz akşam, güzel bir şekilde giyinerek gelmişti. Nereye, nasıl bir yere gideceğimizi merak ediyordu. Vakıf binamıza girdiğimiz andan itibaren de, her şeye, her yere dikkatle bakarak tecessüs ediyor, inceliyordu. İftardan önce okunan Kur’ân’ı, huşu ile dinliyor, huzur dolu bir edayla bakıyordu. Akşam namazı için kalktığımızda, o da bizimle kalkıp kılmaya yöneldi. Yemek salonumuzda iftarı yapıp, tekrar sohbet yaptığımız salona çıktık. Orada yapılan dersi dikkat ve merakla dinledi, çaylar içildikten sonra, teravih namazı kılmaya kalktık. O da bizimle beraber kalktı ve namazı kıldık. Sonundaki tesbihatı da, şaşkın bakışlarla takip ederken, bir ara gözlerinden bir-iki damla yaş geldiğini gördüm. Kendinden geçmiş, hiç alışık olmadığı bir dünyanın cezbesine kendisini kaptırmış, huşu ve huzur ile takip ediyordu bütün hal ve hareketleri. Programdan sonra beraber çıktık ve arabaya binerek evlerimize doğru yol almaya başladık. Tabii, daha ben intibâlarını sormaya fırsat kalmadan, hemen bana dedi ki, “Osman ağabey, sen mesulsün! Niye böyle bir şey vardı da bana şimdiye kadar hiç bahsetmedin?“ Bir anda beynimde şimşekler çaktı. Şimdi hayret ve şaşkınlık edası bana gelmişti. Anlattık, söyledik, sohbet ederek geldik. Tekrar gelmek istediğini söyledi. Memnuniyetle olabileceğini ifade edip, ayrıldık. Yatağa yatmış ve düşünmeye başlamıştım. Onun o “Osman ağabey mesulsün!” sözü, hiç zihnimden çıkmıyordu. Gerçi yaptığımız işten çok büyük bir haz alıp, sevinmiştik hidayet numunesinin sevinciyle. Ama o söz de, bana çok tesir etmişti. Hüzne gark olmuş ve birkaç damla yaş akıtma sırası bize gelmişti. Ve düşündüm “Yahu bizi Cenab-ı Hak, böyle bir davayla müşerref eylemiş. Peki, biz bu davamızı tanıdığımız, bildiğimiz kimselere layıkıyla anlatıp, bahsedebiliyor muyuz? Yarın kıyamette, tanıdığımız; eşimiz, dostumuz, akrabamız, komşu ve arkadaşlarımız ’Ya Rabbi! Bu senin kulun bunları biliyordu da, bize niye anlatmadı, bahsetmedi?‘ derse biz ne yaparız?” dedim.
19.02.2010 E-Posta: [email protected] |